Henüz toprak arpaya gebe olmadığı zaman, henüz aile kurumu oluşmadığı zaman, henüz bir damla nehir suyu kimseye ait olmadığı zaman, henüz koca dağlarda medreseler kurulmadığı zaman, dünya baskı altında olmadığı; patronsuz olduğu zaman medeniyet geldi ve tüm bunları değiştirdi. Bu değişimler binlerce yıl önce başladı, gelişti ve faturasını her zaman emeğin kendisine ve dünyaya mâl etti. Günümüzde medeniyet öyle bir hal almıştır ki dünya kirlenmiş, kirlenmiş ve kirlene kirlene kendi sonuna yaklaşmıştır. Bunun sebepleri neler olabilir diye düşünürsek birkaç cevaba ulaşıyoruz:

1- İnsan, istilacı ve doğa düşmanı bir canlıdır; öyle olmasaydı ekolojik kriz yaşanmazdı.
2- İnsan, meraklı ve gelişmeci bir canlıdır. Bilimin ve teknolojinin (en nihayetinde medeniyetin) gelişmesi için doğadan her şekilde faydalanmak zorundadır.
3- Tarihsel olarak medeniyetin gelişiminde doğaya karşı savaşın belirli sınıfsal sebepleri vardır.

Bu soruların hepsine yanıt vereceğiz, ilk soruyla başlayalım:

Soru: İnsan istilacı ve doğa düşmanı mıdır? İlkel zamanlarında bile ağaçları kesmesi, alet yapması bunu doğrulamaz mı?
Cevap: Hayır, ne alet yapımı bunu doğrular ne de insan istilacı ve doğa düşmanıdır. Maddi koşullar insanı nasıl şekillendirirse insan o şekle bürünmeye meyillenir. İnsan çömlekse maddi koşullar çömlekçi ustasıdır, bu durumda çömleğin hammaddesine, yani en nihayetinde kile, toprağa sürahi diyebilir miyiz? Hayır, kil sürahi oluyorsa eğer bunun sebebi çömlekçi ustasıdır. Yani insan “doğası gereği” veya “fıtratı gereği” istilacı ve doğa düşmanı değildir, mevcut maddi koşullar (bu soruda toplumsal düzen oluyor) onun istilacı ve doğa düşmanı davranışlar sergilemesine sebep olmaktadır. Bunun faturasının tüm insanlığa ödetilmesi yanlıştır, günümüz toplumunun iktidar aygıtı Burjuvazi’nin elindedir ve bu sebepten ötürü günümüz için bunun sorumlusu Burjuvazidir.

Soru: Bilim ve teknolojinin gelişmesi için doğadan faydalanmak gerekir, bu ekolojik felaketin cevabını vermez mi?
Cevap: Elbette vermez, çünkü bilim ve teknolojinin doğadan faydalanması sürdürülebilir biçimde yapılabilir. Günümüzde bilim ve teknolojinin gelişimi doğayı yok etmiyor, çünkü bilginin kendisi doğaya zarar vermez. Bilgiyi kullanmana bağlı olarak zarar verilebilir. Einstein’ın dediği gibi “Ben atomu insanlığa hizmet etmek için parçaladım. Onlar bomba yapıp birbirlerini yok ettiler.”

Soru: Bütün bunların sebebi tarih boyunca süregelen sosyal sınıflardan mı kaynaklı?
Cevap: Evet, öyle. Bunun böyle olmasını açıklarsam şunu belirtmem gerekir; insan varlığını sürdürmek için sürekli bir şeyler üretmek zorundadır. Bu böyle olmasaydı çıplak ellerimizle, hiçbir alet olmadan avlanır, meyve toplar ve boş vakitlerimizde uyurduk. Sürekli bir şeyler ürettiğimiz için tüm toplumumuz üretim ilişkileri üzerine kuruludur, üretim ilişkileri ise tarihin başlangıcından beri sosyal sınıflarla doğrudan ilgilidir. Tüm yaşantımız üretimle, üretim en nihayetinde sosyal sınıflarla ilgiliyken cevabı başka yerlerde aramak saçma olurdu.

“Mademki insanı biçimlendiren yaşadığı koşullar; koşullar en insani şekilde biçimlenmelidir.” – Karl Marx

Not olarak ekleyelim, medeniyetin kendisi burada günah keçisi değildir. Tarihte medeniyetin edindiği şekil sorunu yaratmıştır. Medeniyetin gidişatı ise sosyal sınıfların maddi koşullar altında verdiği tepkilerin eylem ve görüngü bütünüyle belirlenir.

Antik Çağ

Antik Çağ dediğimiz dönem hemen hemen bildiğimiz tüm eski medeniyetlerin kurulduğu dönemdir. Elbette ki buna İnka medeniyeti gibi medeniyetler dahil değil, Amerika’da medeniyetin gelişimi çok ayrı bir yazı konusu, çünkü oraya medeniyet Avrupa’dan taşınmıştır. Antik Çağ’da ise çoktan ortaya çıkmış devleti, köleleri ve aristokratları görüyoruz. Yapılar konusunda Türkiye’de bulunan birkaç unsur olsa da bunların medeniyetten ziyade avların ve insanların götürülüp kesilerek kurban edildiği dini tapınaklar olduğunu görebiliriz. Bu durum herhangi bir medeniyet ve medeni toplum yaratmamış olduğu için medeniyet olarak bahsedemeyiz elbette.

Bu başlık detaylı olacak çünkü Neolitik Çağ’dan öncesi ve sonrasını, Tribalizmi, Embriyo halindeki sosyal yapıları ve en nihayetinde medeniyetin kuruluşundan bahsetmek zorundayız. İlk olarak medeniyet öncesinde insan nasıl yaşıyordu sorusuna cevap verelim. Medeniyetin öncesinde henüz tarım bile yokken, yani Neolitik Çağ öncesinde insanlar kabileler halinde yaşardı. Bu kabilelerin özelliklerine baktığımızda herkesin belirli bir iş bölümünde olduğunu değil, yeteneği neyse onu yaptığını görüyoruz. Mesela bazı görüşler der ki “erkek avlanır kadın doğururdu, bu bir iş bölümüdür” ama gerçek öyle değildi, erkekler genetik olarak kas geliştirmede daha avantajlı olduğu ve annelik içgüdüsüne sahip olmadığı için avlanırlardı. Bunu yapabilen kadınlar az da olsa vardı, onlar da avlanırdı. Çünkü o zamanki kabilelerin hayatta kalabilmek için herkesin yardımına ihtiyaçları vardı, iradelerini kullanarak bir kadına “sen otur, avlanma” diyebilecek lüksleri yoktu. Bu koşullar altında kabile şefinin irade kullanarak sosyal sınıflar oluşturması, kadın – erkek arasında dini dogmalar gibi bir yapı oluşturması mümkün değildi. Bu yüzden kabile dinlerinde kadın ve erkek için saçma kurallar olsa da üretim konusunda hemen hemen kadın ve erkeğin yeteneğine ve gönüllülüğüne hiçbir düzenlemeleri yoktu. Buradan görüldüğü gibi eskiden insanlar sınıfsız “toplumlarda” yaşıyorlardı. Buna muhalefet bir görüş ise Hobbes ekolü egoizmdir. Devlet dediğimiz kurumun eski çağlarda birbirlerini görünce hemen taşı alıp öldürmeye kalkışan insanları görüp kendi iradesiyle tüm bu insanları bu saçma cinayetleri yapmamaya ve kendisine boyun eğmeye ikna ettiğini savunan bu düşünceye sonradan “toplumsal sözleşme” adı verdiler. Ancak bu düşünce gerçek olmaya çok uzaktır çünkü ne devlet öyle insanları hemen ikna edip kurulabilecek bir aygıttır ne de insanlar birisinin çıkıp ikna edebileceği ve boyunduruğu altına girebileceği bir duruma sahiptir. Bu belli başlı dini tarikatlar için geçerli olabilir fakat tüm toplumu kapsayacak kadar büyük olması mümkün olmamaktadır. İnsanları kabile olmaya iten şey ne diye soracak olursak cevabı insanın fizyolojisinde ve evriminde yatar. İnsan, her şeyden önce avcılarına ve avlarına kıyasla fiziksel anlamda yetersiz bir canlıdır. Bu nedenle çıplak elleriyle tek başına bir geyiğin peşinden koşması pek de başarılı bir av deneyimi olmaz. Geyiği avlayabilmesi için birkaç insan dosta ve aletlere ihtiyacı vardır, aksi takdirde etobur bir canlı olmazdı ve meyveleri yerdi. Böyle olduğu için süreğen biçimde kabileler oluştu ve insanın evrimsel süreçte sosyal bir canlı olmasını sağladı. Etik, genetik ve sosyolojik bir faktör olduğu için bu süreçlerde insana geçti diye düşünülüyor ama bu başka bir yazı konusu.

Sormamız gereken şey şudur, ne oldu da insan devleti kurdu? Öncelikle hatırlatmam gerekir ki insan uzun yıllar boyunca avlanarak ve meyve vb yiyecekler toplayarak yaşamını sürdürdü. Bunları yapmak için üretip kullandığı aletlerin pek de bir av tüfeğiyle kıyaslanamayacak kadar kötü ve verimsiz olduğunu söylemeliyiz. Bu nedenle gününün çoğunu besin bulmakla geçirmek zorundaydı. Ancak evrimde alet yapma güdüsüne sahip insan için yemeğini elde ettiği vakit daha fazla dopamin salgılamak adına bir şeyler üretmeye çalışması kaçınılmazdır. Bu üretimi sadece işine yarayan, hayatı kolaylaştıran şeyler olarak düşünmeyin. Mağaralara resimler çizmek de bir üretimdir, elindeki taşla nehre gidip diğer taşlarla oynarken cila yapmayı keşfetmek de. Isınmak için yaktığı ateşte eti yiyen insan etteki bakterileri farkına varmadan öldürdüğü için daha uzun yaşadığı için eti pişirmek bu kadar eski bir davranıştır ama büyük ihtimal mikroskop icat edip bakterilerin öldüğünü gözlemlemeden, daha “doğal” bir biçimde keşfedilmiştir. Bu nedenle insanın topladığı birkaç bitkinin tohumlarını daha sonra yemek amacıyla saklayıp birkaç gün sonra döndüğünde yeşillendiğini ve bunu yetiştirebildiğini keşfetmesi pek olasıdır. Bunun sonucunda tarım doğmuştur ve besin sorunu bir nebze çözülmüştür.

Tarımın doğmasıyla birlikte Neolitik Çağ öncesi vakitleri arkamızda bırakıyoruz. Tarım doğduğu vakit şöyle bir sorun da doğdu, bu hasat kabiledeki herkesi doyuruyor ve fazlasını da veriyordu. Bu durumda bu fazla nasıl dağıtılacaktı? Ayrıca bu tarlayı kim sürecek, kim hasat edecekti? Bu soruların cevapları şöyle olmuştur, kabilenin savaş esirleri (diğer kabilelerle savaştıkları olurdu) köleleştirilerek tarlayı sürecekler ve tarımla artan nüfus sayesinde artık kabile olmaktan çıkmış, toplum olmaya başlamış insanlarımızdan güçlü olanlar bu tarımdan fazlalığa el koymaya çalışacaktı. Bu fazla ürüne “artık-ürün” denir. Bu artık-ürüne el koymaya çalışan güçlere ise “embriyo halindeki devlet” denir. Embriyo halindedir çünkü henüz devlet olmamıştır, olma aşamasındadır. Bütün bunlar olurken kabile yapısının bozulması, özel mülkiyetin doğması (en nihayetinde artık yerleşik hayata geçilmiş, tarlalar kurulmuş ve bunların sahiplerinin öldükten sonra yeni sahiplerinin kim olacağı sorusu çıkmış) miras dediğimiz şeyi ortaya çıkarmış ve miras sorusu aileyi ortaya çıkarmıştır. Savaşçıların erkek olması ve mülkiyete el koyabilmeleri mülk sahiplerini erkeklerden oluşturduğu için erkeğin kim kimin çocuğu bilmesi lazımdı. Bu yüzden evlilik kurumu ortaya çıktı. Bu aileler daha sonra kendi çetelerini kurmuş ve zaman içinde artan tarım, özel mülkiyet ve nüfus sonrasında ilk kez aristokratlar, hanedanlar ve en sonunda devlet kurulmuştur. Bunları 50 yıllık bir süreç gibi görmeyin, binyıllar sürmüş bir süreçti bunlar. Devletin kurulabilmesi için tarıma dayalı köleci medeniyetin büyümesi gerekliydi, büyümediği surette çeteler bunları yönetebilecek yeterliliğe sahipti. Medeniyet büyüdükçe bu çeteler de büyüdü ve çete olmaktan çıkıp daha büyük, daha organize bir hal; en sonunda devlet halini aldılar. Özel mülkiyetin kökeni eşkıyalık ve hırsızlık olmuştur.

Devletin kurulması gücü yeten ailelerin kurduğu çetelerin zamanla büyümesiyle büyük hanedanlar kurması ve esirlerini köleleştirmesine dayalı olduğu için özü gereği sınıflı bir yapıdır. İlk halindeki sosyal sınıfları şöyleydi: Köle, Özgür, Aristokrat ve Efendi. Elbette birkaç başka sınıflar da vardı Lümpen Proletarya (hırsızlar, dilenciler vb) gibi. Ama bu dönemde neredeyse yok diyeceğimiz kadar azlardı. Bu sınıfların varlığı ve birbirlerine ters çıkarlara sahip olmaları yüzünden devlet bu sınıfların hepsinin kontrolünde olan bir otorite değildi, bu sınıfların en az birinin egemenliği altında olup diğer sınıfları baskı altında tutan bir otorite aygıtıydı. Bu nedenledir ki devlet varsa özgürlük yoktur, özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır. Ancak unutmamak gerekir ki devletin yok olması ya kabile çağına dönmeyle ya da mevcut sosyal sınıfların yok olmasıyla mümkündür, bu yüzden şimdi devletin kalkması yeni zorba güçler yaratacak (veya mevcut devletlerden birisi kendi iktidarını getirecek) ve tekrar devletli yaşama dönülecektir. Bunun için devletin yok edilmesi onun yerine başka bir yapının getirilmesini zorunlu kılar. Sosyal sınıflar yok edildiğinde yerine kurulacak yapının adı Fransızca’da “Communé”, Almanca’da “Gemeinwesen” ve Türkçe’de “Asram/Komün” olmaktadır[1]. Toplum sınıfsız olduğu ve tüm yönetime sahip olduğu için (herhangi bir yönetici sınıf değil) toplum içinde otoritenin uygulanacağı bir sınıf da yoktur. Anarşistler bu dediklerime katılmayabilir fakat burada belirtmem gerekir ki anarşistlerin devlet ve otorite tanımları yanlıştır, devrimden sonra Burjuva muhalefetin yok edilip (proleterleştirilerek veya öldürülerek, nasıl olacağına devrim karar verir) sınıfsız toplum kurulana kadar devrimci bir devlete sahip olduklarını belirtmek zorundayım. Bunu kabullenmemeleri durumu 2 gram bile değiştirmez.

Şimdi asıl değinmemiz gereken konu şudur, devletin ilk kurulduğu vakitte üretici-güçler (toplumdaki üretimi yapan emekçi kesim) çalışırken onların çalışıp ürettiği artık-ürüne el koyan ve üretici-güçlere bu artık-üründen (veya onu satarak elde ettikleri paradan) pay veren bu sınıf bilim ve sanatı üretmekten başka bir üretim yapmıyorlardı. Bilim ve sanat ise savaşta kullanılmadığı surette herhangi bir gelir kaynağı olmamakta, tamamen insanın evrimsel süreçte kazandığı merak ve üretme güdüsünden kaynaklanan sonuçlar olmaktaydı. En nihayetinde, insan dopamin salgılamalıydı. Sürekli şarap içmek bir yoluydu ama bilim ve sanat yapmak başka ve efektif bir yoluydu. Bu dönemde mitolojilerin hız kazanarak arttığını görüyoruz. Bu artış İlahi dinler ve felsefe ortaya çıkana kadar devam etti. Mitolojiler yerini felsefeye ve dinlere bıraktı. Felsefenin kelime anlamı “bilgi sevgisi” olmaktadır ve Pisagor tarafından ilk kez literatüre kazandırılmıştır. Felsefenin ortaya çıkışı çalışmama lüksüne sahip olan sınıfların ve insanların, mitolojinin aksine doğayı doğal faktörler ve düşüncelerle analiz etmesiyle olmuştur. Bu yüzden ilk filozoflara “yöntemsel materyalistler” denir. Bu çağlarda din ve mitoloji Aristokratlar ve Efendiler için kitleleri uyutma aracıydı çünkü din üretici-güçler ve kalan halk kitleleri için bir nevi afyon görevi görüyor, şükretmeyi ve azla yetinmeyi öğretiyordu. Dönemin filozofları (Özellikle Sokrates!) dine karşı tavır almakta zorlanıyorlardı, çünkü üst sınıflar iktidar aygıtlarından birisi olan dine verilen zararları hoş görmüyorlardı. Sokrates Yunan Tanrılarına inanmadığı için (resmiyette gençlerin “kafasını karıştırdığı” için) öldürüldü. Bu ölüm bize üst sınıflar var iken özgür düşüncenin pek de mümkün olmadığını, baskı altına alındığını gösteren bir ölümdü. Fransız İhtilali ve öncesinde henüz iktidarını elde edememiş Burjuvazi yani üretim araçları sahibi sınıf özgür düşüncenin baskı altına alınmasına en çok muhalefet eden sınıf olma özelliğine sahipti. Fakat iktidarı ele geçirdikleri vakit düşünceyi özgür kılma konusunda iradeleri hiçbir fayda etmedi çünkü iktidarlarını korumak için tıpkı feodaller ve soylular gibi, kendi iktidarlarını tehlikeye atacak düşünceleri susturmalıydılar. Bu yüzden günümüzde bile türlü sansürler uygulanıyor ve üniversitelerde Marksist profesörler ihraç ediliyor. Proletarya iktidarı ele geçirince bu özelliği gösteremez, çünkü Proletarya sınıfsal karakteristiklerinden dolayı iktidarı ele geçirdiğinde Burjuvazi ve Küçük Burjuvaziyi kendi gölgesinde yaşatmanın peşinde değildir, öldürme veya proleterleştirme peşindedir. Bu yüzden onları baskı altında yaşatmayacağı için düşünceyi baskı altına almak için bir sebebi yoktur, en nihayetinde baskıyı kaldırmak onun sınıfsal çıkarına daha uygundur. Düşünceyi özgür kılmak, Proletarya’nın eseri olacaktır. Ayrıca bugün neden dinlerin yaşadığını ele alalım, dinlerin çoğu Antik Çağ ve Ortaçağ döneminde geniş, bilgiye erişemeyen halk kitleleri için mantıklı bulunabilen görüşlerdi. Günümüzde ise dinlerin doğruluğu objektif bir biçimde doğrulanamaz, dinler doğruyu söylemezler. Dinlerin yaşama sebebi insanların dine mecbur bırakılması ve dinin acılarını dindirmesidir. Proletarya’nın kurduğu toplumsal düzende dine mecbur kalan ezilen bir sınıf olmayacak, doğduğu andan itibaren kulağına çöl masalları fısıldanan insanlar yetişmediği için dine karşı bakış açısı daha objektif olacak. Aynı zamanda üzücü yaşantısına bir uyuşturucu aramasına gerek kalmadığı için dinin kollarına düşmesi daha zor olacak. Din yasaklanarak değil, toplumu özgür kılarak yok edilecektir.

Antik Çağ’ın genel hatları ve bunların bilim (felsefeden ayrı tutmayız) üzerine etkisi bu şekildeydi.

Ortaçağ

Ortaçağ’ın başlangıcı genel olarak Kavimler Göçü olarak kabul edilmektedir. Yılı yılına başlangıç tarihini tahmin etsek de bizce bu tarihsel çağların başlangıç tarihleri nokta atışı olarak hesaplanmamalıdır. Çünkü tüm bu çağlar süreğen biçimlerde var olurlar. Ortaçağ’ın karakteristik özelliği şudur: Köleci devlet yerini Feodal devlete bırakmıştır. Köleci devlette üretici-güçler karın tokluğuna çalışan köleler iken Feodal devlette üretici-güçler şehirlerde oluşmaya başlamış zanaatkar küçük burjuvazi (aynı zamanda embriyo halindeki burjuvazidir bu) ve köylerde toplanmış toprak sahibi köylüler ve serflerdir. Serfler ile toprak sahibi (küçük burjuva) köylülerin farkı toprak sahibi köylüler serflere göre kendi ürettiğine sahiptir ama başındaki derebeyine vergi verir. Serfler ise toprakla beraber satılır ve derebeyine daha çok vergi verir. Bu durum Avrupa için geçerli sınıfsal bir durumken Asya’da durumlar daha farklıydı. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda daha farklı bir üretim biçimi vardı. Avrupa’daki derebeyler ve onların mülkiyeti altındaki köyler (köyün toprakları derebeyinin olmak zorunda değildir) Osmanlı’da herhangi bir derebeyine ait değildi, doğrudan hanedana (Devlete/Padişaha da denir) aitti. Osmanlı bu topraklara kendi yöneticilerini atar ve bu yöneticilerden artık-ürün ve asker isterdi. Buna Feodalizm değil, “Asyatik Üretim Biçimi” diyoruz. Temel farkı ise burada Derebeyi-Köylü/Serf ilişkisinden ziyade Sultan-(topraksız)Köylü ilişkisi olmasıdır. Şehirlerdeki zanaatkar küçük burjuvazi burada da bulunmaktadır.

Ortaçağ’ın en temel özelliği felsefenin tamamen baskı altına alınması, bilimin üst sınıfların çıkarı için kullanılmasıdır. Bu dönemde kitleleri uyutmak için yine din kullanılmış, her şey din için ve dine göre yapılmıştır. İslam coğrafyasında Dehriyyecilerin öldürülmesi ve Avrupa’da filozofların kitaplarının sansürlenmesi Ortaçağ’daki üst sınıfların bilime olan yaklaşımını göstermektedir. Bu dönemde din felsefesi gelişmiş ama karşı argümanların kitapları ve yazarları teker teker yakılmıştır.

Ortaçağ’da Asyatik Üretim Biçimine sahip medeniyetlerde Burjuvazi, Avrupa’da geliştiğinden daha yavaş gelişmiştir. Bunun sebeplerinden birisi Avrupa’daki Feodalizmde Küçük Burjuvazi Köylünün ve Zanaatkar Küçük Burjuvazinin Asyatik Üretim Biçimindeki hallerinden daha gelişmiş ve önü açık olmasıdır. Küçük Burjuvazi Köylü’nün sınıfsal çıkarı Kooperatifçi bir sisteme, Zanaatkar Küçük Burjuvazi’nin sınıfsal çıkarı Kapitalist bir sisteme yatkındı. Bunu en iyi biçimde 1525 Alman Köylü Savaşı’nda görüyoruz. Thomas Münzer ve Anabaptistler Küçük Burjuvazi Köylü’yü (ve serfleri, sonrasında ihanet edecek plebler yani yoksullar ve kent halkını) yanına çekmiş ve Almanya’da devrim yolunda ilerlemiştir. Devrimin başarıya ulaşamamasının 2 temel faktörü vardı: İlki Devrimci Parti’nin yeterince gelişmemesinden dolayı devrimin ideolojik çizgisinin çizilememesiyken ikincisi Köylü sınıfının müttefiklerinin devrime ihaneti ve en sonunda Köylü sınıfının kendi bireysel çıkarı için (genelde savaş ganimeti alan köylü orduyu terk eder giderdi) devrime ihanet etmesiydi. Bu şekilde Köylü devrimleri başarıya ulaşamamış, ulaşanlar Kooperatifçi sistemi kuracak maddi koşullara erişemedikleri için devrimi sürdürememiştir. Öbür yandan, kentler ticaret merkezleri oldukları için büyümeye devam ediyor ve kentler büyüdükçe kentlerdeki Zanaatkar Küçük Burjuvazi büyüyordu. Zanaatkar Küçük Burjuvazi’nin büyümesindeki en büyük engeller üretim yavaşlığı ve önlerindeki siyasal (aynı zamanda sınıfsal) engellerdi. Lonca sistemi ve Derebeyleri Zanaatkar Küçük Burjuvazinin piyasasını kısıtlıyor, alım-satıma sürekli müdahale ediyorlardı. Zanaatkar Küçük Burjuvazinin üretimdeki gücü artmadan bu engelleri aşması mümkün görünmüyordu. Zanaatkar Küçük Burjuvazi embriyo halindeki Burjuvaziydi ve aynı zamanda embriyo halindeki Proletarya’nın emeğini kullanıyordu. Bu iki sınıfın büyümesi için üretimdeki paylarının büyümesi lazımdı çünkü Ortaçağ’da üretimin çoğunluğu Köylerde yapılıyordu. Sanayi Devrimi ile birlikte Zanaatkar Küçük Burjuvazi üretimdeki verimi artırmak için makineler kullanmaya başladı ve bu şekilde yine süreğen biçimde üretimdeki payı arttı ve buna paralel olarak üretimdeki gücü arttı. Osmanlı gibi Asyatik Üretim Biçimini kullanan ülkelerde bu sınıf hem daha küçüktü hem de makinelere erişimi çok daha azdı. Aynı zamanda mülkiyet haklarının da pek olmaması önlerindeki büyük bir engeldi. Bu yüzden Avrupa’da sanayi daha hızlı gelişmiş ve Köylü devrimlerinin başarısız olmasıyla Kooperatifçilikten ziyade Kapitalizmin önü açılmıştır. Bu kentteki Küçük Burjuvazi makineleşmenin etkisiyle günümüzdeki Burjuvaziye dönüşmeyi başarmıştır. En sonunda o zamanlar doğum sancıları çeken Proletarya’yı yanına almış ve dünyanın dört bir tarafında Burjuva devrimleri patlak vermiştir.

Son olarak şunu belirtmek gerekir, Kooperatifçilik (burada anarşist-sendikalistlerin bahsettiğinden ziyade Engels’in Alman Köylü Savaşı adlı kitabında bahsettiği kooperatifçilikten bahsediyoruz) Köylü Sınıfının Karakteristik özelliğine en yakın üretim biçimlerinden birisiydi ama tam olarak örtüşmüyordu. Çünkü Köylü Sınıfı kendi toprağına sahip olmayı ister, Kooperatifçilik bunu sağlasa da Köylü Sınıfının toprağı paylaşmayı istememesi Kooperatifçiliği ancak Köylü Sınıfının başka bir sınıfın devriminin altında kalması ile cazip kılabilirdi. Yine de Kooperatifçi bir devrimin gerçekleşmesi için Münzer’in devrimci partisi gibi komünizmi sezen bir devrimci partinin gelişimini tamamlayıp Proletarya’nın öncülüğündeki Köylülerin bir devriminin gerçekleşmesi gereklidir diyebiliriz. Münzer’in döneminde Proletarya namevcut olduğundan ve devrimci partinin yeterli olgunluğa ulaşamayıp devrimin ideolojik çizgisini çizememesinden dolayı Alman Köylü Devrimi Kooperatifçiliğe (daha çok özel mülkiyetin ilgasını sağlayacak türde bir Kooperatifçiliğe) en yakın devrim olmasına rağmen başarılı olamadı. Proletaryanın aktif olmadığı Kooperatifçiliğin (öngörüsel) özelliği şudur: Proletarya oluştuktan ve olgunlaştıktan sonra yerini Sosyalizm’e bırakma potansiyeline sahiptir. Bunun sebebi ise Thomas Münzer’inki gibi bir devrimci partisinin olgunlaşmış bir halinin özel mülkiyeti yok etme çabasının emek verimini (“emek verimi” dediğimiz tabir Marx’ın terminolojisinde “emek üretkenliği” olarak geçer) yükseltmek zorunda olması ve emek veriminin yükselmesiyle Sosyalizm’in erişilebileceği altyapıyı yaratabilecek olmasıdır. Kapitalizmin özelliği ise Burjuvazi’nin sürekli emek verimini artırmak için sanayileşmesi sonucu Proletarya güçlenecek ve Sosyalizm’in koşulları olgunlaştığı için Proletarya’nın başarılı devrimi sonucunda yerini Sosyalizm’e bırakacaktır. Kooperatifçi bir piyasa emek verimini arttırdığı zaman bu emek veriminin sonucu olarak farklı sınıflar oluşabilirdi. Birbirleriyle piyasada rekabet eden Kooperatiflerin bazılarının iflas etmesiyle bir Proletarya ve iflas etmeyen Kooperatiflerin yükselmesiyle günümüzdekinden farklı bir Burjuvazi doğabilirdi. Fakat burada Kooperatifçiliğin bir iktidar altına alınması lazımdır. Daha önceden belirttiğimiz gibi, Feodal toplumdan çıkan Köylü devrimleri olgunlaşmış bir devrimci parti tarafından başarıya ulaştığı surette Köylüler kendi haline bırakıldığında, sınıfsal karakteristikleri gereği topraklarını paylaşmak konusunda hevesli olmayacaklardır. Onların öncüsü olacak ve Proleterleştirme adımlarına başlayacak bir Proletarya da olmadığı için Ortaçağ’daki Köylü devrimlerinin bildiğimiz anlamda bir “Sovyet Demokrasisine” sahip olması onların kendi piyasalarını yaratmalarına, iflas eden Kooperatiflerin herhangi bir sermayesi kalmadığı için kaçınılmaz olarak emeklerini satmak zorunda olmalarına ve bu da Proletarya sınıfının doğuşuna sebep olacaktır. Devrimci partinin bunları engellemek için yapabilecekleri pek de fazla değildir. Kendi sınıfsal yapısı, dönemi göz önünde bulundurulduğunda bir nevi Komünistik Teokrasi adını verebileceğimiz bir yapıdadır. Proletaryanın olmayışı veya iktidarda söz hakkının olmaması devrimin kapitalizme ya da Bürokratik Diktatörlüğe (çünkü bu durumda Teokrasi sınıfı dindar Bürokratlara dönüşecektir) dönüşmesine yol açacaktır. Bu durum Ekim Devrimi’ne benzetilebilir, ama aradaki yaklaşık 500 yılın ve çağ farklılıklarının var olması bu benzerlikleri aynı durum yapamaz. Yine de şu prensip bellidir: Proletaryanın namevcut veya iktidarda efektif olmadığı “Sosyalist” (Münzer için tam sosyalist diyemesem de) devrimlerin Kapitalizme dönüşeceği ya da Bürokrasi sınıfının oluşmasıyla sonuçlanacağıdır.

Endüstri Çağı

Ortaçağ’dan sonraki çağa birçok tarihçi “Yeniçağ” gibi isimler vermektedir fakat ben bunun yeterli bir tanım olmadığını düşündüğüm için “Endüstri Çağı” adını verdim ve bunu sanayileşme öncesi, sanayileşme başlangıcı ve sanayileşme sonrası olarak ayırdım. Endüstri Çağı’nın başlangıcı için Kilise’nin güç kaybını gösterebiliriz çünkü Kilise’nin güç kaybetmesiyle (ve şehirlerin güçlenmesiyle) sansürler kalkmış ve üretim ilişkilerini tamamen değiştirecek olan makineleşmenin önü açılmıştır. Sanayileşme başlangıcı olarak adlandırılan dönemlerde ilk kez fabrikaları, Burjuvazi’nin güç kazanmasının bir aşamasını ve Proletarya’nın embriyo olmaktan çıkıp doğuşunu görüyoruz. Bu dönemde kolonileşme çoktan başlamıştır ve koloni imparatorluklarının gümrüklerinin açılması konusundaki talepler güçlenmeye başlamıştır. Sanayileşme sonrası dönemde ise tekelleşmeye başlayan Burjuvazi’yi görüyoruz. Bu dönemin güç dengelerinin rekabetinin 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı ile milyonları katleden savaşlarla sonuçlandığını, sonrasında ise dejenere edilmiş Sovyetler Birliği’nin doğu bloğu ile Amerikan Emperyalizmi’nin güdümünde kalmış NATO’nun Soğuk Savaşı’yla yeni bir dengelenmeye gidildiğine, Sovyetler Birliği ve bloğu yıkılınca Emperyalizm bataklığına düşmüş Çin’in ve NATO’nun bu soğuk savaşı devam ettirdiğine şahit oluyoruz. Kaçınılmaz bir sonuç olarak Kapitalizm son bulmadan bu güç dengelerinin savaşının sonlanmasının tek yolu “Emperyalist Tekelleşme”nin bir kazanan seçmesidir. Bu rekabetin sonlanması için taraflar daha hızlı, daha çok üretim yapmakta ve bunları sağlamak adına her türlü avantajı kullanmak zorundadırlar. Bu avantajları almayı reddetmek rakibe avantaj vermek anlamına geldiği için bu güç dengesizliği mücadelesi sürekli artacak ve kaynaklar gezegenimizden ve Proletarya’dan temin edildiği için sürekli olarak işçi huzursuzluklarına ve ekolojik felaketlere yol açacaktır. Bu barbarlıktır, bu medeniyetin intiharıdır. Bunu besleyen damar Burjuvazi ve onun Kapitalizmidir. Bu yüzden önümüzde kaçınılmaz olarak yalnızca iki seçenek bulunur: Ya Sosyalizm, Ya barbarlık!

Şimdi ise Endüstri Çağı’nın sanayileşme öncesindeki dönemine bakalım. Bu dönem de (Thomas Münzer ve Martin Luther gibi isimlerden sonra kalır) süreğen bir dönem olduğu için net tarihler veremeyiz. Yine de bir aralık verecek olursak Alman Köylü Savaşı ile Fransız İhtilali diyebiliriz. (Bu dönemden sonra sanayileşme başlangıcı olan ve 20. Yüzyıla kadar devam eden 2. Dönem başlamıştır.) Bu dönemde (sanayileşme öncesi) gezegenin pek çok yerinde devam etmekte olan Feodalizmi ve Monarşiyi görebiliriz ama tarihsel olarak bizi ilgilendiren kısım üretim ilişkilerinin değişmeye başladığı kısımdır. Sosyal sınıfların savaşının tarihi yönetim biçimlerine göre değil, üretim ilişkilerine göre kategorize edilir. Bu açıdan Feodalizm ve Kapitalizm arasındaki ilişkiyi ve geçişi gözlemek gerekir, Monarşi ve Parlamenter Cumhuriyet’i değil. Bu dönemde üretimdeki güç köylerden kentlere geçmeye başlamıştır. Yeni ticaret rotaları bulunmuş, koloni imparatorluklarının soykırım kampanyaları başlamış ve gezegenin dört bir tarafında ticaret kolonileri görülmeye başlanmıştır. Bu dönemin sonunda Burjuvazi doğmuş ve Fransa’da halkın kalan birkaç sınıfını yanına çekerek Aristokrasiyi iktidardan düşürmüştür. Neden Köylülerin değil de Burjuvazinin zafere eriştiğine ve bunun sonucunda medeniyetin Kooperatifçilik ile Kapitalizm arasındaki seçimde Kapitalizm’i seçtiğine değinmiştik. Kooperatifçi, Köylücü bir sistemin oturtulması zor olduğu gibi teorisi de bulunmamaktadır. Bundan dolayı Köylü iktidarının nasıl olacağına dair bilgimiz de kısıtlı olduğu için devrim başarılsa da ne olacağını tam bilemediğimiz için tahmin etmekle yetinmek zorundayız. Alman Köylü Savaşı örneğine bakarsak bir Bürokrasi sınıfı doğacak, Özel Mülkiyet Köylüler arasında bölüştürülecek, zamanla iflas eden köylülerin sermayesi kalmadığı için emeklerini diğer köylülere satmaları gerekecek ve bundan dolayı toprak sahibi köylü kooperatifleri emek satın alan burjuva şirketlerine dönüşeceği için Kapitalizm kurulacaktı. Bu elbette ki bir tahmin olmaktan öteye gidemez, çünkü medeniyet bu yola doğru gitmedi. Bunu bir kenara bırakıp medeniyetin seçtiği yola dönecek olursak Fransız İhtilali’nin başlattığı Burjuva isyanları dünyaya yayılmaya başlamış ve özellikle Britanya’da buharlı makinelerin başarısıyla birlikte başlayan sanayileşme hareketiyle Burjuvazi daha da güç kazanmaya başlamıştır. Buraya kadar olan noktada üretimin nasıl olduğuna bakarsak üretim daha kırsal ve tarıma dayalı bir üretimdi. Bunun gereği olarak henüz traktörler bulunmadığı için daha fazla emek demek daha fazla verim demekti. Elbette bu doğru orantı bir polinom gibi, tepe noktasını bulduktan sonra düşecektir, çünkü emek arttıkça hız artsa da üretimdeki hızın artması sadece emeğe dayalı değildi. Tarlanın büyüklüğü, yağışlar, ürünün hasat döngüsü gibi faktörler üretimdeki hızı etkileyen faktörlerdi. Bu yüzden emek açısından maksimum verimi veren bir nokta olmak zorundaydı. Bu noktadan sonra işe alınan hiçbir emekçi, patron için herhangi bir katkı sağlamaz. Bu durum kentlerde de geçerliydi. Bunun farkında olan Burjuvazi, buharlı makineleri biraz da bu sebepten ötürü olabildiğince otomatik hale getirmeye çalışmıştır. Maksimum verimi veren emekçi sayısını azaltıp makine sayısını arttırmak hem daha seri bir üretime hem de uzun vadede daha az gidere sebep olur. Makineleşmenin önü açıldıkça işçi ve patron arasındaki ilişki bir tarihsel zorunluluk olarak daha az işçi işe alma çabasına dönecektir. Bu şekilde emek verimi sürekli artacak (sonuçta artık 10 işçinin yaptığını 1 işçi yapmaktadır) ve emek verimi arttıkça işçi başına üretilen ürün sayısı artacak; kaçınılmaz bir sonuç olarak ürünün üretildiği ülkenin talebinden daha fazla ürün üretilmiş olacaktır. Yanlış anlaşılmaları engellemek için; “ürün” derken kastedilen şey “meta” olmaktadır. Ürünün üretildiği ülkenin talebinden daha fazla ürün üretilmesi şu anlama gelir: Burjuvazi, üretilen ürünü ülkenin dışarısına satmak zorundadır. Bu sağlanmadığı vakit üretim krizleri yaşayacak, ürettiği elinde kalacak ve zarar edecektir. Burjuvazi güçlendikçe bu nedenle gümrükleri kaldırma çabasına girişmiştir. Aynı zamanda bu kadar ürünün tüketilmesi gerekir, eğer tüketilmezse bu ürünü alan müşteri yenisini almak istemeyecektir. Bu nedenle piyasa sürekli üretim ve sürekli tüketim ile yaşar. Bunu insani ihtiyaçlar ve zevkler doğrultusunda değil, yapay ihtiyaçlar ve yapay zevkler yaratarak; bunların doğrultusunda yapar. Çünkü insani ihtiyaçlar ve zevkler yetseydi daha fazla tüketim gerekmezdi.

Buharlı makinelerin üretime olan katkısı sadece bunlar değildi. Bu bahsettiğim şey kentlerde bu üretimlerin yapılması ve kentlere ilk elden satılması sebebiyle kentler ile köylerin tüketim alışkanlıklarının bu vadede değişmesine yol açan sebeplerden birisidir. Buharlı makineler aynı zamanda elde edilmesi toprakta olduğu gibi askeri güçle olan şeyler değil, para gibi bir aracıyla olan şeylerdir. Bu sebepten ötürü Ortaçağ’da para sadece ürün alma aracıyken (ve kazma, kürek, atölye gibi küçük sermaye) Endüstri Çağı’nda para sermaye alma aracıdır ve bu sebepten ötürü sermayenin kendisidir. Sermayenin bu çağda sürekli üretimde kullanılması ona sürekli değer katar. Sermayenin sürekli üretimde kullanılması, üstünden kâr elde edilmesi ve ona olan efektif talebin sürekli artması onun yine üretimde kullanılması anlamına geldiği için önümüze yeni bir tarihsel zorunluluk koyar: Sermayenin tüm üretim ilişkilerindeki payının kaçınılmaz olarak artması. Bunun anlamı Burjuva dediğimiz sermaye sahibi sınıfın üretim ilişkilerindeki payının yine artması anlamına gelir. Burjuvazinin üretim ilişkilerindeki payının artması, çalıştırdığı sınıf Proletarya olduğu için yine kaçınılmaz olarak Proletarya’nın artması anlamına gelir. Bu sebeptendir ki sermaye kendisini yeniden ürettikçe Proletarya büyüyecek ve tüm üretim Burjuvazi-Proletarya üzerinden döndüğü için Proletarya’nın devrimci potansiyeli güçlenecektir. Bunun bir sebebi ise şundan kaynaklanır: Burjuvazi’nin varlığını devam ettirmesi Proletarya’nın onun boyunduruğu altında çalışmaya devam etmesiyle mümkündür. Fakat Proletarya, Burjuvazi’ye bağımlı değildir. Proletarya Kapitalist sistem içerisindeyken bağımlı gibi görünür ama Burjuvazi’nin sermayesine el koyduğu takdirde tüm üretimi kendi başına yapabilir. Burjuvazi’nin Proletarya’nın emeğine el koyması ise mevcut Kapitalist sistem anlamına geldiği için Burjuvazi asla Proletarya’dan kurtulamayacaktır. Elbette buna karşı çıkan argümanlar var, bazı insanlar üretimde emeğin kullanılmayacak bir noktanın erişilebileceğini ve bu şekilde Burjuvazi’nin bir piyasa sosyalizmi kuracağını ya da buna benzer başka bir şey kuracağını iddia ederler. Bu psikozdur, bu gerçeğe bakıp yaşanılan bir halüsinasyondur. Bu, Burjuvazi’nin kaygı bozukluğu; serabıdır. Bu tür saçma internet ideolojilerinin üstüne durmaya gerek yoktur. Konumuza dönecek olursak, Burjuvazi bu bahsedilen tarihsel süreçlerin hepsinden geçmiş ve sermaye kendisini yeniden ürettikçe değeri artmıştır. Değeri artan sermayenin tehlikeli olduğu bir nokta vardır: piyasadaki rakiplerinden daha değerli sermayelere sahip olan Burjuva, rakiplerinden daha avantajlı olduğu için bu avantajı kullandığı şekilde sermayesini yeniden üretecek; daha değerli kılacak ve aradaki fark bu şekilde katlana katlana artacaktır. Kaçınılmaz bir sonuç olarak sermayenin bu derece değerlenmesi Burjuva’ya bir tekellik statüsü verir. Bu statünün ve aynı zamanda avantajın sahibi olan Burjuva, bunu stratejik kullanmayı başardığı sürece tekelleşmesinin önünde bir engel bulmayacaktır. Tarihte gördüğümüz bazı devlet müdahaleleri elbette vardır, çünkü bu devlet her ne kadar Burjuvazi’nin devleti olsa da o tekelin sahibi Burjuva’nın şahsının devleti değildir, rakip Burjuvazi bu tekelleşmeden rahatsız oldukça devleti kullanacaktır. Bu sebepten dolayı tekelliğin zenginliği paylaşılmıştır. Bu zenginliğin paylaşımı Burjuvazinin kendi devletindeki, mesela Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Burjuvazi arasında gerçekleşen bir durumdur. Küçük Burjuvaziye her ne kadar aynı devletin içerisinde olsa da burada yeterli bir paylaşım yapıldığını (veya herhangi bir paylaşım yapıldığını!) göremeyiz. Tekelleşmeyi yaratan faktörlerden birisi de budur, Küçük Burjuvazi bu paylaşımdan yararlanamaz; Proletarya da yararlanamaz. Burjuvazi ile Küçük Burjuvazi bu şekilde ayrı sınıflar olmuşlardır. Aralarındaki fark o kadar artmıştır ki artık rekabet edilebilecek bir durumda değildir. Burjuvazi kendi baskı aygıtı olarak devleti kullanır ve hemen hemen her devletin kendi Burjuvazisi bulunmaktadır. Emperyalist devlet olmasını sağlayan şey diğer devletlere karşı (bu bazen devleti olmayan bir ulus da olabilmektedir) sağladığı Burjuva tekelleri ve onun baskısıdır. Burjuva devlet kendi Burjuvazisinin çıkarını savunur. Hükümet kadroları ve meclis sadece laf ebeliğinin ve stratejilerin belirlendiği bir ahır olmaktan ileriye gidemezler. Burjuva devlet, kendi Burjuvazisinin çıkarı için diğer devletlerle rekabet eder. Taleplerini karşılattığı sürece bu devletler arasında pek bir agresyon görmeyiz, çünkü talepler karşılandığı sürece 2 tarafın birbirine agresyon göstermesi stratejik olmayan, saçma bir hamle olur. Öte yandan, talepler karşılanmadığı sürece, Burjuvazi ve onun devleti rakip devlet için bir agresyonda bulunabilir. Bunun stratejisinin iyi yapılması durumunda galip gelmesi muhtemeldir. Tarihte buna çokça şahit olduk. Özellikle Dünya Savaşları örnek gösterilebilir, günümüzde Rusya-Ukrayna savaşı örnek gösterilebilir. Rusya-Ukrayna savaşının arkasında Rusya’nın strateji yoksunluğunu fırsata çeviren Amerika Birleşik Devletleri bulunmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri, Rus hükümetini kışkırtarak onu bir savaşın içerisine sokmuş ve bu yemi yutan Rusya bedelini pek çok sektörde kendi payının düşmesi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin payının artmasıyla ödemiştir[1]. Ayrıca bu savaş Rus ordusuna ciddi zararlar vermiş, ekonomisini de ordusunu da yıpratmış ve bu şekilde yine Amerika, Rusya’ya karşı avantajlı konuma gelmiştir. “Amerika neden bunca ölümü göze alsın, bu kârlı değil!” diye düşünebilirsiniz. Fakat bu düşünce yanlıştır, buradaki fatura Ukrayna Proletaryası’na ödetilmiştir, Amerika’ya değil. Amerika’nın fark ettiğinden emin olmadığım nokta bu savaşın gıda krizinin kapısını aralayabilecek olmasıdır, bu konuda plan yaptılar mı yoksa plan dışı bir gelişme mi bilmiyorum. Belirtmek gerekir ki burada savunulması gereken unsur (Asla Rusya olmadığı gibi) Ukrayna hükümeti değildir, Ukrayna hükümeti Amerikan Emperyalizminin bir kuklasıdır. Bu durumu açıklamayı bitirdiğimize göre, bunun ve Emperyalizmin arasındaki ilişkinin kavrandığını varsayıyorum.

Şimdi ise bir itiraza göz atacağız. Yazılım şirketlerinin bazılarının yükselişinin “sıfırdan yükselen” kişiler olduğunu iddia eden kişiler, bunun tekelleşmenin önüne bir engel olduğunu, bu kişilerin sıfır ya da az bir sermaye ile büyük tekellerle rekabet edebileceğini iddia etmektedirler. Bu iddia gülünç olsa da yakaladığı küçük bir nokta vardır: tekelleşme düz bir çizgiden ziyade, inişleri ve çıkışları olan ama önünde sonunda yükseğe (tekelleşmeye) doğru giden bir çizgidir. Önemsiz bir itiraz olsa da tekelleşmenin dümdüz bir çizgi gibi yükselmediğini vurgulamak için belirtilmesi gerekir.

Bilim, medeniyet ve kapitalizm konularını ele alırken bir Tanrı gibi gösterilen “tarafsızlığın” hiç de tarafsız olmadığını, tüm sosyal sınıflar tarihi boyunca bilimin önce Aristokrasinin bir hobisi olduğunu, Ortaçağ’da savaş makineleri için gerekli bir araç olduğunu, Endüstri Çağı’nda ise kapitalist üretim için gerekli bir yatırım alanı olduğundan bahsettik. Buharlı makinelerin gelişip günümüzdeki teknolojilere dönüşümü Burjuvazi’nin sermayesini yeniden üretmesi ve bunları tüketim çılgınlığına dönüştürmesi sayesinde olmuştur. Bilimde kâr sağlamayacak konulara yeterince fon verilmez. Bilmenin ve merak etmenin piyasadaki karşılığı birkaç dergi, sempozyum, üniversite, kurs ve benzeri şeyler olmaktan öteye gitmemektedir. Bu sebepten ötürü insan araştırmaya ve bilmeye de yabancılaşmıştır çünkü önünde imkan yoktur. Proleter ise kendisine işinden vakit ayırabildiği kısıtlı sürede ne yapacağını şaşıran bir durumda bulur. Tüm bunların sebeplerini rahatlıkla görebiliyoruz; sosyal sınıflar savaşında tüm medeniyet zamanının üst sınıflarına hizmet etmektedir. Bu durum günümüzde o kadar kötü bir haldedir ki ya bu durum değişecektir ya da ekolojik felaket gelecektir. Bizim Devrimci Marksistler olarak taleplerimiz şunlardır: Biz işçilerin tabandan örgütlenerek, Sovyet Demokrasisine dayalı; işçi konseylerinin tüm güce sahip olduğu İşçi Devletlerini kurarak devrimi tüm dünyada yayma hedefini gerçekleştirmemiz. Bunu yapmadığımız surette başlamış ve devam etmekte olan barbarlığın önüne bizden başka engel koyan birileri çıkmayacak; Burjuvazi insan etinden ve ekolojik felaketten beslenmeye devam edecektir.

Ya sürekli devrim ya sürekli yıkım!

Kaynakça:

[1]Almancası:
http://kutuphane.halkcephesi.net/Marks_Engels/Secme%20Eserler%203/bebel.html

[1]Türkçesi:
https://osmanlica.ihya.org/asram-nedir-ne-demek.html

[2]ABD petrol ihracatı yıldan yıla: https://www.eia.gov/todayinenergy/detail.php?id=48776

[2]Rusya petrol ihracatı yıldan yıla:
https://www.ceicdata.com/en/indicator/russia/crude-oil-exports