10 Ekim 2015’te KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin çağrısıyla Ankara Garında “Emek, Barış, Demokrasi” mitingi yapılacaktı. Erdoğan rejimi yıllarca “öfkeli topluluk” olarak tanımladığı, ve MİT tırları ile silahlar gönderdiği İŞİD terör örgütü, 3 saniye arayla 2 bombalı saldırı gerçekleştirdi. TC tarihinin en büyük katliamı gerçekleştirilmişti. 106 ölü 500’den fazla yaralı. Miting alanını emek ve barış talebini dile getiren işçiler, emekçiler, yoksul kürt halkı ve sosyalistler doldurmuştu. 10 Ekim günü önce yayın yasağı geldi, ardından devlet erkanı tarafından katliamı meşrulaştıran açıklamalar yapıldı. Erdoğan eylemi önce kolektif bir terör eylemi olarak nitelendirdi:” İŞİD, PKK, DHKP-C ortak eylemi” gibi kendisinin dahi inanmadığı bir sav ortaya attı. 12 Ekim 2015 tarihinde dönemin başbakanı olan ve daha sonra sarayın e bildirisi ile tasviye edilen Davutoğlu’nun açıklaması, AKP-İŞİD arasındaki fiili organik bağı kanıtlar nitelikteydi. Davutoğlu’nun açıklaması şöyleydi:” İntihar eylemi yapabilecek kişilerin belli bir listesi var. Biliyoruz, bir eylem hazırlığı içindeler ama bunu gerçek bir eyleme dönüştürmedikçe veya elimize o eylemin olabileceğine dair kesin bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız. Türkiye demokratik bir hukuk devleti, sebepsiz yere insanların tutuklanacağı bir ülke değil. ” Oysa katliamı planlayan İlhami Bal’ın 15 yıldır emniyet tarafından takip edildiği ortaya çıkmıştı. Lenin “Savaş siyasetin başka bir araçla, şiddet yoluyla yürütülmesidir” der. Başkanlık hedefiyle girdiği 7 Haziran 2015 seçimlerinden hüsranla çıkan Erdoğan için artık siyasetin tek bir adı vardı. Oda savaş siyasetiydi. 7 Haziran seçim yenilgisinden sonra Kürdistan’da sömürgeci devlet geleneğini devam ettirme politikasına hız verildi. 7 Haziran öncesi “400 vekil verin bu iş bitsin, huzur gelsin” şöylemi ile meydanlarda başkanlık propogandası yapıp, AKP’ye oy isteyen “tarafsız cumhurbaşkanı” Erdoğan, 7 Haziran’dan hezimetle çıktı. İktidara geldiği 2002 yılından bu güne sürekli olarak, birilerini hedef gösterip, mağdur edebiyatına oynayan Erdoğan rejiminin yeni hedefi kürt haklıydı. Suruç katliamıyla başlayan süreçte, Kürdistan’da büyütülen sömürgeci kirli savaştan çıkarmak istediği milliyetçi dalgayı yakalayamadı. Süreç tam aksine kendi aleyhine dönen bir noktaya evrilmeye başladı. İlk kez bu kadar yüksek sesle, asker ve polis cenazelerinde devlete ve Erdoğan’a açık pretesto ve tepkiler gerçekleşiyordu. 10 Ekim mitinginin hedef seçilmesinin nedeni açıktı: Bu miting, Erdoğan’ın başkanlık uğruna Kürdistan’da başlattığı sömürgeci savaş politikalarına karşı, yoksul kürt halkı ve işçi sınıfının ortak kitlesel eylemiydi. Bu katliamdan sonra toplumsal muhalefet bastırıldı. 1 Kasım’a kadar AKP dışında kimse miting, seçim çalışması yapamadı. 1 Kasım seçim zaferinden sonra da, Erdoğan rejimi savaş politikalarına hız kesmeden devam etti. 1 Kasım’dan sonra Erdoğan diktatörlüğü politik arenada ne zaman zora girse terör saldırıları imdadına yetişti. Bu saldırılar üzerinden korku imparatorluğu yaratarak kendi rejimini ayakta tutmaya çalıştı. 10 Ekim’den sonra yeni Türkiye’de Kürdistan’da sömürgeci savaş, işgal edilmiş kentler, batıda ise bombalı intihar saldırıları ile sokağa çıkmaya korkulan bir ülke yaratıldı. Tüm demokratik haklar rafa kaldırıldı, işçi sınıfının kazanımlarına saldırılar gerçekleşti. Kürt halkının yıllarca mücadele ederek kazandığı tüm kazanımlar rafa kalktı. 90’lı yıllarda dahi uygulanamayan belediyelere kayyum uygulaması başladı. 15 Temmuz başarısız askeri darbe girişiminden güçlenerek çıkan Erdoğan diktatörlüğü OHAL ile fiili başkanlığını ilan etti.
Sonuç Yerine
*) Suruç’ta başlıyan 10 Ekim ile devam eden süreçte Türkiye katliamlar ülkesi oldu. Kürt kentleri işgal edilmiş Ortadoğu kentlerine döndü. Bombalı intihar saldırıları ile toplumsal muhalefet sindirildi. İşçi sınıfının ve Kürt halkının hayatı zindana çevrildi. İçeride ve dışarıda yürütülen savaş politikalarına karşı etkili bir muhalefet örülemediği ve her geçen gün zayıfladığı için katliamlar eksik olmadı. 10 Ekim’de yitirdiğimiz yoldaşlarımızın anmasını dahi yapamaz duruma geldik. 15 Temmuz’dan sonra OHAL ile tüm toplumsal muhalefeti baskı altına alan Erdoğan rejimi, her geçen gün daha fazla savaşa yatırım yapmaktadır. Ortadoğu’daki emperyalist hedeflerinden vazgeçmeyip, bunları Doğu Akdeniz ve Kafkasya’ya kadar taşıyan Erdoğan rejimi sürekli savaşa yatırım yapmaktadır. Hızla büyüyen siyasal ve ekonomik kriz er yada geç sosyal patlamaları peşinden getirecektir. Önümüzde iki seçenek çıkmaktadır: “Ya bu patlamalar ırk ve din temelli kutuplaşmalar ekseninde gelişecek ve düzenin mağdurları çatışacak ya da sınıf temelli bir birleşik cephe inşa edilip, Erdoğan diktatörlüğüne karşı uzlaşmaz bir sınıf savaşı verilecektir. Tarihsel devrimci mirasımızdan şunu çok iyi biliyoruz ki:” Milliyetçiliğin ve ırkçılığın getirdiği engellere ve zararlara karşı en büyük silahımız işçi sınıfının enternasyonal sınıf partisidir. “İşçi sınıfının devrimci enternasyonal partisini ve birleşik işçi cephesini inşa etmek dışında önümüzde seçenek yoktur. Aksi hâlde kendi yok oluşumuzu izlemek zorunda kalacağız.