Geçtiğimiz günlerde Türkiye, Suriye ve Kürdistan’ı etkileyen depremle beraber birçok toplumsal polemik tabanlaştı. Bu tabanlaşan polemiklerin başını deprem önlemleri ve yağma durumu çekti. Etiğin ve insan doğasının statik olduğu yanılgısına, bu örnek ile son vermek adına endemik kaynak krizi nedir ve sonuçları nedir onları ele almak gerekir.
Deprem bölgelerinde deprem yaşandığı ilk saatlerden itibaren hayatta kalanların akıllarında “şimdi ne yapacağız, ne yiyeceğiz?” soruları hakimdi. Bu krizin öncesinde hemen hemen kimsenin yapmadığı toplumsal gerekli mallara el koyma olayı, depremle beraber bir taban kazandı. Toplumun kaynaklarına, mülkiyete el koymanın evrensel olarak kötü olduğu düşüncesi, bu duruma düşenler için sonsuza kadar yok oldu. Bunun başlıca sebebi içinde bulundukları ekstrem maddi koşullardır. Depremden önce bu insanların aklında herhangi bir şeyi kolektifleştirmek yoktu, fakat deprem gibi bir maddi koşul ile konu üzerine olan tüm etik yargıları değişti. Burjuvazi ise, hiç şaşırılmayacağı gibi, bu durumdan hiç hoşnut olmadı. Hangi Burjuva, göğsünü gere gere “Alın benim malımı kardeşim!” diyebilir? Bunu ancak Burjuvalaşma aşamasında sıkışıp kalmış, empati yeteneği kısmen olan bir Küçük-Burjuva istisna söyleyebilir, o kadar. Burjuva için ise, bu tür krizler 2 anlama gelir: 1- Depremzedelerin düşen alım gücü nedeniyle emeklerinin değersizleşmesi, bu şekilde fiyatların artması. 2- Yardım sembolizmi ile kendi reklamını yapmak.
Bir endemik kaynak krizinin ayırt edici noktası “aniden” gerçekleşmesidir. Aslında “ani” olan bir şey yoktur, nicelik niteliğe dönüşmüştür, o kadar. Ancak bu niteliğe dönüşüm süreci hızlı olduğundan dolayı ona adapte olmak daha zordur. Endemik kaynak krizi (endemik tüketim ve üretim sorunu krizi) ile beraber bölgede yoksulluk fırlar, hayat standartı düşer, yağmalar başlar. Daha da önemlisi, hayatta kalmak için ne gerekilirse yapılır. Bu çeteleşmenin de önünü açar, kollektifleşmenin de. İşte bu yazıda bunun nedenlerine ve sonuçlarına bakacağız.
Öncelikle, kaynak krizini yani üretim ve tüketim malları ve kaynaklarının azlığını anlayabilmek için şunu belirtmemiz gerekir: İnsanın kaynak sıkıntısı çekme derecesi arttıkça kaynağa erişmek için yapacağı şeylerin sınırı azalır. Bunu antropolojik olarak da destekleyebiliriz sosyolojik olarak da. Fakat şöyle bir ilginç nokta yaşanır, insanın ne yapacağının sınırları, insanın etiği ile çizilmiş gibi görünür. Ancak bu çizgi çizilebildiği gibi silinebilir de. Bunun bariz varlığını, bir insana basit sorular sorarak bile anlayabiliriz. Herhangi birisini öldürüp öldürmeyeceği sorusunu sorduğunuzda muhtemelen “hayır” cevabını verecektir. Eğer hayatta kalmak için zorunlu ise (veya bir şeyi kurtarmak için zorunlu ise) ve öldürme imkanı da varsa aslında öldürecektir. Nitekim bu koşullar altında öldürür müydünüz diye sorarsanız, yabancılaşmış bir pasifist değilse evet diyecektir. Her etik ve ahlak değerleri, maddi koşullar onu yeterince zorladığı takdirde değişir, bu yüzden “insan doğası” olarak adlandırılan insanın toplumsal ve bireysel yapısı statik değil; değişkendir. Aç kalan bir insan yemek için daha önce yapmayacağı şeyleri yapmaya başlar. Öldürülmek üzere olan bir insan vahşileşir. İhtiyaç duyduğu şeylere ulaşamayan insan da benzer refleksle onu elde etmeye çalışır.
Bir sosyopattan, psikopattan başka kim ihtiyaç duyduğu her şeye (sadece fizyolojik değil!) ulaştığı surette birilerini bir ihtiyaç duyulan malı elde etmek için öldürür? Kim bir mental sorun yaşamadığı ve varlık içerisinde olduğu halde bir şeyler çalar? Aranızdan kaçı varlık ve huzur dolu bir hayatı hırsızlık ve ölüm dolu bir hayat için terk etmeye razı?
Kaynak sorunu arttığı surette, ona erişebilmek adına neler yapıldığına; kaynak sorunu azaldığı surette ise neler yapılmadığına bakmak için tarih ve günümüz toplumu iyi bir öğretmendir. Korsanlar filmler ve hikayelerdeki gibi kan ve şarap içmek için denize açılan haydutlar değillerdi, yokluk içerisindeki dünyada varlığı yaşamak isteyen haydutlardı. Barbarlar sadece “zevk” için diğer kabileleri soykıran insanlar değillerdi, habitat ve yağmadan elde edilen ganimet için soykıran canavarlardı. Bunların hiçbirinin haklı veya etik olduğunu söyleyemem, etik yargı bir yanılsamadır. Günümüz gözüyle baktıkça etik gelmez, ancak o dönem için sanılan kadar etik dışı değildi.
Bunları kabul ettiğimize göre, endemik kaynak krizine geçebiliriz.
Bir kaynak krizinde, tahmin edilebileceği gibi, tüketim mallarına erişim kısıtlanır. Bu durumda ona erişmek adına yapılan eylemler, tüketici özne olarak insanın gitgide azalan tüketiminden ötürü tüketime olan yabancılaşmasına; aşırı tüketim hırsına büyük bir darbe vurur. Tüketimin gerek-tözü olan ihtiyaçların hiyerarşisi kendi doğasına uyumlu hale gelir. Çünkü temel tüketimi bile yapmakta zorlanan kişi, diğer “lüks” sayılabilecek tüketim mallarına eskisi kadar değer veremeyecek duruma gelmiştir. Böyle bir durumda, tek başına bu krizden kurtulamıyorsa vay haline! Eğer tek başına bu krizden kurtulabiliyorsa, bu daha kötü bile olabilir. Tek başına böyle bir durumdan yardım almadan kurtulabilmek, bireysel tüketimi için gerekli her şeyi kendi başına karşılaması demektir. Bunun zorluğu ve bazı kesimler için imkansız olması, aynı durumdan muzdarip olan kişilerle bir rekabete girilmediği sürece kollektif bir dayanışmaya yol açar. Nitekim, ani veya kriz olmayan kaynak sorunlarında, örneğin kabilelerde farklı bir şey yaşanmaz. Kabile, gönüllülük esaslı bir birliktelik içerisinde ise, kendi içinde kaynak rekabeti pek de yoktur. Bu rekabetin olmaması ve kaynak erişiminde kollektif güce ihtiyaç duyulması ile beraber bu insanların birleşmesi mümkün olur. Ancak, kabile birleştiği takdirde, bu kabile olmasa bile, kendi kaynaklarını elde edebiliyorlarsa; diğer gruplar ile rekabete girmeleri de olanaklı olur. Buna dayalı bir ahlak anlayışına Tribalizm adını veririz. İşte geçmişte türeyen kabileler de, orada burada şimdilerde bile türeyen çeteler de bundan ötürü beraberdirler.
Fakat konu kapitalist topluma geldiğinde, geniş halk kitleleri bir kaynak krizinde iken çeteleşme ve kabileleşmenin önü kesilir. Bunun sebebi bireyler arasında bireysel bağın buna elvermemesi olarak gösterilebilir, ama yetersiz kalır. Çete ve kabile gibi örgütlenme anlayışları geçici değildir, kalıcıdır. Fakat bu kaynak krizlerinde bölgede yaşayan insanlar kalıcı bir örgütlenmeyi değil, geçici bir yardımlaşma örgütlenmesini tercih ederler. Bunun sebebi krizi atlatabileceklerine dair olan inançtır, krizin geçici olduğunda dair olan inançtır. Çünkü kapitalist toplumdaki Proletarya sınıfı, kendi yaşamını kendi elde ettiği mübadele araçlarını (para vb) kullanarak sürdürür. Aile kurmak, sosyalleşmek bile bireysel yaşantının ve bireysel varoluş mücadelesinin kalıplarıyla sınırlıdır. Bu yüzden kriz anlarında kalıcı örgütlenmek yerine geçici örgütlenme tercih edilir. Nitekim örgütlenme kalıcı olacaksa bile, bağı geçicidir.
Bu durum kitlesel dayanışmayı mümkün kılar. Küçük parçalara ayrılmış, Tribalist bir ahlak anlayışından kurtulamamış bir kitle yerine seferber haline gelmiş bir kitleyi olanaklı kılar. Kalıcı bağın olmaması, kapitalist toplumda ironik bir biçimde, onu yıkacak kitlesel dayanışmanın da önünü açmıştır. Bu insanlar, bir kaynak krizinde küçük parçalara ayrılmış Tribalist gruplar olarak sistemi yıkamazlar. Ancak bir kapitalizm kaynaklı kaynak krizinde, kitlesel seferberliğin mümkün olmasıyla birlikte, kapitalizmi yıkmanın konsensüsünü kendi içlerinde içeriyorlarsa; işte bu durum kapitalist sistemi yıkabilecek bir durumdur. Fakat bu kitlesel dayanışmalar kapitalizmi yıkmanın konsensüsünü taşımıyorsa yapabilecekleri şeyler daralır, kaynak krizini kökünden çözmeleri de olanaksızlaşır. Geçici kitlesel dayanışma ile kitlenin kaynak krizini atlatması sağlanılır ve kapitalist sistem içerisinde yaşama dönülür. Devrimci Marksistlerin hedeflerinden birisi, bu tip krizlerde kitlesel dayanışmayı örgütlemek ve bunun sorunu kökten çözmeye sağlaması için elinden geleni yapmak değil ise, başka ne olabilir?
Kapitalizmi yıkmanın konsensüsü, birden gelişebilecek bir şey değildir. Toplumda bunun nesnel gerekliliklerinin ve polemiğin tabanlaşmasının gerçekleşmesi gerekir. Toplumda nesnel gereklilikler var iken polemiğin tabanlaşmasının yaşanması, kapitalizmi lağvetme polemiğinin toplum tabanında gündem olması ve konuşulması demektir. Bu tabanlaşan polemikte lağvedilişçi gruplar üzerinde güçlü bir propaganda yaparak, yani dışarıdan-bilinç aşılayarak devrimci konsensüsü yaratmak mümkündür, bu durumda geriye genel grev örgütlemek ve işçi milisleri kurmak gibi lağvedilişin zorunlu eylemlerini yapmak kalır. Fakat endemik kaynak krizlerinde kitlesel seferberliğin bu polemiğin tabanlaşmasını yaşamaması nedeniyle bu lağvediliş durumu yani devrim durumu deterministik bir biçimde %100 oranında görülmez. Kitlesel seferberliğin gücü mevcut devlet organlarıyla düşürülür, tahrip edilir. Türeyen tribalistik çeteler/gruplar bu durumdan faydalanır. Kaynak krizi nedeniyle kâr elde etmenin önü açılır. Kriz bittiğinde ise, elde kalan şey eski pisliğin aynı biçimde devam etmesi ve krizin faturasının emekçi kitlelere kesilmesidir.