(1.) Erdoğan-Bahçeli ittifakı seçim(ler)den kayıpla çıktıktan sonra rejimleri bir meşruiyet krizine girmiş ve bir tartışma konusu olmuştur.

Erdoğan-Bahçeli ittifakının üzerinde sistemde revizyon yapılması gerektiği yönünde yüksek basınç oluşturuldu. Liberal odaklar tarafından Erdoğan rejminden yumuşama beklentileri yükseldi. Erdoğan rejimi ise beklenenlerin tersini yaptı. Bunun başlıca nedeni Erdoğan rejiminin devlet baskısı dışında yönetebilme yetisi kalmamasıdır. Erdoğan rejimi ne zaman yıpransa ve siyasal meşruiyet krizi yaşasa bu süreçten kurtulmak için savaş, güvenlik, teröre karşı mücadele etiketi altında Kürt düşmanlığı üstünden kendisine siyasal meşruiyet ve hareket alanı açmaktadır.

31 Mart ve 23 Haziran seçim yenilgisinin verdiği yıpranma ve itibar kaybından sonra Erdoğan rejimi yeni bir “Beka” sorunu yaratmanın nesnel zeminini oluşturma sürecine girdi. Bunun için ırkçılığı kışkırtması gerekmekte ve “Beka” aforizmalarının hayat bulması için somut bir savaşa ihtiyacı vardı. Bu yeni gündemin tüm düzen muhalefetini kendisine yedekleyip, kapitalist krizin üstünü örtmeye yönelik olmalıydı. Bunun için de tüm düzen muhalefetinin uzlaşı içinde olduğu mülteci düşmanlığını kullanmaya başladı.

Mülteci tehciriyle muhalefetin seçim öncesi Erdoğan’a yönelttiği ana argümanı boşa çıkartmakta, ırkçı-milliyetçi dalgayı büyütmekte ve kendi önderliği altında konsolide etmekte.

İkinci hamle olarak Suriye’de Kürtlerin hakimiyetinde olan bölgelere “Güvenli Bölge” adı altında yeni bir işgal düzenlemektedir. Mesele Kürtlere karşı savaş olunca Erdoğan tüm düzen güçlerini kendi saflarında örgütleyebilmekte ve neticede kendisine siyasal meşruiyet alanı açabilmektedir.

Erdoğan rejiminin ekonomik ve siyasal krizinin üstünü örtebilmek ve kendisine meşruiyet alanı açabilmek için tek yapabileceği hamle savaş, işgal ve ırkçılıktır.

(2.) Erdoğan’ın Suriye politikasının temelinde emperyal iştah vardır. İç savaşa müdahil olurken, Türkiye’nin hedefi “Şam’da Emevî Camisi’nde Cuma namazı kılmaktı.”

Hedeflerinde Suriye’nin işgali, Ortadoğu’daki Emperyalist savaştan pastadan pay alarak çıkmak vardı. Erdoğan rejimi bundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Yıllarca bu hedef doğrultusunda IŞID, El-Nusra, ÖSO gibi cihatçı terör örgütlerine açık destek verdi.

ABD ve Rusya arasındaki Emperyalist kutuplaşmadan faydalanarak kendisine manevra alanları açtı. Bazen ABD ile yakınlaştı bazen Rusya ile. Her iki Emperyalist kutup da bölgesel güç olan Türkiye’yi kendi saflarına çekebilmek için yoğun çaba harcadı.

Erdoğan rejimi bulduğu tüm hareket alanlarını Suriye’de gerçekleştirdiği işgaller ile açtı (Afrin, Cerablus, El-Bab). Şimdi de gözünü Rojova’ya dikmiş durumdadır. Savaş siyasetin şiddet aracılığıyla yürütülmesidir. Erdoğan diktatörlüğünün siyasetini yürütebileceği başka bir araç kalmamıştır.

(3.) Erdoğan-Bahçeli koalisyonu yeni bir “Beka” sorunu uydurarak “Güvenli Bölge” oluşturma adı altında Fırat’ın doğusunun işgalini yeniden gündeme getirdi.

ABD ile bu konuda uzun görüşmeler gerçekleştirdi. Erdoğan sürekli olarak bu işgalde kararlı olduğunu dile getirdi:

“Türkiye, tribünden seyreden değil, hadiseleri yöneten aktör olmalı. Gerektiğinde zorlayıcı diplomasi gerektiğinde fiili güçle milli menfaatlerimizi savunacağız. Suriye’nin kuzeyindeki terör bataklığını kurutmak en öncelikli meselemiz. Sınırımızda kanser hücresi gibi büyüyen yapı yok edilmeli. Böylece Suriyeli kardeşlerimizin huzur ve güvenle yaşayacağı barış koridorunu kuracağız. ABD’den gerek PKK/YPG terör örgütünü silahlandırmaya son vermesi, gerek FETÖ elebaşılarını iade etmesi konularında net adımlar bekliyoruz. Kimse kimseyi kandırmasın. S-400’ler NATO’ya ve F-35’lere hiçbir zarar veremez.”

– RTE, 11. Büyükelçiler Konferansı

Temmuz sonunda ve Ağustos ayında ABD heyeti ile AKP hükümeti Ankara’da Kuzeydoğu Suriye’de “güvenli bölge” pazarlığı gerçekleştirdi. Milli Savunma Bakanlığı görüşmelere dair şu açıklamayı yaptı:

“A) Türkiye’nin güvenlik endişelerini giderecek olan tedbirlerin bir an önce uygulanması,

B) Güvenli bölge tesisinin ABD ile birlikte yönetimi için Türkiye’de Harekat merkezinin en kısa zamanda kurulması,

C) Güvenli Bölgenin bir barış koridoru olması ve yerinden edilmiş Suriyeli kardeşlerimizin ülkelerine dönmeleri için her türlü ilave tedbirlerin alınması konusunda karar verilmiştir.”

Bu anlaşma yapılmadan çok kısa bir süre önce ABD Savunma Bakanı Mark Esper Türkiye’nin yapacağı operasyonları engelleriz açıklamasında bulundu.

Şam yönetimi ise ABD ve Türkiye arasındaki ‘Güvenli Bölge’ anlaşmasını tanımadıklarını, ABD ve Türkiye’yi işgalci olarak gördüklerini açıkladı.

Güvenli Bölgeye dair somut veriler henüz sözkonusu değildir. Güvenli Bölgenin hangi bölgeleri kapsayacağı, bu bölgeye hangi güçlerin konuşlanacağı, bu bölgeye sürülecek Suriyelilerin kimler olduğu ve bölgenin yönetiminin nasıl sağlanacağı sorularının henüz bir cevabı yoktur.

– Türkiye, Kürt topraklarını işgal edip bölgeyi cihatçı örgütlerin eline bırakmayı ve Türkiye’deki Suriyeli mültecileri yerleştirmeyi amaçlamaktadır.

– ABD ise İran’ı kuşatabilmek için bölgesel güç Türkiye’yi kendi tarafında istemektedir, böylece İran, Esad rejimi ve Rusya’yı zor durumda bırakmak istemektedir. Bu hedefi gerçekleştirirken Kürtlerle yapmış olduğu ittifakı da bozmak istememektedir ama çıkarları doğrultusunda Afrin’de olduğu gibi Rojova’nın işgali için Türkiye’nin önünü açabilme potansiyeline sahiptir. Bu olasılık SDF’nin, Esad ve Rusya’dan destek alıp Türkiye’yi çıkılması zor bir bataklığa saplanmasını içermektedir.

4) Modern hukuk kurallarında cinayet en büyük suçlardan biri olarak nitelenmektedir. Fakat devletlerin gerçekleştirdiği cinayetler, savaş adı altında gerçekleştirilen katliamlar, işgaller ve işlenen tüm insanlık suçları güvenlik, milli çıkarlar, barış operasyonu gibi ironik bahanelerle meşrulaştırılmaktadır.

Erdoğan’ın “Güvenli Bölge” tanımı da böylesine ironik bir durumdur. Hiçbir işgalci güç işgal için başka bir ülkenin toprağında olduğunu iddia etmez. Ya barış için, demokrasi için ya da “milli” güvenlik için oradadırlar! Sözün kısası işgal ettikleri toprakların halkını zulümden kurtardıklarını ve hiçbir sivilin kılına dokunmadıklarını iddia ederler. Ama gerçekler bunun tam tersidir! Katliamlar, tecavüz, işkence, yıkım, sömürgeleştirme sözkonusudur.

Erdoğan rejiminin tüm Suriye politikasında bunlar gerçekleşmiştir. Afrin ve Rojova’nın Türkiye için bir tehdit oluşturmadığını başta Erdoğan olmak üzere tüm dünya bilmektedir.

Erdoğan diktatörlüğünün güvenli bölge arayışı kendi iktidarının güvenliği sorunundan ibarettir. Kendi iktidarını tehtid altındadır çünkü yaşanmakta olan ekonomik ve siyasal krizin altından kalkabilmek yetisine sahip değildir. Tel tel dökülen burjuva devlet aygıtları bir meşruiyet krizindedir.

Erdoğan diktatörlüğünün bu krizin altından kalkabilmek için savaşa ihtiyacı vardır. Erdoğan’ın emperyal politikalarını yüksek sesle dile getirip bunu eyleme dökmesiyle Başkanlık hedefini bildirmesinde paralellik vardır.

2008 Dünya ekonomik buhranından sonra piyasalarda küçülmeler yaşanmaya başlanmıştır. Türkiye için küçülmeden kurtulmanın tek yolu yeni pazar alanları açmaktır ve bunun yolu da emperyalizmdir.

Sermaye bu krizde işçi kitlelerin kendisine karşı ayaklanmasını engellemek için işçileri birbirine düşürmesi gerekmektedir ve milliyetçilik ile ırkçılık zehiri bunun için biçilmiş kaftandır. Erdoğan rejimi bugün mülteci düşmanlığı üstünden başlattığı ırkçı dalgayı Kürt düşmanlığı üzerinden sürdürmektedir.

Türkiye’de Kürtlere karşı sömürgeci politikalar uygulayan Erdoğan rejimi, aynı zulmü Suriye Kürtler getirme kararlılığındadır. Kürtlerin tüm kazanımlarına karşı bir savaş içerisine girmiştir. Bu savaşla birlikte Kürt Sorunu uluslararası bir boyut kazanmakta ve Kürt halkının mücadelesi de uluslararası bir platforma girmektedir.

Sözün kısası Suriye’de yaşayan halkların Türkiye halklarına karşı bir güvenlik sorunu yoktur. Güvenlik sorunu yaratan bizzat Erdoğan rejiminin kendisidir.

Türk ve Kürt işçiler için tek güvenlik sorunu vardır: Erdoğan rejimi, sermaye devleti ve sınıfı.

5) Düzen siyasetinin tamamı kendi içlerinde ne kadar kavgalı görünseler de bu esasında bir balıkçı kavgasından ibarettir. Mesele işçiler, Kürtler, ezilenler olunca “Ülke Çıkarları” adı altında aynı saflarda birleşmektedirler.

Ekonomik kriz dönemlerinde patronları kollayan krizin faturasını işçilere ödetilmesi söz konusu olunca tüm düzen partileri aynı telden çalmaktadır. “Ülke Çıkarları” için Erdoğan diktatörlüğüne destek vermek için sıraya girilmektedir. Aynı durum mülteci sorununda da yaşanmaktadır. Erdoğan mülteci tehcirini bildirdiğinde tüm düzen muhalefeti buna destek verdi.

Konu Kürtler olduğunda da bu yaşanmaktadır. Kürtlere karşı atılan her adımda tüm düzen muhalefeti iktidara destek vererek Kürtlere karşı yürütülen sömürgeci savaşı bir vatan savaşı olarak lanse etmektedir. Afrin’in işgalinde de bunu açık bir şekilde tecrübe ettik. Tüm düzen muhalefeti Erdoğan diktatörlüğü ve cihatçı El-Kaide / ÖSO ittifakında gerçekleşen işgali destekledi.

Bugün ise aynısı Rojava için olmaktadır. CHP yönetimi “Güvenli Bölge” operasyonunu desteklediğini açıklamıştır.

“CHP yönetimi Sonbaharda “Suriye’de Çözüm” adlı bir organizasyon kurulacağını; Suriye’deki tüm tarafların temsilcilerinin PYD istisnasıyla bu organizasyona davet edileceğini açıkladı.”

Temel siyasal söylemleri laiklik ve cumhuriyet olan CHP konu Kürtler olunca tüm cihatçı terör örgütlerini muhatap kabul edebilmektedir fakat tek demokratik ve seküler siyasal öznesini dışlamaktadır.

31 Mart Seçimlerinde Erdoğan faşizmini sandıkta geriletme adına CHP’ye oy verilmiş, CHP-İYİP ile birlikte geniş bir demokrasi cephesi kurulacağı ümit edilmiştir. Lakin sözkonusu Kürtlere karşı savaş olunca Erdoğan faşizminin geriletecek olan (!) CHP-İYİP ittifakı iktidarı ayakta alkışlıyor.

Herşeyin çok güzel olma sürecine girdiği tartışılmaz bir gerçektir. Lakin burada “Herşey Erdoğan diktatörlüğü için çok güzel olmaktadır”!

İşçiler, ezilenler ve Kürt ulusu için herşey büyük bir yıkıma gitmektedir. Parlamenter düzen içi alternatiflerin hayal kırıklığını beraberinde getirdiği bir kez daha acı bir şekilde tecrübe edilmiştir.

Bu savaşa Neden Karşı Çıkmalıyız? Neden Rojava’yı Savunmalıyız?

Bu savaşın karşısında durmalıyız. Çünkü bu savaş işçilerin, ezilenlerin savaşı değildir! Erdoğan rejiminin kendisine siyasal meşruiyet alanı açma savaşıdır.

Bu savaşa karşı çıkmalıyız. Çünkü sermaye hükümetinin iddia ettiği gibi bir güvenlik sorunu yoktur. Lakin Erdoğan’ın Suriye’deki emperyal faaliyetleri devam ederse tüm ülke adım adım savaş bataklığının içine saplanacak ve bunun bedeli işçi sınıfına ödetilecektir!

Bu savaşa karşı çıkmalıyız. Çünkü krizin yükünü sırtlayan işçilerin sırtına bir de savaş yükü konulacaktır. Erdoğan rejimi statükosunu korusun, 2-3 sermayedar daha fazla para kazansın diye ölmeye, öldürmeye, kardeş kanı dökmeye gitmeyeceğiz!

Gerçek düşman Suriyeliler, Kürt halkı veya başka bir ulus değildir! Gerçek düşman sınırların ötesinde değil fakat içeride! Gerçek düşman bizimle aynı dili konuşan sermaye sınıfıdır!

Gerçek düşman Suriye iç Savaşının provakatörlüğünü yapıp cihatçı terör örgütleri ile kol kola yürüyen katil Erdoğan rejiminin kendisidir. O yüzdendir ki öfkemizi sermaye devletine çevirmemiz şarttır.

Rojova’yı savunmalıyız: Çünkü Rojova bölgesi, cihatçı terör örgütleri ve Baas diktatörlüklerinin hüküm sürdüğü Ortadoğu’da tüm inançların, tüm halkların, kadınların, ezilenlerin demokratik hak ve hürriyetlerini tanıyan tek coğrafyadır.

Rojova’yı savunmalıyız: Çünkü bu Kürt halkının en büyük kazanımıdır.

Erdoğan diktatörlüğünün daha fazla güç kazanması başta Kürtler olmak üzere kendisinin tüm toplumsal muhalefete daha şiddetli şekilde saldırması demektir. bu savaşın karşısında olmak, işçi sınıfına bu savaşın gerçek yüzünü göstermek, Rojova’yı küresel düzeyde savunan organizasyonlar örgütlemek devrimci komünistlerin bir görevidir.