Haziran ayı birçok yönden şaşırtıcı bir aydır. 15-16 Haziran’ı düşünelim, Paramazları hatırlayalım, 28 Haziran’a bakalım. Bunların yanında Gezi isyanını unutmayalım. 2013 Onur Yürüyüşü’nden sonra LGBTIQA+ mücadelesinin en görünür ve kitlesel olduğu zamandı. Gezi isyanı birçok konuda olduğu gibi queer mücadeleleri için bir milattı. Bu ve bunlar gibi mücadelelerin içerisinden Onur Haftasını mercek altına alalım.Konu bu hafta olduğunda kimi sağ muhafazakarların kimi kapitalistlerin dillerinde sanki hep bunları söylüyorlarmışçasına bir queer sahipleniciliği… Veya en özgürlükçü, en devrimci kesilen insanların bu konu hakkında ağızlarını bıçak açmamaları veyahutta bu konuda en tasfiyeci yaklaşanları… Aydınlatılmaya açık birçok yer bırakan bu konu haziran ayı geldiğinde ortaya çıkar ve haziran ayına veda ederken sönümlenir. Queer, toplumsal cinsiyet, LGBTIQA+, Pride… Ezilen demekten bilhassa çekinen, aktif nefret siyasetleri yürütüp kitleci kimliklerinden sıyrılamayan siyasetlerinin birbirlerinin kulaklarına fısıldayarak: “Bu konuda konuşmalıyız.” dediği o kelimeler. Bu yazımızda bu kavramları derinlemesine inceleyerek onların ne olduklarınından değil gümüzde biz ve bizim gibi düşünenler için ne anlama geldiklerini biraz da olsun irdeleyeceğiz.

Onur Haftası, queer bireylerin varoluşlarını kutlamalarının yanı sıra, eşitsizliklere ve ayrımcılığa karşı seslerini yükselttikleri bir zaman dilimidir. Ancak bu kutlamalar, aynı zamanda politik bir platform olarak da işlev görmelidir. Bir trans bayrağının hükümet veya halk üzerinde ne kadar korkutucu bir etki yarattığını gözlemleyebiliyoruz. Özellikle Türkiye’de, AKP hükümetinin açık bir şekilde trans ve kuir bireylere karşı yürüttüğü politikalar endişe vericidir. Bu politikalar, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet kimliği temelli ayrımcılığı derinleştirmekte ve bireylerin yaşam hakkını tehdit etmektedir. Bu bağlamda sessiz kalmak, bu ayrımcı politikalara dolaylı destek vermek anlamına gelir. Buna alternatif sunmamak, sessiz kalmak bu söylemlerin doğrudan doğruya arkasında durmaktan başka hiçbir şey değildir. Ancak, mücadeleyi yalnızca Onur Haftası ile sınırlamak da yeterli değildir. Gerçek bir değişim ve adalet için, queer mücadelesini yılın her günü sürdürmek gerekmektedir. Ancak bunu yaparken salt bir queer kurtuluşu/mücadelesi perspektifinden yürünemeyeceğini açıklamalıyız. Erkek egemen topluma karşı, faşizme karşı, siyonizme karşı, şu veya bu emperyalizmlerine karşı kurtuluşumuzu gerçekleştirebileceğimiz tek cephe; proleter cephedir. Queerlere, kadınlara, ezilen ulusların fertlerinin verdiği mücadelelerde tarih onların ezildiğini yazmıştır. Apaçık ortada olan ise verilen mücadelelerin pek azında sınıf perspektifi korunmuştur. Haliyle bu değişimler, kitleler arasında yalnızca sistem içerisindeki reformlarla sağlanabilecek gibi bir algı oluşturulup sistemle bir süre de olsa köhneleşen düzenle barışı sağlamıştır. Ancak bu barışların gerçekte hiçbir şeyi değiştirmediğini gösteren nihai şey ise dünya proleteryasının devrim mücadelesinin hala sürüyor olmasıdır. Gerçek değişimi sağlayabilmek için, toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı sadece bireysel çözümler değil, sistemin tamamen tepetaklak edilmesini sağlayabilecek, dünya proleteryasını zafere götürecek bir enternasyonal devrimci program gereklidir. Dünya proleteryasının devrimci mücadelesi, gerçek değişimi sağlamak için yol göstericidir. Bu mücadele, sadece toplumsal cinsiyet ayrımcılığına, topmlumsal cinsiyet rollerine karşı değil, tüm ezilmiş kesimlerin mücadelesini birleştiren bir çerçeve sunar.

Bu perspektiften bakıldığında görüyoruz ki sınıf mücadelesi, queerleri toplumun ezilen kesimlerinden biri olarak sayar ve ayrılmaz şekilde sınıf mücadelesiyle bağlantısını ortaya koyar. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve eşitsizlikler, kapitalist üretim ilişkilerinin ve sınıf baskısının bir sonucudur. Kapitalist ekonomik yapıların ve sınıf eşitsizliklerinin ortadan kaldırılmasıyla özgürleşilecektir. Bu nedenlerden dolayı; queer mücadelesi tıpkı neoliberal kimlikçi politikaların istediği gibi sadece bireysel özgürlükler veya sembolik eşitlik talepleriyle sınırlı kalmamalı, aynı zamanda kapitalizmin ve patriyarkanın kökten yıkımında sınıf mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır.

Dan Healey -Rusya’da eşcinselliğin tarihini inceleyen çalışmaların öncüsü-, 1991 sonrasında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra birçok arşiv dosyasının erişilebilir olmasından dolayı bu çalışmalarını tarihsel kaynaklara dayandırarak devam ettirmiştir. Lenin döneminde Çarlık Rusya’sının hukuk kodunun terk edilmesiyle birlikte eşcinsellik suç olmaktan çıkarılmıştır. Burada, queer mücadeleyi tasfiye etmek isteyenlerin bir argümanı bulunmaktadır. Bu dönemde yalnızca Çarlık Rusya’sının hukukuna karşı bir mücadele güdüldüğünden eskide olanlar topyekün tasfiye edilmiştir. Bu nedenle queerlerin Sovyetler içerisinde hakları tamamen rastlantısal gerçekleşen bir olaydır. Olaya bu şekilde bakmak, Bolşeviklerin çalışmalarını görmezden gelmekten başka bir şey değildir. Burada kaldırılan yasalardan bir tanesi de devlet işlerinde eşcinsel sivil ve siyasal haklar üzerindeki Çarlık yasaklarıdır. 1920’lerde ise Sovyet hükümeti ve bilimsel topluluk cinsel araştırmaya, cinsel özgürleşmeye ve eşcinsel özgürleşmeye büyük ilgi gösterdi. Alman Cinsel Araştırmalar Enstitüsü’ne birçok delege gönderdi. Yalnız Sovyetler içerisinde değil tüm uluslarda eşcinsel hakların iyileştirilmesini destekledi. Lenin’in ölümünden 10 yıl sonra, Stalin döneminde 1934 ‘te erkek eşcinselliğini suç sayan yasalar uygulanmaya başladı. Günümüzde stalinistler tarafından komünizmi saptırmaya yönelik her hareket burada da kendisini gösteriyor.

Tarihsel referanslara baktığımızda muzaffer Ekim Devrimi sonrasında uygulanan politikaların genel olarak olumlu bir portre çizdiği görülüyor. Ancak bu demek değildir ki günümüz şartlarını esgeçerek yalnızca onlarıla tıpatıp aynı çalışmaları yürütmeliyiz. Günümüzde queer başlığı özellikle 68 Mayıs’ından sonra daha da derinleşmiştir. Haliyle bilgi kirliliği de fazladır. Tarihin akışıyla beraber daha az bastırılan, daha gözler önüne serilen queer özgürleşmesinin tam anlamıyla mümkün olabilmesi için, aktivist değil militan devrimci bir tavır güdülmesi gerekiyor.

Sonuç olarak, Haziran ayı hem tarihsel mücadelelerin anısını yaşatan hem de queer bireylerin varoluş mücadelesini ön plana çıkaran önemli bir zaman dilimidir. Onur Haftası, eşitsizliklere ve ayrımcılığa karşı seslerin yükseltildiği bir platform olmanın ötesinde, politik bir direniş alanı olarak da işlev görmelidir. Ancak bu mücadele sadece sembolik eşitlik talepleriyle sınırlı kalmamalı, aynı zamanda kapitalist ve patriyarkal yapıların kökten değişimine yönelik bir sınıf mücadelesi olarak ele alınmalıdır. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve eşitsizlikler, sınıf baskısının ve kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan bir sonucudur ve bu nedenle sadece sistemin tamamen tepetaklak edilmesiyle ortadan kaldırılabilir. Günümüzde, queer özgürleşmesini tam anlamıyla gerçekleştirebilmek için militan bir devrimci tavır ve uluslararası bir enternasyonalist perspektif gerekmektedir. Böylece, tüm ezilen kesimlerin mücadelesi, queer mücadelesini de içerisine alarak gerçek ve kalıcı bir değişim sağlayabilir.