Dil kolektif etkinliğin (toplumun) bir ürünüdür. İnsanlar birlikte üretir ve ürettiklerinden ötürü birlikte olurlar. Bunun sürekliliği için ise dil esastır.

Dil soyut düşüncelerin üretilmesinin ve ifade edilmesinin yoludur. İnsan bilincini dilin ve neticede toplumun doğuşu ile kazanmıştır. Bundan önce insanın belleği birbirinden bağımsız görüntü ve sesler ile doludur. Dil ile beraber bu ses ve görüntüler mantığın gücüyle (tümevarım ve tümdengelim ile) birbirine bağlanır ve anlamlı bir bütün oluşur. Dil bir yapıştırıcıdır. Bu noktada insanı hayvandan ayıran şey şudur: “İnsan kelimeler ile düşünür.”

[Öyle ki Aristotales duyamayan hayvan ve insanların öğrenme yetisinden yoksun olduğunu iddia etmiştir. Onun buradaki hatası dili sadece duymaya indirgemektir. Dil sadece duyulabilir değil fakat aynı zamanda görülebilirdir. İşitme engelliler işaret dilini kullanabilir veya dudak okuyabilir. Bu durumda onlar bizim gibi sesler ile düşünmezler fakat görüntüler ile düşünürler. Dil yine de söz konusudur.]

Anılar (belleği oluşturan birimler) bağlanmakla kalmaz ve bir bütün olarak adeta kendi ayakları üstüne kalkar. Soyut veya genel bir ögeye dönüşürler. Örnek vermek gerekirse bireyin gözlemlediği sınırlı sayıda olay genel bir yargıya dönüşebilir (ki bu bilimsel yöntemin temelidir):

Yağmurlu günlerden sonra yerde mantarların bittiğini pek sefer gören biri mantarların nemi sevdiği genel yargısına ulaşabilir.

Bunun dışında Matematik belki de dil ile soyut düşünce arasındaki ilişkinin en iyi örneğidir. Bu bilim dalı Rönesans dönemiyle birlikte kendi sembolik diline kavuşmadan önce bir durgunluk sürecindeydi fakat bu dil İtalya’da doğduğu gibi Matematik tarihi bir yüzyılda bir milenyumluk gelişmeye tanık oldu. Bu ise devrilen domino taşları gibi daha büyük gelişmeleri tetikledi. Matematiğin sembolik dili gitgide daha da gelişiyor ve bu ise ona daha soyut fikirleri ifade edebilme yetisini kazandırıyordu.

Diller bu şekilde zamanla gelişir ve daha soyut fikirleri ifade edebilme yetisini kazanır. Bu ise üretim ögeleri ve buna karşılık gelen üretim ilişkilerindeki gelişmelerin bir sonucudur. Daha gelişmiş üretim ilişkileri demek daha gelişmiş bir dil demektir. Rönesans’ın Kapitalizmle birlikte doğması bir tesadüf değildir çünkü gündelik hayat soyut değerin taşıyıcısı metalar ve parayı ifade edebilecek kadar soyut bir dile ithiyaç duymuştur. Bilim ve toplumsal devrimler dili doğurur. Dil ise bilimi ve devrimleri doğurur.

Tam da bu nedenden ötürü dil çok tehlikeli bir silahtır. Burjuvazinin ezilenlerin eline geçmesini istemeyeceği kadar tehlikeli bir silahtır. Sömüren sınıfların elinde devlet aygıtı ve medya bulunur. Bu iki vasıta ile dili kontrolleri altına alırlar.

Dilin Dejenerasyonu

Bu eskiden Nazilerin devlet ve medya ile yaptığı bir şeydir. Şimdi günümüzün pek özgür neoliberal ülkelerince devlet ve özellikle medya ile yapılmaktadır.

Nasyonal Sosyalistler yüksek standartta bir dili, bir bilim ve kültür dilini hiçbir zaman tercih etmediler. Onlar için önemli olan halkın kolayca anlayabileceği bir dilin konuşulması ve ne olursa olsun toplumun güdülenmesiydi. Dilsel güdüleme sadece basit ve standart bir dile ithiyaç duymaktadır. Dilin ve kültürün gelişmesi aynı zamanda toplumsallaşmanın ve medenileşmenin gelişmesi demektir. Bu da farklı bir hedefe yönelmiş olan iktidarın yararlanacağı bir durum değildir ve hatta gelişmiş bir kültür dili şiddeti kullanmaktan çekinmeyen ırkçı bir ideolojiye engeldir. Standart bir dilin önemine Goebbels 1934 yılındaki parti kongresinde yaptığı şu konuşmayla dikkat çekmektedir:

‘Halkın anlayacağı bir dili konuşmalıyız, kim halka hitap etmek isterse, Martin Luther’in söz etmiş olduğu gibi, halkın ağzına bakmalıdır.’

Dil ve Şiddet (İmran Karabağ)

Dil basitleştirilir / bayağılaştırılır. Gündelik dil övülüp yüceltilirken bilim ve felsefenin dili bir tabu olur (günümüz medyasının dayattığı tam olarak budur).

Kitaplar devlet tarafından toplanıp yakılır. Sırf dil basitleştirilmekle kalmaz fakat hepsinden daha kötüsü kitleler Türkiye’de olduğu gibi anadilde eğitimden yoksun bırakılıp tamamen bilimsel geri kalmışlığa mahkum edilir.

Bütün bunlar yapılır çünkü dil ne kadar geriye giderse üretim ile ifade gücünü o kadar kaybeder ve insanlar da aptallık ile cahillik içinde sıkışır. Unutmayalım ki sınıflar soyut bir kavramdır. İnsanlar üstünde “ezen” ve “ezilen” diye etiket taşımazlar! Soyut kavramların ifade edilememesi insanı sınıf körlüğüne mahkum eder. İnsan gözünün dibindeki sistematik sömürü ve adaletsizliği göremez. Görse de ifade edip anlam veremez.

İşte bu yüzden cehalet bir tercih değildir. Cehalet kitlelere dayatılmış bir afyondur.

Peki bunun çözümü nedir?

Dillerin gelişimine özgür ve eşit bir şekilde devam etmesinin ve neticede cehaletin kırılmasının tek yolu toplumun özgür ve eşit bir şekilde yeniden inşa edilmesidir. Yani insanlığın geleceğe bir adım atıp sosyalizme varmasıdır. Bunun tek yolu ise toplumsal devrimdir.

Medya kitlelerin demokratik kontrolü altına girecektir. Devletin ve sermayenin sırf daha fazla para ve otorite için kontrol ettikleri bir mecra olmaktan çıkacaktır. Bundan sonra bilim ile kültürün bir aracı olacaktır. Aptallık ile tüketiciliğin değil!

Akademi gibi kurumlar ancak elit bir azınlığın barınabildiği ve sermayenin kontrol ettiği aygıtlar olmaktan çıkıp gönüllülük ve eşitlik esası ile yeniden inşa edilecektir. Bütün bilimsel ve felsefi kaynaklara ulaşım ücretsiz olacaktır. Bilimsel ve felsefi konular bir zamanlar Fransa’da olduğu gibi sokağa inecektir!

Anadilde eğitim herkesin temel bir hakkı olacaktır. Kimse cehalete mahkum edilmeyecektir!

Fakat bütün bu yolda mücadele ancak devrimci partinin inşası ile başlayabilir. Ve bundan öte bu haklar için yapılan erken mücade dönemi ile. O yüzden ezilenler tek ses olmalıdır!