Ekonomik Kriz ve Komünist Pespektifler
Birinci Bölüm
Giriş
Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşamktayız. Türk Lirasının döviz karşısında rekor erimesi, artan faizler, gündelik hayatın sıradan bir parçası hâline gelmiş zamlar, hızla büyüyen işsizilik. Henüz işini kaybetmemiş sınıfın çalışan kesimlerine dayatılan kölelik koşulları ve işçi sınıfının büyük mücadeleler sonucunda kazanmış olduğu tüm sosyal hakların birbir elden alınması…
Tüm demokratik hakların rafa kaldırılarak, toplumsal muhalefetin üzerinden inmeyen demir yumruk. Toplantı, gösteri, örgütlenme, grev, ifade özgürlüğünün üzerindeki baskı, sansür, sermayenin ve Erdoğan’ın emrine amade olmuş yargı ile çığ gibi büyüyen tutsaklıklar. Bu makalemizde; kapitalizmin niye krizlere gebe olduğunu, neden kriz olmadan varlığını sürdüremeyeceğini Devrimci Marksizmin ışığında açıklama süreci içinde olacağız. Türkiye’de de hızla büyüyen ekonomik krizi mercek altına alıp; işçi sınıfının ve ezilen unsurların genel durumunu, sendikaların, sosyalist örgütlerin genel durumunu ele alıp, krize karşı mücadele programında somutlama gayreti içinde olacağız.
Dünden Bugüne Kapitalizmin Küresel Buhranları
İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz dünya kapitalizminin 2008 yılında girmiş olduğu küresel buhranı aşamayıp, her geçen gün daha fazla derinleşen küresel krizden bağımsız şekilde ele alamayız. Türkiye’nin krizi dünya kapitalizminin yaşadığı krizin bir yansımasıdır. O yüzdendir ki; kapitalizmin krizlerini, nedenlerini, onu aşma süreçlerini ve bunun bedellerinin ne olduğunu ve mücadele deneyimlerini mercek altına alabilmemiz; bugüne dair dersler çıkarabilmemiz için, kapitalizmin tarihinin küresel buhranlarını irdelememiz elzem bir durumdur.
1873-96 İlk Büyük Kriz Notları
1848- 73 yılları arasında Avrupa ekonomisi rekor düzeyinde büyüme gerçekleştirdi. 1850-60 arasını kapsayan on yıllık periyotta Britanya’nın Pamuklu mallar ihracatı otuz yılın toplamı kadar büyüme getirdi[1]
Belçika’da demir ithalatı ikiye katlandı. 1850-70 döneminde dünya kapitalizmi %250 oranında baş döndüren büyüme yaşadı. Kapitalizm kendisini aşırı üretim biçiminde var ettiği her zaman, kendi içindeki kriz olasılığını sürekli olarak diri tutar. Bu durum kapitalizmin evrensel işleyiş yasalarından biridir. Her kapitalist buhran döneminde kendisini gösterir. Mayıs 1873′ te Viyana Borsa’sının çökmesi, para arzında yaşanan daralmayla birlikte bir dizi banka iflaslarını açıkladı. Akabinde gelen dört yıllık süreçte; Alman şirketlerinin hisse senetleri % 60 oranında rekor bir değer kaybedişi yaşadı. Eylül 1873’te ABD’nin önde gelen bankası Joycooke~ Compy iflas etti. Bunun kaçınılmaz sonu olarak zincirleme bir şekilde 98 banka, 89 demiryolu şirketi, 18.000 işletmenin batmasına yol açtı. 1876 yılına gelindiğinde her 7 Amerika’lıdan biri işsizliğe mahkum olmuştu. Kapitalizmin devinim halindeki tüm süreçlerini incelediğimizde eğrileri yukarıya taşıyan faktörler, süreci zirveye götürünce kendi karşıtını içinde barındırarak hızlı düşüşleri beraberinde getirmektedir. Kapitalizm doğası gereği, serbest piyasa, serbest rekabet ilkelerinin kaçınılmaz sonucu olarak plansız ekonomiyi getirir. Plansız gelişmeler sonucunda kapitalistler kârlı işletmelere yatırım yapmak için birbirleriyle yarışırlar. Bunun kaçınılmaz sonucu ihtiyaçtan fazla yatırımları doğurmakta, kapitalistler birbirleriyle rekabet sürecinde ayakta kalabilmek için emek maliyetini minumuma indirme yolunu aramaktadırlar. Bu yolun sonucu olarak alım gücü düşmüş geniş emekçi kitleler üretilen mal ve hizmetleri alamakta, bunun kaçınılmaz getirisi üretim fazlasını doğurmaktadır. Buda düşüş ve iflas süreçlerinin startını vermektedir. İşçi sınıfının sınırlı alım gücü, genişleme politikasının arz -talep dengesinde yaşanan istikrarsızlığı şiddetlendiren ana çelişkilerden biridir.
Aşırı üretim ve eksik tüketim her kapitalist krizin temel özelliğidir. 1873 buhranında burjuvazinin göstermiş olduğu tutum ile ilerleyen yüzyıldaki ekonomik krizler karşıdında takınacağı pozisyonlar arasında yüksek karakteristlik özellikler söz konusudur. 1873 buhranıyla sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşma süreci yaşanmıştır. Küçük ve orta ölçekli şirketler duvara toslamışlardır. Artık piyasalar ve devletin ekonomi politikaları dev şirketlerin tekeline girme sürecine başlamıştır. Burjuvazi piyasaları; tröstler ve karteller şeklinde yeniden yapılandırma sürecine girmiştir. Bu süreç kapitalizmin emperyalist aşamaya geçişinin yolunu döşemiştir. Artık büyük kapitalist tekeller; devlet ihaleleri ve banka kredileriyle ilerleyen bir sürece evrilmeye başlamıştır. Finas kapital ve sanayi sermayesi arasında birbirine tamalayan organik bağ inşa edildi. Liberallerin sürekli olarak savunduğu devletin ekonomiye müdahalesi olmadan sistemin ilerlemesi ve yaşaması aforizmaları her ekonomik kriz döneminde çökmektedir. Çünkü her ekonomik kriz döneminde devlet; şirketleri ayakta tutarak ekonomi politikaları uygulamakta, bunun faturasınıda işçi sınıfına kesmektedir. Bu kapitalizmin tüm ekonomik kriz döneminde değişmeyen karekteristlik özelliğidir. 1873 buhranıyla büyük kapitalist güçler; ucuz hammade, tutsak piyasalar ve yeni yatırım alanları arayışına girmiştir. Az gelişmiş ülkelerin bulunduğu coğrafyalar; jeopolitik savaş alanına dönüştü. Hammade taşımı ve ticareti geliştirecek ulaşım sorununu çözmek için demir yolları yatırımları başlamıştır. Avrupa’da bu sorun yaşanmadığından dünyanın dört bir yanında demiryolu yapımı seferberlikleri sürdü. Büyük kapitalist ülkeler arasındaki hammade ve pazar arayışlarındaki rekabetler; birinci cihan harbinin nesnelliğini oluşturan süreci hazırlamıştır. Korumacılık ve sömürgecilik politikaları büyük devletler arasındaki rekabeti kızdırmaktaydı. Bu gerilimin kaçınılmaz sonucu olarak silah ve savaş malzemelerine yatırım rekabetini hızlandırdı. Avrupa genelinde silahlanma yarışı hiç olmadığı kadar fazlaydı, buda büyük bir savaş hazırlığının bir göstergesiydi. 1873 buhranından burjuvazi; kapitalizmi emperyalist bir aşamaya taşıyarak kurtuldu. Bunun kaçınılmaz sonucu ise; 1914’te patlayan birinci cihan harbi oldu.
1929 Buhranı Notları
24 Ekim 1929’da Newyork borsasının çöküşüyle, kapitalizm insanlığa büyük yıkımlar ve savaşlarla sonlanacak olan yeni bir derin buhran sürecine girdi. Birinci cihan harbinin sonrası ABD’de üretim önemli boyutlarda artış gösterdi. Bu çılgın üretimin getirdiği kazanç nedeniyle hisse senetlerine ödenen paylarda patlamalar yaşandı; gelecek kârlar üzerinden hiç olmadığı kadar spekilasyon sürecine girildi. Artık hisse senetleri üretim ekonomisiyle olan bağlarını kopararak, kendi içlerinde önemli değerler kazanma süreci yaşadı. Üretim fazlalığı artıkça, emekçinin sömürüsünden elde edilen kazanç ona paraler olarak borsada daha fazla şişmekte, üretimle ilgisi olmayan mali ürünler ortaya çıkmaktadır. 1929’da yaşanan spekilasyonlarla hisse senetlerinin %150 artacağının propogandası yapıldı. Hisse senetleri alımlarında muazzam bir artış yaşandı. Daha fazla kâr elde etmek için şirketler paralarını spekilasyonlara, borsa ve hisse senetlerine yatırmaya başladı. Dönemin ABD başkanı bu iyi gidişin sonsuza dek varlığını koruyacağını idda etti. 24 Ekim perşembe günü( tarihe kara perşembe olarak geçti) borsada düşüş yaşanmaya başladı. 13 milyon hisse senedi el değiştirdi. Düşüş miktarı %11-13 arasındaydı. Henüz çöküş olacağını kimse öne sürmemekteydi. 29 Ekim günü çok büyük bir çöküş yaşandı. 16 milyon hisse el değiştirdi. En sağlam olduğu idda edilen hisse senetleri; %90’ları aşan oranda değer kaybetti. Hisse senetleri artık güvenilmez ve satılmaz oldu, kriz hisse senetlerine sahip olan bankalardan başlayıp ekonominin tamamına yayıldı. Bir süre sonra ulusal ölçekte yaşanan bu kriz küresel bir buhrana evrildi. O dönem dünya zenginliklerinin %40’na sahip olan ABD’de bütün iş kolları çöküş yaşadı. 1932 yılında ulusal gelir %50 değer kaybetti. İşsiz sayısı 20 milyona ulaştı, tüm ücretler düşürüldü. Dünyada da durum farklı değildi. Dünyada 50 milyondan fazla kişi işsiz kaldı. Dünya genelinde ticaret %65 azaldı. ABD kriz öncesi seviyesine 1953’te ulaşabildi. Borsa çöküşünü takip eden yıllarda işçi sınıfı ABD, Avrupa’da yoğun mücadeler verdi. Özellikle ispanya ve Fransa’da iktidarı alma süreçleri yaşadı. Ancak Stalinci ve Sosyal demokrat önderlikler kapitalizmle uzlaşarak, işçi sınıfının mücadelesini düzen sınırları içine hapsetti. Bunun bedelini işçi sınıfı ağır ödedi, yoksulluk, savaş, faşizm süreçlerini yaşadı. 1929 buhranından kapitalizm ikinci cihan harbine girerek çıkabildi.
Kapitalizm tarihi boyunca her büyüme döneminin ardından krizlere kapılmakta ve ekonomik boom süreçlerini kaçınılmaz olarak yaşamaktadır. Burjuva iktisatçılarda bu süreçlerde; sorunun sistemden kaynaklanmadığını yanlış uygulanan ekonomik programlardan kaynaklandığını idda eder. Kapitalizmi bu ekonomik krizden kurtarmak için yeni ekonomi paradigmaları geliştirip, bu paradigmaların krizsiz bir dünya, istihdam ve refah getireceğini idda ederler. Her kriz döneminde klasik bir rütüel olarak tekrarlana durmuştur bu durum. 1929’da kapitalizmin yaşadığı küresel ekonomik buhran, kurtarıcı ekonomi paradigmaları arayışını beraberinde getirmiştir. Burjuvazi için kurtarıcı ekonomi paradigması olarak Keynesçilik ortaya çıkmıştır. Keynesçilik ekolü 20. Yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuştur. 1970’li yılların başında kapitalizmin girdiği ekonomik krize kadar dünya burjuvazisinin üzerinde uzlaştığı akımdı Keynesçilik. 2008 krizinden sonra neo-liberalizmi revize etmek için; neo-keynesçi fikirler tekrar gündeme gelmiştir. 29 ekonomik buhranından sonra Keynesçilik politikalarına uygulama alanı açan, kapitalizmi çöküşten kurtaran; Stalinciliğin sınıf uzlaşmacılığına dayanan, halk cepheleri, antiemperyalist ulusal cepheler, barış içinde bir arada yaşama politikaları olmuştur. Makalemizin bu bölümünde; Keynesçiliği irdeleyeceğiz.
Keynesçilik
Keynesçilik ekolü 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ekol olmuştur. 1929 ekonomik buhranıyla çökme sürecine giren kapitalizmi yeniden restore edip onu kurtarmak için; burjuva iktisatçıları reçete arayışlarına girmiştir. Keynescilik olarak tanımlanacak iktisat teorisini 1936 yılında; yayınladığı ” İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” kitabıyla kurumsallaştırdı. Keynesçi yaklaşıma göre; klasik liberal paradigmanın aksine; kapitalizmin tam bir istihdamını sağlayacak dengeyi kendi dinamikleriyle kuramayacağını; kriz döneminde piyasaların dokunulmazlığı ilkesinin geçerliliğini yitirdiğini, bunun sonucu olarak devletin maliye ve para politikalarıyla ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini savunmuştur. Keynes, ekonomik krizden kurtuluş için; devletin yatırımları ve istihdamını artırıcı, tüketimi canlandırıcı politikalar izlemesinden geçtiğini savunmaktaydı. Toplam talebi artırmak için, bireysel tüketim harcamaları artırmayı değil, yatırımları teşvik etmekteydi. Faizlerin düşük olmasıyla sermayenin yatırıma yöneleceğini, böylece istihdamın minimum olan en yüksek düzeye ulaşacak, faizden, borsa ve spekilasyon bertaraf edilecek, aşırı düzeye ulaşmış gelir dağılımı eşitsizliği son bulacak. Klasik liberal anlayışa benzemeyen, “sosyal liberal” bir ekonomi programı olarak hayata geçirilen Keynesçilik, tıkanan kapitalizme alan açmak ve resterasyonu için devreye sokulmuştur. Keynesçilik her ne kadar 1936’da kurumsallaştırılmış olsada; pratikte uygulama olanakları İkinci cihan harbinden sonra hayat buldu. Dünya burjuvazisinin Keynesçilikte karar kılmasındaki en önemli nedenleri şu şekilde sırayalabiliriz:” Krizin ve onun sonucu olarak gerçekleşen ikinci cihan harbinin üretici sınıflarda yaratmış olduğu büyük yıkım
SSCB’nin varlığında işçi sınıfında proleter devrimlerin güncel olması ve işçi sınıfı için somut yaşıyan bir alternatif olarak varlığını koruması.” İşçi sınıfının mücadelesinin ve sosyalizmin güncel olmasının yan ürünü olarak, kapitalistler işçi sınıfını sistem içerisinde tutmak için, sosyal devletçilik politikalarını geliştirdiler. Sosyal güvenlik sistemi oluştu, asgari ücret uygulamasıyla ücretlerin belli bir düzey altına inmesi engellenmiş oldu. 8 saatlik iş, ücretli izin sosyal devlet ilkesine dönüştü. Eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlar kamusal hizmet olarak verilmeye başlandı. Sendikalar ve işçi partileri yaygın bir hâle geldi lakin; bürokasi aracılığıyla burjuva devletin aygıtları haline dönüştüler. İkinci cihan harbinden sonra SSCB’nin barış içinde bir arada yaşama politikası, kapitalist dünyanın Keynesçi ekonomi programları kapitalizmi 30 yıl kadar bir süre krizden kurtarsada, 70’li yıllarda başlıyacak olan krize engel olamamıştır.
Kapitalizmi 1929’daki büyük buhrandan kurtaran Keynesçilik değildi, tam tersine kapitalizme toparlanma ve Keynesçi politikaları uygulama alanı açan Stalinciliğin vermiş olduğu hayat öpücükleriydi. 1929 buhranından kapitalizm Avrupa’da faşizmi devreye sokarak ve ikinci dünya savaşına girerek çıkabildi. 1929 buhranından kapitalizmi proloter devrimlerden kurtaran bizzat Stalinciliğin dünya devrimini boğan milliyetçi komünizm anlayışı olmuştur. 1929 buhranıyla büyük bir yıkım yaşayan dünya işçi sınıfı bir çok ülkede radikal mücadeleler yürütmüştür. Özellikle Fransa ve İspanya’da proleter devrimin kıyısından dönmüştür. Stalinciliğin aşamalı devrim tezleri, sınıf uzlalmacılığına dayanan halk cephesi stratejileri, Avrupa’da faşizmin güç kazanmasına yol açmış ve işçi sınıfının belini kırarak kapitalizmin ayakta kalmasını sağladı
1973-74 Krizi Notları
İkinci cihan harbinin tahribatının ardından, yeni kurulan dünyada, kapitalizm beklemedik bir büyüme sürecine girdi. 1945’in ardından yaklaşık 30 yıl sürecek olan istikrarlı bir büyüme dönemi başlamıştı. Fransız burjuva iktisatçıları bu dönemi şanlı 30 yıl, başka bir tabirle ” Altınçağ” olarak tanımladılar. Kapitalizmin bu istikrarlı genişleme sürecini burjuva iktisatçılar; sorunsuz, krizsiz dönem olarak tariflendirip, bunun ebedi bir süreliğine devam edeceğini idda ettiler. Reformistler, sosyal demokratlar Keynesçiliği kutsadılar. Burjuva devletlerin kapitalist üretim anarşisinin aşılabileceğini, krizlerin bir daha gelmeyeceğini savundular. Marksizmin oportonist eğilimleri; burjuvazinin ve sosyal demokrasinin krizsiz bir kapitalizm mümkün tezini onaylayan bir önkabulle bu dönemi kapitalizmin yeni bir aşaması olarak tatiflendirmeye çalıştılar. Stalinciler; Keynesci ekonomi programını; devlet tekelinde çalışan kapitalizm olarak tariflendirirken, Cilifçiler ise daimi silahlanma ekonomisi olarak tarifledi, Paplocular ise bu süreci neo-kapitalizm olarak tariflediler. Bu siyasi akımlar burjuvazinin ve sosyal demokratların çığırtkanlığının basıncı altında kaldılar. Oysa durum ne burjuvazinin anlattığı gibiydi nede sosyal demokratların anlattığı gibi..
1960 yılından itibaren işleyen süreç; devasa düzeyde büyüyen kapitalizm için daralma sürecinin startıydı. 60’larda başlayan piyasalarda küçülme ve kâr oranındaki istikrarlı düşüş; 73-74 yılları arasında tüm emperyalist ülkelere yansıyarak küresel bir krizin başlama düdüğünü çaldı. Zaman burjuvazinin “Altın Çağı” nın sona erme zamanıydı. Burjuva ideologları 74 krizini; petrol krizi olarak pazarlayıp, “Altın Çağ” ın bitiği gerçeğini hasır altı etmeye çalıştı. Krizin Arapların çıkarmış olduğu komplo olduğunu savunup, krizin dışsal bir olgu olarak lanse edip, bu algı üzerinden milliyetçiliği güçlendirmeye çalıştı. 74 krizi kapitalizmin genişleme döneminin sona geldiğinin; yeni bir uzun dalganın ve durgunluk dönemine girildiğinin sinyaliydi. Burjuvazi bu krizin üstünden gelebilmek için, yeni bir ekonomi paradigmasına ihtiyacı vardı. Artık burjuva iktisatçılar krizin faturasını Keynesçi politikalara kesmeye başlamıştı. Keynesçiliği Marksizmden beslenen, serbest teşebüsü engelleyen aşılması gerekli olan ekonomik program olarak tanımladı. Burjuvazinin tek derdi; yeni bir küresel ekonomi programı uygulayarak kâr oranlarını yükseltmektir. Bunun için liberal dönüşüm programına ve bunu uygulama alanına ihtiyacı vardı. Burjuvazi ikinci cihan harbinden sonra gelişen sosyal devletçiliğe karşı açıktan savaş başlatmıştı. Bu amaç doğrultusunda; sermayeden alınan vergiler azaltıldı, sosyal harcamalar kısıtlandı, özelleştirme furyaları tüm hızıyla başladı. Özellikle 80 sonrası tüm dünya burjuvazisinin parolası devleti küçültmek olmuştu. Tüm dünyada; liberal dönüşüm programları hızla uygulanmaya başladı; bunun sonucu olarak işçi sınıfının mücadeleside doğdu. Burjuvazi işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yüksek olduğu, gelişmekte olan ülkelerde, bu programı rahatça uygulayabilmek için; askeri darbeler furyası başlattı ( Arjantin, Şili, Türkiye ilk akla gelenlerdir) Avrupa burjuvazisi; işçi sınıfının mücadelesine karşı sert önlemler alsada tam olarak geriletmeyi başaramadı. Bu süreci; SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla hayat bulması hız kazandı. SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla birlikte; kapitalizmin zafer naralarının yarattığı ideolojik basınç işçi sınıfının mücadelesinde kriz yaratmıştır. SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla, sermaye için giriş yapılacak kocaman balta girmemiş bir orman açıldı. Kapitalizm için sınırsız liberal politikalar uygulayıp; sınırsız gelişecek ve kaçınılmaz bir son olarak gelecek yeni ekonomik boom dönemleri yeniden başlayacağı bir süreç başlıyordu. Bu dönemde yeni küresel krizleri ve savaşları beraberinde getirecekti.
SSCB’nin Kapitalist Resterasyonuyla, Burjuvazinin Krizler Bitti Çığırtkanlığı
SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla birlikte, burjuvazi zafer naraları atmaya başladı. Kapitalizmin yegane medeniyet olduğunu, başka bir alternatifinin söz konusu olamayacağını, bürokatik rejimlerin çöküşünün Marksizmin çöküşü olduğunun borozanlığını yaptı. Artık savaşların ve ekonomik krizlerin yaşanmayacağının idallarıda her fırsatta dile getirildi. Marksizmin ekonomik krizle ilgili tüm tezlerinin çağdışı kaldığı, kapitalizmin krizlere artık şerbetli olduğunun, yegane ekonomik sistemin liberalizm olduğunun poropogandası tüm dünyada yapıldı. SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla birlikte; kapitalizm için liberal dönüşüm programını uygulayacak tarihinin en geniş alanı açıldı. Bu süreç tekellerin rekor düzeyde büyümesine olanak yarattı. Burjuva ideologları bu durumu; yeni dünya düzeni, küreseleşme olarak tanımladılar. Küreseleşmeyle sınırların ortadan kalkacağı, ulus- devletlerin işlevsizleşeceği idda edildi. Teknolojik gelişmeleri insanlığın büyük devrimi olarak pazarladılar. Oysaki küreseleşme olarak pazarlanan şey; emperyalist kapitalist sistemin ta kendisiydi. Küreselleşme olarak sunulan şey; SSCB’nin yokluğunda emperyalist- kapitalist sistemin kendisini yenileme ve liberal dönüşüm süreci için toplu seferberlikten başka birşey değildi. Teknolojik gelilmeler burjuvazinin idda ettiği gibi; tek başına insanlığın gidişatını belirleyen unsurlar değildir. Asıl belirleyici öğe, o teknolojik gelişmelerin hangi egemen güçler tarafından kullanıldığıdır. Tüm teknolojik gelişmeler, meta üretimi ve artı değer sömürüsünü artırmak, burjuvazinin casusluk ve ideolojik aygıtlarının propogandasını yaymak için kullanılır. Bilgisayar teknolojisinde yaşanan devasa atılımlar; işçi sınıfının çalışma saatlerini düşürmedi, tam tersine daha fazla yükseltti.
SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla, burjuvazinin tüm ortaya attığı iddalar süreç içinde çürüdü. Burjuvazi; savaşların, sınıf mücadelesinin, ekonomik krizlerin bittiğini bir daha yaşanmayacağını idda etti. Savaşlar son bulmadı, tam tersine istikaralı bir artış yaşadı. Liberal dönüşüm süreçlerine karşı sınıf mücadelesi varlığını korudu. Lakin 20. Yüzyıldaki güce ve etkiye henüz ulaşamadı. Ekonomik krizlerin bittiği iddasınında çökmesi çok uzun sürmedi. Kapitalizm her yükseliş döneminden sonra yaşadığı, ekonomik boom süreçlerini tekradan yaşamaya başladı.
2008 Kriz Notları
2007 yılındaki ABD’de başlayan emlak krizi, önce mali bir krize dönüştü, ardından küresel bir boyuta evrildi. Kriz ABD emlak spekülatif kredi balonunun patlamasıyla tetiklendi. Emlak şirketleri, ABD Merkez Bankası tarafından belirlenen düşük kredi olanaklarından yararlanarak; krediyle çok sayıda konut sattı. Emlak büroları, “Subprime” olarak tanımlanan kredileri kullanarak, satılan evlerin ipotek edilmesi garantisiyle alım güçleri, konut sahibi olmaya yetmeyen milyonlarca emekçiyi borçlandırdı. Faiz oranlarındaki oynaklık yüzünden, senetleri ödenmeyen milyonlarca emekçi borç batağına girerek evlerini kaybettiler. Emlak sektöründe yaşanan bu kriz, finas sektörüyle direk bağlantılı olduğu için bankacılık sektöründe derin bir krize vesile oldu. Bankacılıkta yaşanan kriz tüm sektörlere kısa sürede veba gibi yayıldı. 90’lı yıllarla birlikte SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla, sermaye sürekli olarak daha fazla mali sektöre yöneldi. Öyle bir genişleme süreci yaşadı ki, yeni sektör bulamaz duruma geldi. Dönemlere göre; ekonomik olarak geri kalmış ülkelere borç para veriliyor, döviz, emlak, bilişim tekelkeri hisse senetleri alıp satmaya çalışıyordu. Borsadaki dalgalanmalar ve spekülasyonlar her defasında küçük çöküşler yaratmaktaydı. Bölgesel düzeyde ekonomik kriz dalgaları yaşanmaktaydı; 1998’de Rusya, 2000’lerde Arjantin, Türkiye gibi.
Her krizde devletler, büyük tekelleri krizden kurtaran ekonomi politikaları uygulayarak, krizin faturasını emekçi kitlelere kesmeyi sürdürdü. 2007 ABD emlak kriziyle birlikte; spekilatörler karmaşık bir sistem yaratmaya çalıştılar. Piyasaya sürülecek yeni bir borç senedi sokmaya başladılar. Bu yeni sisteme göre; farklı kökenli alacakları olanlar birbirine karışmaktaydı. Bu sistem sayesinde; dünyadaki bütün bankalar kaynağı bilinmeyen, değeri şüpheli senetlerle doldu. ABD’deki emlak sektörüyle ilgili senetlerin piyasaya sürülmesi, bankacılıkta derin bir krizin gelişmesine neden oldu. Bankaların iflasları peşi sıra gelmeye başladı. 2008’in Eylül ayında; ABD’nin önemli bankalarından olan Lehmen Brothers iflasını açıkladı. Ellerinde şüpheli borç senedi bulunan bankalar, birbirleriyle senet mücadelesine girmeye başladı. Bu durumda tüm bankacılık sisteminde felce neden oldu. Krizden etkilenmek istemeyen büyük şirketler, hisse senetlerini bir anda borsadan çektiler. Bu durum 2008 yılında 250 milyon dolarlık bir sermaye kaybına yol açtı. Borsa ve Finans sektöründe bu kriz; fabrikaların kapanmasına, işsizliğin artmasına, döviz kurlarının yükselmesine ve bunların kaçınılmaz sonucu olarak ekonomik daralmayla sonuçlandı. ABD’deki bu daralma dünya piyasalarınıda etkiledi. İçinden çıkılamaz küresel bir krize sebep oldu. 2008’de gelişen kriz ortamından kapitalizm çıkmış değildir, aksine kriz daha fazla derinleşmekte, bunun sonucu olarak, ırkçılık, otoriterleşme, emperyalistler arası kutuplaşma, savaş gündemleri eksik olmadı.
Kriz, Diktatörlük, Savaş Konsepti ve Erdoğan Rejimi
Neo-liberalizm 2008’deki krizinde Erdoğan, ” Hamdolsun kriz bizi teğet geçti” açıklamasını yapmıştı. Bugün ise krizden bahsedenleri hedef göstermekte, vatan haini ilan etmektedir. 2008 krizi Türkiye’yi Erdoğan’ın idda ettiği gibi teğet geçmedi, emekçilerin hayatında ciddi yankımlar yarattı. Fakat 2008’in ilk dalgası Türkiye’ye bugünkü kadar şiddetli vurmamıştı. Bugün yaşanan kriz 2008 buhranının dalgasıdır. 2008 krizinden sonra; ABD ekonomisinin toparlanma eğilimine girmesi, merkez ülkelerden çevre ülkelere kaçan parayı geri çekme sürecine girdi. Bu dalga Arjantin, Hindistan, Türkiye gibi G-20 pramidinin alt basamaklarında bulunan ülkeleri açık krize sokma süreci yaşattı. Erdoğan rejimi için ekonomide genişleme döneminin sonu, korumacılık döneminin başladığı süreç gelmişti. Bu süreç Erdoğan’ı otoriterleşme ve savaş kartlarını iç ve dış politikanın ana enstürmanlarından birine döndürme sürecine soktu. 15 Temmuz’dan sonra başkanlık sistemiyle, Türkiye rejimini restore etme sürecine girmiştir. Bu süreç büyüyen ekonomik kriz içinde ve sürekli siyasal krizler yaratma eğilimini içinde barındırarak yaşamaktadır. Türkiye tarihinin en güçlü ekonomik krizlerinden birini yaşamaktadır. Piyasalarda daralmalar, mantar gibi türeyen konkardo ilanları, rekor işsizlik ve enfelasyon oranları, 1 yıl içerisinde döviz karşısında %82 değer kaybeden TL……
16 yıldır tek başına iktidarda olan AKP; özellikle 7 Haziran’dan sonra fiili olarak tek başına ülkeyi yönetemez duruma gelmiştir. Devletin tüm baskı aygıtlarını seferber edip, kendisine karşı gelişecek en ufak muhalefeti dahi bastırmaya çalışmasına rağmen; iktidarını sürdürebilmek için faşist MHP’nin desteğine ihtiyacı vardır. 16 Nisan Başkanlık referandumundan MHP’nin desteğiyle geçmiştir. Büyüyen kriz ortamına yakalanmamak için MHP’nin desteğiyle seçimleri erkene almıştır. 24 Haziran seçimlerinden MHP ile kurulan Cumhur İtifakı sayesinde istediği sonuçları almıştır. 24 Haziran sonrası yeni kurulan rejimde Erdoğan’ın MHP’ye bağımlılığı artmaktadır. MHP yeni sistemde tüm devlet aygıtlarında önemli mevkiler istemektedir. Sürekli olarak bunların pazarlıkları yapılmakta; zaman zaman Cumhur ittifakı içinde kriz dinamikleri yeşermektedir. Erdoğan sadece siyasal kriz dinamiklerini Cumhur itifakının ortaklarıyla yaşamamaktadır, dış politikadada sürekli kriz dinamiklerini taşımaktadır. Özellikle Suriye ve Ortadoğu üzerinden Emperyalist devletlerle zaman zaman keskin siyasal krizler yaşamaktadır. Bu krizlere; Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biride eklenmiştir. Erdoğan rejiminin krize karşı bir çözümü yoktur. Tüm devlet aygıtlarının baskısıyla neo-liberal politikalara olabildiğince devam etmek dışında çözümü yoktur. Bu çözümün emekçiler için karşılığı daha fazla kemer sıkma, daha fazla yoksulluk, daha fazla işsizliktir. Erdoğan rejimi ekonomik krizin konuşulmasını, gündem olmasını istemiyor; bundan bahseden her kesimi açık hedef gösteriyor. Fransa’daki sarı yelekliler hareketinin Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmasıyla, kendi ülkesinde buna benzer işçi sınıfı temelli bir hareketin doğması son zamanlardaki en büyük kabusu olmuştur. O yüzdendir ki; sürekli olarak Gezi’yi itibarsızlaştırmakta, Gezi direnişi benzeri bir hareketi başlarbaşlamaz kanlı bir şekilde bastıracağının tehtidlerini bugünden savunmaktadır. Sınır ötesi operasyonları ve içte kürtlere karşı sömürgeci savaşı sürekli güncel tutarak, ekonomik krizin çelişkilerini milliyetçi bir dalgayla örtmeye çalışmaktadır. Lakin bu kriz gerçeğini emekçi kitlelerin gözünde manipüle etmeyi başaramamaktadır. Tüm baskılara rağmen işçi direnişleri artmaktadır. Fakat direnişler birbirinden yalıtık, lokal, örgütsüz ve siyasal bir programdan yoksun şekilde varlığını korumaktadır. Kriz gündemine devrimci müdahalelerde bulunup, devrimci olanaklar çıkarabilmek için, birleşik işçi cephesinin ağlarını örebilmek için, komünist devrimcilerin krize karşı siyasal bir programla mücadele sahasına çıkmasının vakti gelmiştir.
İKİNCi BÖLÜM
Krize Karşı Proloter Devrimci Geçiş Programı
Erdoğan Rejimi Cürümüş Bir Cesettir !
Erdoğan’ın iktidara geliş süreci 2001 ekonomik krizinin ürünü oldu. Erdoğan’ın krize karşı bir muhalefet gelişmesinden korkularından biride burada düğümlenmektedir. 90’lı yılların sonunda uluslarası bir komployla PKK lideri Abdullah Öcalan’ı ülkeye getirip, büyük bir prestij kazanan Ecevit, 2001’de patlayan ekonomik krizle başa çıkamayarak büyük bir hezimet içine sürüklendi. 2001 krizinde İMF’nin memuru olan Kemal Derviş’i ekonominin başına getirdi. İMF programını uygulayan Derviş, emekçi kitlelerde telafisi olmayan yıkımlar yarattı. Krize daha fazla dayanamayan Ecevit; 2002 yılında erken seçime gitmek zorunda kaldı. Bu erken seçimde siyasi hayatının en büyük hüsranını yaşadı. Geleneksel islamcı parti olan, Saadet Parti’sinin bölünmesiyle kurulan AKP’nin başına Erdoğan getirildi. AKP kuruluşunda islamcı bir parti görüntüsünden çok, merkez sağ parti görüntüsü ağır basmaktaydı. Birçok geleneksel sağ partiden siyasetçi AKP’nin kuruluşuna katıldı. Yola çıkarken “Milli Görüş” gömleğini çıkardıklarını, kendilerinin artık liberal, muhafazakar demokrat bir parti olduklarının sürekli olarak altını çizdi. Geleneksel sağ partilerin ve sosyal demokratların yıprandığı, ıskartaya çıktığı dönemde burjuvazi tarafından alternatif olarak sunuldu. 2002 seçimlerinden %34 gibi bir oyla tek başına iktidara geldi. AKP iktidarının ilk döneminde ordu ve geleneksel statükocu Kemalist bürokasi ağır basmaktaydı. AKP’nin ilk dönemleri demokrasi havariliğine büründüğü, sivilleşme, hoşgörü, farklı kimliklere özgürlük gibi metaforları ağzından düşürmediği dönemdi. AB ile tam entegrasyon isteyen, ordunun ve statükocu devlet bürokasisini bunun önünde engel olarak gören liberal burjuvazinin temsilcisi konumundaydı. Orducu, statükocu Kemalist kanada karşı özgürlük ve demokrasiyi savunan siyasi figür konumundaydı. 2007 seçimlerine bu atmosferde giren AKP %46, 6 oy alarak iktidarını güçlenerek pekiştirmişti. Erdoğan bu seçim sonuçlarından sonra statükocu Kemalist kanada karşı eli daha güçlüydü ve toplumsal meşruiyeti her zamankinden fazlaydı. 2007 seçimlerinden sonra burjuva klikler arası savaşın sertleşeceği dönemece girilmiştir. Seçimlerin hemen akabinde; cemaat- AKP’nin itifakıyla ” Ergenekon” adı altında operasyon başladı. Bu operasyon burjuva devlet yapısı içindeki ” Kontgerilla” oluşumuna ve onun ordu içindeki uzantılarına, Kemalist statükocu kanadın ideolojik savunuculuğunu yapan aydınlara ve gazetecileri kapsayan zincirleme operasyonlar gerçekleşti. Erdoğan bu davanın savcısı olduğunu, bu operasyonun devlet içindeki gizli ” Gladio” örgütlenmesinin temizliği olduğunu, devletin sivilleştiğini idda etti. Gerçekte yaşanan ise, burjuva klikler arası sert geçen bir savaştı. Ordu ve devlet bürokasisine sızmış Fettullahçıların önünü açmak, devlet içinde kök salmak için cemaate alan yaratma harekatıydı. Bir vesayeti yıktığını idda eden Erdoğan, kendisine bağlı yeni bir vesayet inşa etmekteydi. Bir sonraki dönemeç, 2010 Eylül ayındaki anayasa değişikliği referandumuydu. Bu anayasa paketinde Erdoğan’ın bolca demokratik makyajı söz konusuydu. Bunların en önemlisi 12 Eylül 1980 askeri darbesinin generallerini yargılama vaadiydi. Bu anayasa değişikliğinin işçi sınıfına ve kürt halkına bir getirisi yoktu. Daha çok Erdoğan’ın elini güçlendiren ve statükocu Kemalist kanadı güçsüz konuma düşürecek maddeler barındırmaktaydı. Liberal burjuvazinin tamamı referandumda “Evet” oyu kullanmak için çağrıda bulundu. Erdoğan’ın ittifak ortağı Fettullahçı cemmat ise; bu referandumun hayati önemde olduğunu, tüm varlıklarını ortaya koymaları gerektiğini; “Mezardakilere dahi Evet oyu kullandırtın” diye çağrıda bulundular. Kemalist statükocu kanat ise; Cumhuriyet’in, laikliğin büyük tehtid altında olduğunu, ülkenin bölüneceği gibi gerekçelerle “Hayır” oyu için çağrıda bulundular. Statükocu Kemalist kanadın tek derdi; kaybetmeye başladığı ayrıcalıklarını tekrar geri kazanma isteğiydi. Malesef ki; Türkiye solu 2010 referandumunda bu iki burjuva kliğin kuyruğuna takılıp, bağımsız devrimci bir sınıf perspektifi ortaya koyup, sokağa dökemediler. Sosyalist solun bir kısmı AKP’nin siyasal angajmanında “Yetmez ama Evet” kampanyası yürüterek, açıkça Erdoğan-Cemaat ittifkına destek oldular. Bunların başını clifçi DSİP, liberal EDP( şimdinin YSGP), Birikim , merkezci Marksist Tutum, reformist ÖSP(şimdiki KKP) çekti. Solun bir kısmı ise Kemalist ulusalcı kanadının angajmanında, onun siyasal karşı çıkış angajmanından farklılık ortaya koymayarak, “Hayır” kampanyası yürüttü. Bunların başını; SİP-TeKePe, HalkEvleri, ÖDP gibi ulusalcı, reformist, Stalinci gruplar çekti. Kürt hareketi ise, bu referandumda kendisine yönelik birşey olmadığını öne sürerek boykot kampanyası yürüttü. Kürt hareketi kendi cephesinden doğru bir yerde durdu. Lakin boykot kampanyası yürüten sosyalist gruplar, Kürt siyasal hareketinden farklı bir siyasal argümanı üretip sokağa koyamadı. Malesef ki; o süreçte işçi sınıfının bağımsız sınıf perspektifini üretip, bu perspektifi kampanyaya sokacak bir siyasal özne çıkmadı. 2010 referandumundan istediği sonuçla çıkan Erdoğan, onun önünde engel olan bir nevi fren işlevi gören Kemalist devlet bürokasisinin etkisini önemli ölçüde ekarte etti. AKP hızla her alanda, kendisine yakın olan kesimleri parlatıyor ve güçlendiriyordu. İktidara yakın olan patronlar ve tarikatlara muaazam bir sermaye aktarımında bulunmaktaydı. Cemaatlerin örgütledikleri eğitim kurumları milyarlarca doları olan holdinglere dönüştüler. Tüm ihaleler iktidara yakın olan patronlara verilmekte, yolsuzluk ve rüşvet normalleşmişti. Bu süreçte Erdoğan’ın Ortadoğu Politikasında da komple bir değişim süreci söz konusuydu. İktidarının ilk dönemlerinde komşularla sıfır sorun diyen bir dış politikaya sahipti. Suriye Devlet Başkanı Esat’a “Kardeşim Esat” diye hitap eden, ekonomik ve siyasi işbirliği içinde sıcak ilişkilere sahipti. Arap Baharındaki devrimci kalkışın karşı devrime uğrayıp, siyasal islamcı grupların güç kazanmaya başladı. Tunus’ta başlayan Mısır ve Libya’ya yayılan son olarak Suriye’ye sıçrayan isyanların ortak özelliği, yıllardır varlığını sürdüren diktatörlüklerin getirdiği baskıya ve yoksulluğa karşı oluşmuş kitlesel isyan dalgalarıydı. Lakin bu isyana kalkmış kitlelerin enerjisini işçi sınıfının iktidarı hedefine yöneltecek devrimci önderlikten yoksundu. Bu boşlukta yıkılan diktatörlüklerin yerini eskilerini aratmayanlar geldi. Emperyalizmin müdehaleleriyle mezhepsel iç savaşa sürüklendiler. Erdoğan bu gelişmeleri fırsat olarak değerlendirdi, Ortadoğu ve özellikle Suriye politikasında komple değişikliğe gitti. Suriye’de başlayan iç savaşta Esat hükümetinin devrilmesi için çaba sarfetti. Kendisini Genişletilmiş Ortadoğu Porojesinin Eşbaşkanı olarak sunan Erdoğan, emperyalist hedefler doğrultusunda hareket etmeye başladı. Suriye’deki tüm cihatçı çeteleri açık bir şekilde destekleyip, onlara her türlü finansal ve lojistik desteği sundu. İŞİD, ElNusra, ÖSO gibi cihatçı çeteleri öfkeli muhalifler olarak tanımladı. 2012 yılının sonlarına doğru Kürt hareketiyle giriştiği çözüm sürecinin başladığını ilan etti. 2013 Nisan ayında PKK Türkiye’deki silahlı güçlerini sınır dışına çektiğini duyurdu. Erdoğan bir yandan Suriye iç savaşının provakatörlüğünü üstlenmekte, bir yandanda cihatçı çeteler aracılığıyla ” Şam’da cuma namazı kılma” ” Şam fatihi olma” gibi emperyalist hedeflere kilitlendi. Bu hedeflerinin sekteye uğramaması ve Kürtlerden oy alıp iktidarını sağlamlaştırmak için çözüm süreci adı altında Kürtleri oyalama sürecine girdi. Erdoğan bir yandan olabildiğince neo-liberal politikalar uygulamakta, işçi sınıfının tüm kazanımlarına sistematik olarak saldırmakta, bir yandanda demokrasi havariliğinin gerilediği, otoriter eğilimleri hızla artmaya başlamaktaydı. Erdoğan için kendi belirlediği sınırların dışına çıkılması durumunda sert devlet yaptırımlarının artmaya başladığı, bu devlet yaptırımlarının meşrulaştırıldığı döneme girilmişti. Otoriter eğilimlerin zirveye ulaştığı dönem 2013 Haziran ayaklanmasıydı. 2013 1 Mayıs’ında Taksim’i işçilere kapatan Erdoğan; Taksim’e çıkmaya çalışan kitlelere yönelik ağır şiddet uygulamış, bu durum yığınsal öfkeler uyandırdı. Erdoğan Taksim’de uygulanan polis şiddetini savunarak Taksim’e çıkmaya çalışan kitleleri krimanalize etmeye, itibarsızlaştırmaya çalıştı. Çok kısa bir süre içinde Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine AVM yapılması gündeme gelmiş, bu kararı protesto eden göstericiler sert polis müdahalesiyle karşıkarşıya kaldı. Erdoğan ne yaparsanız yapın karar verilmiştir. Oraya AVM yapılacaktır açıklaması yığınsal bir öfkeye neden oldu. 2013 Haziran ayaklanması Türkiye’nin gördüğü en kitlesel ayaklanmalardan biri oldu. Milyonlar Taksim’i işgal etti, tüm Türkiye’ye isyan dalgası yayıldı. Ülkedeki en önemli meydanlar polis terörüne rağmen ele geçirildi. Erdoğan hükümetinin antidemokratik, baskıcı, otoriter, dediğimi yaparım anlayışı gelen yığınsal isyan dalgası Erdoğan’a ecel terleri döktürdüler. Haziran ayaklanması işçi sınıfıyla birleşmedi, genel grev dalgası gelmedi, isyan sadece şehir merkezlerinde kaldı. Sokaktaki barikatlar grev dalgasıyla birleşmeyince, isyan dalgası emekçi semtlere uğramayınca, ayaklanmanın 16. gününde devletin kolluk güçleri tarafından büyük bir saldırıya uğrayarak, kitle hareketinde geri çekilme sürecine girdi. Bir süre semtlerin belli bölgelerinde kurulan forumlar bir canlılık katsada, Gezi direnişinin birikimleri daha ileri bir politik ve örgütsel hatta doğru evrilemedi. Uzun süredir iktidarda olan AKP-Cemaat itifakı; tüm gücüyle Gezi isyanının karşısında yer aldı. Aralarında yaşadıkları çelişkilerin ürünü olarak ortaya çıkan çatlaklar, Gezi isyanında iktidarlarını kaybetmemek için zorunlu olarak çatlakları hasır altı etmişti. Özellikle Gezi isyanı geri çekilip sönümlenme sürecine girince; AKP-Cemmat kualisyonundaki çatlaklar büyümeye ve derinleşmeye başladı. İktidardaki Tayyip Erdoğan figürü çok yıpranmıştı. Ortadoğu politikalarında kendi gündemini oluşturmaya çalışıyor, ülkeye sıcak para girişini sağlamak için İran ambargosunu deliyor, Körfez’de denetim dışı ilişkiler kuruyor, yakın çevresiyle birlikte aşırı zenginleşme süreci yaşıyordu. Bu kontrolsüz zenginleşmenin paylaşımı ciddi çatlaklara gebeydi. Ortadoğu politikasında emperyal iştahları hiç olmadığı kadar kabarıyor, cihatçı örgütleri Esad rejimine karşı destekliyor, Mısır’da Müslüman Kardeşlere açık destek veriyordu. Devlet bürokasi içindeki statükocu Kemalist kesmi bertaraf eden AKP-Cemaat itifakı, artık iktidarı kimseyle paylaşmak istemiyordu. AKP’de Cemmata “Tek başına İktidar” istiyordu. İlk taş cemaaten gelmişti, Cemaat Erdoğan’ın ipini çekmek için düğmeye basmıştı. Ellerinde büyük bir koz vardı. AKP-Cemaat itifakı yıllardır büyük bir yolsuzluk batağına saplanmıştı, bu batağı en iyi bilen suç ortaklığını yapan cemaatin ta kendisiydi.17-25 Aralık 2013 tarihlerinde cemaatçi yargı ve polisler eliyle Erdoğan’ı ekarte edecek yolsuzluk operasyonlarına başladı. Erdoğan ve ailesinin, bazı Bakanların telefon görüşmelerinin ses kayıtları internet ve ana akım medyada dolaşmaya başlamış, tüm ülkenin ana gündemine oturmuştu. Ne varki AKP kanadı bu süreçten güçlü çıktı ve ayakta kalmayı başardı. Yeni süreç cemmat ve AKP arasındaki savaşın fitilini ateşleyen sürecin miladı oldu. 17-25 Aralık sürecinden sonra Erdoğan cemaati; ihanet şebekesi olarak tanımladı. AKP’nin karşı operasyon dalgalarının merkezinde; devlet bürokasisi ve ordu içinden cemmati etkisizleştirme, cemmatçi burjuvaziyi mülksüzleştirme vardı. 2014-2016 yazına kadar, Fettulahçı cemaat demokrasi maskesini takarak, mağduru oynamaya başladı. AKP’nin yolsuzluk ve kirli çamaşırlarını gün yüzüne çıkarmak için üstün çaba içindeydi. AKP ise cemaatin devlet kurumları içindeki mevzilenişini devletin yasal gücüyle etkisizleştirmeye çalışıyordu. Artık kılıçlar çekilmiş ve savaş tüm şiddetiyle alevleniyordu. Bu savaşın galibi iktidarın mutlak sahibi olacaktı. Bu savaş 2014 seçimleriyle yeni boyuta taşınmıştı. 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri Erdoğan için hayati önemdeydi. Erdoğan bu seçimleri kazanırsa; Gezi isyanı, ardından yaşadığı ayakabı kutularında ki yolsuzluk skandalları, cemaat ile süren kavgayla yıpranmış olan iktidarı kendini toplama, yeni bir sayfada başlangıç yapma olanağı doğacaktı. Aleyhinde sonuçlanacak olası bir sonuç hızlı bir çözülüşün zemini yaratacaktı. 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, burjuva muhalefet çıkarabileceği en düşük profilli adayı çıkarması, Erdoğan’ın çok rahat bir seçim geçirmesini sağladı. Bu seçimlere katılım son yılların enaz katılımlı seçimi oldu. Katılım %74, Erdoğan %51.8 oy alarak ilk turda Cumhurbaşkanı oldu. Bu seçimlerin bir diğer parlayan yıldızı Kürt siyasi hareketinin adayı Demirtaş oldu. İlk kez Kürt siyasi hareketinin partisi %10’luk barajı aşabilecek bir oranda oy almıştı. Demirtaş ve HDP rüzgarının eseceğinin ilk sinyalleriydi bu sonuçlar. Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca; kitle hareketlerinde polis saldırısı eksik olmadı, kısıtlı olan demokratik haklar dahada baskı altına alma süreci yaşanmaktaydı. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra; Başkanlık hedefini açıkça ortaya koyarak bunun propogandasını yapmaya başladı. Ülkenin tek başlı yönetimden kurtulması gerektiğini, mevcut parlementer sistemin miladının dolduğunu, işlemez bir hâl aldığını savundu. Yeni süreçte Erdoğan’ın yönetebilmesi için, kurumsallaşmış otoriter bir rejime ihtiyacı vardı. Bir yandan Ortadoğu ve Suriye’deki emperyal iştahı, bir yandan ekonomideki daralma dalgaları, süreklileşen siyasal krizler söz konusuydu. Bunun altından kalkması için, kendi iktidarının ve temsil ettiği sınıf için Başkanlık sistemi ideal bir sistemdi. Bu hedefinin ilk sınavını 7 Haziran seçimlerinde verecekti. Bu seçimlere Başkanlık provasıyla giren Erdoğan beklemediği bir muhalefet ile karşılaştı. Selahatin Demirtaş önderliğindeki HDP seçimlere “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganıyla girdi. Erdoğan partisiz Cumhurbaşkanı olmasına rağmen seçim sürecinde AKP için oy istemekte, parti başkanı gibi davranmakta ve kendi burjuva hukukunu dahi ayaklar altına almaktaydı. Erdoğan ve Davutoğlu seçim meydanlarında açık bir şekilde halkı tehtit etmekteydiler. Erdoğan “Eğer Başkanlık için gerekli olan 400 vekil gelmezse, ülkede kaos olur, 400’ü verin bu iş huzur içinde bitsin” tehtitlerini savurmaktaydı. Davutoğlu ise; Kürt kentlerindeki seçim mitinglerinde yaptığı konuşmalarda :”Eğer başkanlık gelmezse beyaz toroslar geri gelir” tehtidiyle barış sürecini rafa kaldırıp, faaili meşhul katliamlar dönemini başlatmakla Kürt halkını tehtid etti. HDP’nin “Seni Başkan Yaptırmayacağız” çıkışı, tüm Türkiye’de ve Kürdistan’daki Erdoğan’a muhalif olan tüm kesimlerde büyük sempati yarattı. HDP’nin seçim çalışması polisin yoğun baskısı altında geçti. 7 Haziran öncesi HDP’nin büyük Diyarbakır mitinginde bombalar patladı. Tüm baskılara rağmen 7 Haziran 2015 seçimlerinin kaybedeni Erdoğan, kazananı Demirtaş oldu. HDP’nin %13 oy aldığı bu genel seçim AKP’nin büyük gerilemesine sahne oldu. Seçimin birinci partisi olmasına rağmen AKP %9 oranında oy kaybına uğradı. Bu sonuçlara göre Başkanlığı hedefleyen Erdoğan, tek başına iktidar dahi olamamıştı. Bu sonuçlar Erdoğan iktidarının sarsılması anlamına geliyordu. Seçimden sonra muhalefet zafer sarhoşluğu içindeydi, yeni sürece dahil herhangi bir perspektif ve eylem programına sahip değildi. Erdoğan ise bu süreçte umutsuzluğa kapılıp yenilgiyi kabul etmedi, bu atmosferi dağıtacak kanlı planlar hazırlığı içindeydi. Erdoğan yasal prosedür gereği hükümet kurma görevini AKP’ye verdi. Bu süreçte AKP kualisyonlu hükümet kurmak için herhangi bir girişimde bulunmadı. Yasalar gereği hükümeti kuramayan birinci partiden sonra görev Cumhurbaşkanı tarafından ikinci en yüksek partiye verilmesi gerekmekteydi. Bu kanuna Erdoğan uymadı, ben bu seçimi beğenmedim deyip erken seçim çağrısında bulundu. Sokaktan gelecek tüm basıncı engelemek için Kürt kentleri terörize edilmeye başlandı. Kürt kentlerini terörize etme saldırısının startı 20 Temmuz’da başladı. İŞİD saldırısını püşkürten ve büyük bir yıkım yaşayan Kobane’ye yardım kampanyası yapan ve sınırdan geçiş için Suruç’a giden gençler basın açıklaması yaparken İŞİD’in intihar saldırısı gerçekleşti, 33 Sosyalist genç bu saldırıda yaşamını yitirdi. İŞİD’e saldırı adı altında Irak, Suriye, Türkiye sınırları içinde Kürt hareketine ait hedefler bombalanmaya başlamış, fiili olarak barış, müzakere süreci bitirilmiş Kürt halkına karşı sömürgeci kirli savaş konseptine geri dönüş başlamıştı. Sömürgeci kirli savaş atmosferine karşı 10 Ekim 2015 Ankara’da emek örgütleri, sendikalar ve devrimci grupların düzenlediği “Emek, Barış, Demokrasi” mitingine Türkiye’nin dört bir yanından kitleler akın etmişti. Mitingte İŞİD’in canlı bombasının patlaması sonucunda 103 kişi hayatını kaybetmiş, binlerce kişide yaralanmıştı. Bombalı intihar saldırısından çok kısa bir süre sonra, dönemin Başbakanı Davutoğlu yaptığı açıklamada:” Patlamadan sonra anket yaptırdık, oylarımız yükseldi” açıklamasında bulundu. 10 Ekim terör saldırısıyla verilen mesaj açıktı:” Sokağa çıkarsanız ölürsünüz” Bütün bu korku ve terörize edilmiş atmosfer ve muhalefet üzerindeki ağır baskıyla seçimlere gidildi. 1 Kasım seçimlerinden AKP kaybettiği oyları geri alarak tek başına iktidar olacak çoğunluğa ulaştı, fakat Başkanlık sistemi için gerekli 400 vekil hedefine ulaşamadı. Seçimlerden sonra İŞİD’in intihar saldırıları Türkiye’nin birçok metropolünde devam etti. İnsanların sokağa çıkmaya korktuğu, kalabalığa karışmaktan çekindiği bir korku atmosferi yaratıldı. Bu korku atmosferinde; tüm toplumsal muhalefet ve Kürt halkı üzerinde cadı avı sürdü. Kürt kentlerinde gençler şehir merkezlerinde direniş başlatarak, kimi bölgelerde hakimiyeti geçici olarak ele geçiren pratikler sergiledi. Erdoğan rejimi Kürt kentlerini işgal edilmiş Ortadoğu kentlerine çevirdi. Erdoğan savaş atmosferinde fiili olarak Başkanlık rejimini uygulamaktaydı. Fiili Başkanlık koşullarında AKP kendi içinde resterasyon sürecine girdi. Sosyal medyada yayınlanan Pelikan bildirisiyle, Davutoğlu hem AKP başkanlığından hem Başbakanlık’tan istifa etmek zorunda kaldı. Başbakanlık ve Parti Başkanlığı için “Düşük Profilli Başbakan” aranmaya başlandı. Bunun anlamı şuydu; kendi insiyatifiyle hiçbirşey yapmayacak, Erdoğan’dan gelen talimatlarla Başbakanlık ve Parti Başkanlığı yapacak kukla bir figüre ihtiyaç vardı. Bu göreve Binali Yıldırım getirildi. Kürt kentlerinde başlayan Serhildanın Erdoğan tarafından yenilgiye uğratılması iktidara büyük güç kazandırdı. Erdoğan milliyetçi tabanın desteğini almış, toplumsal muhalefetin belini kırmış duruma geldi, artık ayakları yere daha sağlam basan bir pozisyondaydı. Fetullahçılarla sürdürdükleri iktidar savaşında kesin darbeyi vurmaya hazırlanan Erdoğan rejimi, böylelikle diktatörlüğünü pekiştirip, Başkanlık adı altında anayasal bir güvence altına sokmayı hedeflemekteydi. Bürokasiden Fettulahçı cemaate önemli tasviye operasyonları gerçekleştirmişti fakat ordu içindeki etkilerini henüz bertaraf edememişti. Bunun için yaz döneminde yapılacak “Yüksek Asgari Şura” toplantısı hayati bir önemdeydi. Bu toplantı Fettulahçı komutanların ordudan tasviye edildiği toplantı olacaktı. 15 Temmuz askeri darbe girişiminine neden olan nesnellik tamda budur. Diktatörlüğü adımadım inşa eden Erdoğan, bu inşa sürecinde Fettullahçıların tüm mevzilerini ekarte eden süreci engelemek için girmiş oldukları çaresizlik eylemidir. Darbenin başarısız olmasının nedenlerinden biride Yüksek Asgari Şura toplantısının erkene alınmasıyla Fettullahçıların yeterli hazırlığı yapamamaları, ordu içindeki Kemalist subaylardan destek alamamaları, en önemliside darbeye meşruluk yaratacak bir toplumsal tabanının bulunmaması. Darbe girişiminin yenilgiye uğrama sebebi, iktidarın ve burjuva basının gösterdiği halk direnişi değildir. Erdoğan’ın gece yarısı yaptığı sokağa çıkma çağrısına; islamcı ve AKP militanları, polis kuvvetleri sokağa çıkmıştır. Başarısızlığa uğrayan darbe girişimini Erdoğan kendi lehine çevirmiştir. Darbe girişimini “Allahın bir lütfu” olarak tanımlayıp; kendisinide ‘Başkomutan’ ilan etmiştir. İktidar eliyle silahlanan islamcı faşist grupları polisle içiçe geçirip hazır kıta olarak tutmaya, kendisine karşı gelişecek herhangi muhalefete karşı paramiliter güç olarak hazırlamıştı. Darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra OHAL ilan edilmiş, burjuva hukuku, demokrasisi tamamen askıya alınmış meclisi işlevsiz bir konuma getiren KHK’larla yönetilen, tüm devlet aygıtları mekanizmasını kendi şahsında toplayan, parti devleti modelli Bonopartist diktatörlüğün zemini yarattı. Bu siyasi atmosferde, Kürt siyasi hareketinin Eşbaşkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, parti üyeleri tutuklandı. Muhalif gazeteciler, aydınlar, öğrenciler, sosyalist solun tüm fraksiyonlarından aktivistler sürekli olarak gözaltı, tutuklama, baskı, hapis gibi durumlar gündelik hayatın sıradanlaşmış olaylarına döndü. Erdoğan, uzun süredir fiili olarak uyguladığı Başkanlık rejimine yasal bir statü kazandırmak için 16 Nisan 2017’de referanduma gitti. Referandum için yapılan propoganda ve seçim çalışması sürecinde Erdoğan devletin tüm olanaklarını kullanmasına ve Hayır cephesini terörist ilan edip üzerinde büyük baskılar uygulamasına rağmen, seçimlerden istediği sonucu alabilmek için seçime hile karıştırmak zorunda kaldı. 16 Nisan seçimleri Cumhuriyet tarihinin en şaibeli seçimleri olarak tarihe geçti. Erdoğan rejiminin hedeflediği Başkanlık sistemine ulaşmak için önünde 2019 seçimleri kalmıştı. Sürekli kendini yenileyen siyasal kriz hâlini, yaklaşmakta olan ekonomik çöküş sinyalleri ve dalgasıyla kendi iktidarını ancak baskıcı rejimle ayakta tutacağını bilen Erdoğan, OHAL altında tüm emekçilerin mücadelesini baskı altında tutmakta ve grevleri yasaklamaktaydı. Erdoğan, içeride ve dışarıda Kürt düşmanlığı üzerinden savaş politikalarını diri tutmakta ısrar etmekteydi. Kürt düşmanlığı üzerinden yarattığı milliyetçi şoven dalgayla iktidarına meşruiyet katmaya çalışmakta, derinleşen ekonomik krizin üstünü örtme hedefini gütmekteydi. 2019 seçimleri öncesi Erdoğan Afrin işgaline girişti. Bu işgal girişimiyle hem Suriye’deki Kürt halkının kazanılmış mevzilerini yıkacak hemde içeride 2019 Başkanlık seçimlerine ulusal kahraman olarak girmeyi hedefledi. Üç günde düşer denilen Afrin aylarca düşmemişti. Erdoğan Afrin işgalini gerçekleştirmiş olsada, Suriye’de kendisine alan açmış olsada, içeride hedeflediği ulusal kahraman imajını kazanamadı. Kendi kemikleşmiş militan tabanı dışında kimsede milli kahraman sıfatı uyandırmadı. Erdoğan krizin hızla derinleşmesi; Afrin zaferi gündeminin çok gerisinde kaldı. Erdoğan 2019’da yapılacak olan seçimlere ekonomik kriz içinde girmek istemediği için acele bir erken seçime gitti. Yıllarca erken seçimin çağ dışı kalmak olarak niteleyen Erdoğan yangından mal kaçırır gibi erken seçime girmek zorunda kaldı. Yıllardır kualisyonların ülkeyi geriye götüreceğini savunan Erdoğan, Başkanlık seçimleri için oluşturduğu sistem ittifaklara dayanan, adı konmamış bir kualisyon sistemi kurmak zorunda kaldı. Erdoğan rejimi yıllardır hedeflediği Başkanlık rejimine 24 Haziran seçimleriyle ulaştı. Tüm iktidarı kendinde topladığı diktatörlük inşa etmeyi başardı. Fakat bu hedefine ulaşana kadar; çok fazla güç kaybetti ve yeni inşa ettiği rejim Türkiye kapitalizmine temiz bir sayfa açmadı. Tam tersine çürümüş iktidarını çürümüş yöntemlerle ayakta tutmaya çalışmaktadır. Erdoğan hedeflediği Başkanlık rejimine ulaştı, fakat Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biriyle boğuşmak zorunda. Bu krize karşı tek programı daha fazla kemer sıkma anlamına gelen neo-liberal İMF’siz İMF programlarıdır. Gelişecek kriz karşıtı emekçi muhalefeti bastırmak için, kendisine karşı herhangi bir muhalefetin yeşermesini engellemek için sürekli baskı ve devlet terörü uygulamaktan başka alternatifi yoktur. Bu durum kendi içinde sosyal patlamalar ve isyan dalgalarını barındırmaktadır. Erdoğan eski ittifak ortağı Fettulahçı cemaatle girdiği kavganın nihai galibi oldu. 15 Temmuz başarısız askeri darbe girişimini kendi lehine çevirsede, toplumda ciddi bir meşruiyeti ve saygınlığı olan ordu artık toplumun gözünde en güvenilmez kurumlardan biri hâline geldi. Erdoğan yargıyı kendi diktatörlüğünün kalkanına çevirdi, ama onun kendi içinde yarattığı çelişki yığınların gözünde yargı ve hukuk sistemine olan güvenin komple bitmesi olarak gelişim göstermekte. Erdoğan bugüne kadar her seçimden istediği sonuçla çıkmayı başarsada; her seçimde eksik olmayan hile ve şaibeler yüzünden yığınların gözünde Erdoğan’ın asla seçimle devrilemez gerçeğini yeşertmektedir. Bugün yığınsal belleklerde oluşan bu gerçekliğin karşılığı umutsuzluk ve pasifizm olsada kendi içinde karşıtını yaratma potansiyeli taşımaktadır. O karşıtlığıda şu şekilde somutlayabiliriz; yığınlar Erdoğan diktaörlüğünü devirmek için parlementer yollar dışında radikal seferbelik arayışlarına girebilir. Erdoğan’ın en büyük korkusuda budur, o yüzden sürekli Gezi’yi anımsatıp, bir daha olursa kanlı şekilde bastırırız mesajlarını tekrarlamaktadır. Erdoğan hedeflediği Başkanlık rejimine ulaştı; fakat bunu MHP’nin desteği olmadan başaramadı. Yeni inşa ettiği rejimde MHP’ye bağımlılığı artmakta, MHP daha fazla yönetimde güç istemekte, AKP ise MHP ile bu kadar yüz göz olmak istemiyor. Bu durum derin siyasal krizleri kendi içinde barındırmaktadır. Erdoğan Kürt halkıyla tamamen gemileri yaktı, geri dönüşün yolunuda tamamen tıkadı. Yasal siyasal alanda dahi Kürt halkının asla varolmaması için üst düzey çaba içinde, Kürt düşmanlığı üzerinden kendi tabanını konsolide etmeye çalışmakta ve kendisine buradan siyasal meşruiyet yaratmaktadır. Bu durumun kendi içinde Erdoğan alehine sonuçlanacak çelişkiler yaratmaktadır. Siyasal alandan tecrit edilmeye ve tüm talepleri, kazanımları elinden alınmaya çalışıtığı Kürt halkının mücadele ve serhildan geleneği yüksektir. Buradan radikalleşerek devlet iktidarını yerinden sarsacak pratiklerin doğması dinamiğini barındırmaktadır. Ekonomik krizin uzun yıllar artan oranda derinleşeceğini burjuva iktisatçıları dahi kabul etmektedir. Çürümüş cesete dönmüş Erdoğan diktatörlüğünün krizine karşı proleter devrimci programla çıkmanın, devrimci komünist partinin inşasından bahsetmenin tam zamanıdır.
Krizin Nedeni Sermaye Düzenidir
Makalemizin ilk bölümünde, Kapitalizmin neden krizlere gebe olduğunu, krizler ile nasıl beslendiğini derinlemesine açıklama gayreti içinde bulunduk. Bugün Türkiye’de derinleşen krizi sadece Erdoğan iktidarının son 16 yılda uyguladığı ekonomi politikalarına indirgeyen anlayış yaygın bir eğilim olarak büyümektedir. Burjuva ideologlar kriz dönemlerinde her zaman; kapitalizme dokunmadan, iktidar politikalarının yanlış uygulanan ekonomi poltikalarıyla krizin nedenini açıklarlar. Bu eğilim burjuvazinin fıtratında vardır; tezat olan durum kendisine sol, sosyalist diyen siyasal özneler arasında bu eğilimin hızla boy vermesidir. Kriz nedeni olarak Erdoğan’ın yolsuzlukları ve üretim ekonomisi yerine inşaat sektörüne sermayeyi aktarmak olarak göstermektedirler. Bu anlayış herşeyden önce, kapitalizmi ve onun suç örgütlerini aklamaktır. Sermaye egemenliğine siyasal meşruiyet alanı yaratmaktadır. Erdoğan’sız bir kapitalizmin; refah, bolluk, adalet getireceğini idda etmektir. Bu kriz, herşeyden önce 2008 dünya buhranının yeni bir dalgasıdır. Patronlar arasında vahşi rekabete dayalı olan kapitalist üretim tarzı varlığını korudukça; kapitalistler emekçilerin yarattığı değerleri gaspetmek için Borsa ve piyasalarında orman kanunlarına dayanan rekabetleri daha fazla kâr peşinde koşmalarını ve bunun yarattığı plansız anarşik ortam her zaman ekonomik krizlerin nesnel ortamını yaratacaktır. İdda edildiği gibi, sanayi yerine inşaat sektörüne yatırım yapılması, üretim ekonomisinin olmaması kriz varlığı için tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Dünya kapitalist buhranlarını incelediğimizde; krizlerin ana faktörlerinde aşırı üretim gerçeği yatmaktadır. İdda edildiği gibi Erdoğan’ın ekonomi politikaları sanayiyi “Üretim Ekonomisi” geliştirmeye yönelik olması, Türkiye’yi krizden kurtarmazdı, en iyi ihtimalle sadece krizin gelişini biraz geçiktirebilirdi.
Bir diğer revaçta olan argüman ise; Türkiye ekonomisinin uluslarası tekellere ve emperyalizme bağımlı olduğu, bunun krizi yarattığı fikri…
Hiç kuşkusuz bu bağımlılık ilişkisi krizin önemli faktörlerinden biridir. Burada bizim için belirleyici olan bu bağımlılık ilişkisine nasıl bir siyasal perspektifle yaklaşıldığı ve nasıl bir siyasal sonuç çıkarıldığıdır. Kapitalizm doğası gereği eşitsiz ama bileşik gelişim yasasına sahiptir. Hiçbir ulus-devlet ekonomik ilişkiler bakımından diğer ulus-devletlerden yalıtık değildir. Dünya kapitalist sistemine entegre olmayan bir kapitalist ülkenin yaşama şansı yoktur. En güçlü kapitalist ülkeler dahi dünya pazarında diğer ülkelerle bağımlılık ilişkisi içindedir. Tüm dünya ekonomisi birbirine karşılıklı ekonomik bağlılık ilişkisine sahiptir. Bu bağlılık ilişkisi eşitsizliklerle doludur. Geç kapitalistleşmiş ülkelerin, emperyalist metropollere bağımlılık ilişkisi ulusal ekonomiyi derinden etkileyecek bir pozisyona sahiptir. Bu durumdan çıkarılacak siyasal sonuç dahilinde alınacak pozisyon belirleyici unsurdur. Uluslarası emperyalist-kapitalist sistemle radikal bir hesaplaşmaya girilmeden, uluslarası emperyalist kapitalist sistemi aşacak sosyalist dünya devrimi dahilinde dünya devriminin partisinin inşası hedefine sahip olmayan her perspektif, niyetleri ne olursa olsun son tahlilde milliyetçi siyasal argümanlar olarak varlıklarını sürdürmeye mahkumdurlar.
Krizin Faturası Patronlara
Erdoğan her ne kadar kriz yok manipilasyon var desede, krizden bahsedenleri susturmaya çalışsada kriz tüm yakıcılığıyla derinleşerek varlığını koruyor. Kriz tüm şiddetiyle emekçi kitlelerin hayatında yıkımlar yaratıyor. Enflasyon ve faizin paraler artışıyla birlikte ücretler buz gibi erime sürecine girdi. Gıda ve ev eşyaları gibi en temel ihtiyaçlara gelen zamlar kitlesel açlık tehtidini güncelleştirmektedir. Açlık ve yoksulluk önlenemez oranda hızla artış göstermekte, işsizlik rekor seviyelere gelerek, işçi sınıfının tüm sosyal kazanımları büyük bir tehtid altındadır. Sağlık Bakanlığından gelen talimatlarla zorunlu olmadığı sürece hastalara ameliyat yapmayın talimatı veriliyor. Krize karşı Erdoğan’ın almış olduğu tüm önlemler patronları ayakta tutmaya yöneliktir. İşsizlik fonunun patronlara açılması, patronların vergilerine af gelmesi, işçi ücretlerinin bir kısmını patronları rahatlatmak için, devletin üstlenmesi, memur maaşlarının geçmişe dönük endekslenmesine son verilmesi, kıdem tazminatının gasp edilme tehtidi altında olması, emeklilik sisteminin özel emekliliğe doğru evriltilmesi, sosyal sigorta sistemi zayıflatılarak işlevsizleştirilmeye çalışılmakta, esnek taşeron çalışma ulusal istihdam biçmine dönüştürülmektedir…
Sözün kısası Erdoğan diktatörlüğü krizin tüm faturasını emekçilere ödetmeye yeminlidir. Krize karşı işçi direnişlerinde artış sözkonudur; fakat işçi direnişleri birbirinden yalıtık, parçalı, örgütsüz ve siyasal bir programdan yoksundur. Krizin faturasını patronlara ödetmenin tek yolu; işçi sımıfının birleşik cephesini inşa etmekten geçmektedir.
Sendikaların Durumu
Ekonomik krizin çığ gibi büyüyüp emekçi yığınlarda büyük yıkımlar yarattığı bu süreçte; en kitlesel işçi örgütleri olan, yüzbinlerce üyesi bulunan sendika konfederasyonları ölüm sesizliğine bürünmüş durumda. Tek yapılan günü kotaran sendika bürokatlarının, bürokatik koltuklardan yaptığı pasifist basın açıklamaları dışında ortaya koydukları somut bir pratik söz konusu değildir. Erdoğan 15 Temmuz sonrası OHAL’i ilan ettiği süreçte patronlara yaptığı konuşmada: ” Biz OHAL’i grev tehtidine karşı kullanıyoruz; grev tehtidi olan yere OHAL aracılığıyla anında müdahalede bulunuyoruz” açıklamasında bulunmuştur. 15 Temmuz başarısız askeri darbe girişiminden beri; sendikalaşmanın önüne engel ve baskılar konulsada, grev yasakları getirilsede; işçi mücadelesi artış göstermeye devam etti. 2017-18 yıllarında grev yasaklarını fiili olarak delen önemli pratikler gerçekleşti. Bu girişimlerin radikaleşip, diğer fabrika ve iş kollarına yayılmasından korkan hükümet ve sermaye sınıfının imdadına her durumda sendikal bürokasi yetişti. İşçilerin mücadelesinin radikalleşmesini engellemek için; işçilere dönüş yapılmadan olduya bittiye gelen sözleşmeler imzalandı. Bu sözleşmeler büyük kazanımlar ve zaferler olarak pazarlandı. Erdoğan ve sermaye sınıfı; sınıf mücadelesinin radikalleşerek kitleselleşmesinden korkuyor, sendika bürokasisi ise devletin baskısını üzerinde hissetmekten korkuyor. Son bir yılda 100.000’e yakın işçi sendikalı oldu. Sendikalar devlet ve sermayeyle bütünleşmiş dev aygıtlara dönüşsede; mücadele ve örgütlenmeye karar vermiş işçi sınıfının ilk başvurduğu yer olma gerçeğini korumaktadır. Bugün Türkiye’de sendikalı işçi oranı %12, 8 oranındadır. 110 sendika %1 barajını aşamadığı için toplu sözleşme hakkından yasal olarak yoksundur. Türkiye işçi sınıfının ezici çoğunluğu sendikasız ve örgütsüz durumda. Ülkedeki en çok üyeye sahip olan sendikalar Erdoğan diktatörlüğüne bağlı aygıtlar konumundadır. Görece solcu görünen, tabelasında “Devrimci” yazan DİSK’in durumu ise diğer sendika konfederasyonlarından farksızdır. Son 16 yıldır Edoğan’ın işçi sınıfının tüm kazanımlarına karşı yaptığı topyeküm saldırılar karşısında DİSK; üretimden gelen gücünü kullanmaktan kaçan, pasifist günü kotaran eylemlilikler izledi. Mücadeleyi iş yerleri düzeyinde yürütülen ücret sendikacılığına indirgedi. Radikalleşen işçi mücadelerinin önünde emniyet kemeri rolü gördü. Özellikle grev yasağına karşı iradi tutum içinde bulunan metal işçilerinin mücadelesinde bu pozisyonu çok belirgindir. Bugün ise krize ve Erdoğan diktatörlüğüne karşı mücadele pratiği sergileyecek yetiye sahip değildir. DİSK’in geldiği durum, radikalleşecek sınıf mücadeleri karşısında, burjuvazinin emniyet kemeri rolüne bürünmüş çürüyen bürokatik aygıttır. Bu çürümüş bürokasiye karşı mücadele, Erdoğan diktatörlüğüne ve sermayeye karşı verilecek mücadeleden bağımsız değildir. Sendikal bürokasiye karşı mücadele sınıf mücadelesinin köşe taşlarından biridir. Sosyalist hareketin mevcut durumuna gelince, onlarda sendikalardan farklı bir noktada değildir. Çünkü sendikal bürokaside birçok sosyalist parti ve gruptan eğilim kendisini varetmektedir. Türkiye sosyalist hareketi sendikal bürokasinin bir parçasıdır. Türkiye sosyalist hareketinin işçi sınıfıyla bağları yok denecek kadar azdır. Bunun en önemli nedeni faaliyetinin merkezinde işçi sınıfı olmamsı, sınıf çalışmasını ekonomizm temelli gerçekleştirmesi, bu durumu vareden asli unsur proleter devrimci programdan komple uzak olmasıdır. Bunun pratikteki karşılığı ise; üniversite, akademi, beyaz yakalılar ve sendika bürokasisi içinde kendisine taban bulmasıdır. Sendikaların yaşadığı çürüme ve iflas Sosyalist gruplarda paraler düzeyde boy göstermektir.
Hayat Pahalılığına Karşı Mücadele
Enflasyonun çığ gibi büyümesi, döviz ve kur artışındaki sürekli dalgalanmalar, emekçilerin ücretlerini eritmektedir. Gündelik hayatın sıradanlaşmış durumuna dönüşmüş olan zamlarla iktidar “Enflasyonla mücadele” adı altında göstermelik zabıta önlemleriyle enflasyonu düşürmeyi hedeflemektedir. Bu durum enflasyonu düşürmemekte tam aksine karaborsanın önünü açmaktadır. Hayat pahalılığındaki istikrarlı artış emekçi kitlelerde yığınsal açlık tehtidinin zeminini yaratmaktadır. Hayat pahalılığına karşı uzlaşmaz mücadele yürütmek zorundayız. Hayat pahalılığına karşı taleplerimizi şu şekilde somutlayabiliriz.
Ücretlerde Oynak Merdiven Sistemi
Enflasyon artışı, döviz ve kurdaki sürekli dalgalanmalar, sürekli olarak zamları beraberinde getirmektedirler. Bu durumda işçi sınıfının ücretlerinde ciddi kayıplar yaratmaktadır. Asgari ücretin yıllık olarak belirlenmesi, toplu sözleşmeleri yılda bir veya iki yılda bir yapılışı göz önüne alınırsa işçinin aldığı zamda, elindeki maaşta sürekli erime tehtidi içindedir. Enflasyona ve hayat pahalılığına karşı ücretlerin korunması, kayıpların tamamen engellenmesi için tek çare vardır; oda ücretlerde oynak merdiven sistemini getirmek. Bu sistemin temelinde her ay tüketim ürünlerine gelen zam miktarıyla eşit miktarda ücretlere zam gelmesi vardır. Bu sistemdeki fiyat artışları işçi ailelerinin temel ihtiyaçları baz alınmalıdır. Gıda, kira, elektrik, doğalgaz, su, ulaşım ücretleri gibi…
Toplu sözleşmeler, tüketim mallarındaki fiyat artışı oranında ücretlerin otomatik olarak artırılması sağlanmalıdır. Hayat pahalılığı ve enflasyona karşı mücadelede işçi sınıfının ana talebi: Ücretlerde Oynak Merdiven Sisteminin getirilmesi olmalıdır.
Asgari Ücretin Vergi Dilimi Dışı Bırakılsın
En temel ihyiyaçlara; elektrik, su, doğalgaz, gıda ürünlerine yükselen oranda vergi miktarları gelmektedir. Milyonlarca insanın hayatını belirleyen asgari ücretin vergi dilimi ise 2019 yılı itibarıyla bir üst vergi dilimine yükseltilerek %20’ye çıkartıldı. Patronlara vergi konusunda her türlü kolaylığı yapan ( vergi affı, taksitlendirme, erteleme) Erdoğan rejimi, işçilere krizin bedelini ödetmek için vergi yükünü artırdıkça artırmaktadır. Emekçilerden alıp patronların kasasına aktarmaktadır. Emekçilerin kanını emen vergi vampirine karşı mücadele için taleplerimiz şunlardır: Asgari ücret vergi dışı bırakılsın
Tüm dolaylı vergiler tamamen kaldırılsın ve yerine artan oranlı gelir vergisi getirilsin
Asgari Ücret Sendikaların Belirleyeceği Yoksulluk Sınırının Üzerine Çıksın!
Kriz ortamıyla birlikte, tüm temel ihtiyaçlara gelen zincirleme zamlar, TL’nin tarihin en büyük değer kaybını yaşaması, enflasyon oranındaki rekor artışlara paraler olarak, açlık ve yoksulluk sınırında rekorlar kırılmaya başlandı. Kasım 2018 iststiklerine göre 4 kişilik ailenin açlık sınırı1943 TL, yoksulluk sınırı ise 6bin 328 TL olarak belirlendi. Bu oranlara göre Türkiye’de ücretli emekçilerin tamamına yakını yoksulluğa mahkum edilmiştir.
Tüm Emekçilerin Kredi Kartı Borçları Silinsin!
Kredi kartı ve ihtiyaç kredileri özellikle 2000’li yıllarla birlikte bankacılık sisteminin temel taşları hâline geldi. Kredi kartı kullanımı mantar gibi türetildi. Kredi kartı adeta kimlik kartı gibi herkesde bulunan bir duruma geldi. Kredi kartları mağdurlarıda çığ gibi büyümekte, milyonlarca insan yasal takibe alınmış, haciz durumuyla karşıkarşıyadır. Kredi kartı borcu yüzünden intihar, boşanma vb durumlar gündelik hayatın sıradanlaşmış olguları hâline geldi. Kredi kartlarının bu düzeyde yaygınlaşıp, yıkımlar yaratmasını şu şekilde açıklayabiliriz:
Yükselen enflasyon oranları karşısında, işçi sınıfının aldığı reel ücretin erimesiyle birlikte, alım gücü düşmektedir. İşçi sınıfının aldığı ücretin, en temel ihtiyaçlarını karşılamaya dahi yetmemesi, modern yasal tefeciler olan bankalara yeni bir sömürü alanı açtı. Kredi kartları ile işçi sınıfı en temel ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmaktadır. Yani işçi sınıfının aile bütçesi, borçlar üzerinden dönen bir bütçeye dönüşmüştür. 2 ay üst üste kredi kartı borcunu ödeyemeyen bir işçi, bankaların acımasız tefeci faizlerine maruz kalmaktadır. Bir karttan para çekip, diğer karta para yatırmak üzerine dönen bir havuz problemi işçi sınıfının hayatından eksik olmamaktadır. Bunların dışında ihtiyaç kredileri de yaygınlaşmaktadır. Barınma ihtiyacını kökten çözmek isteyen bir işçi, kendi maaşı ile konut alabilecek bir paraya sahip olamıyor. Bunun yerine konut kredisine başvurmak zorunda kalmaktadır. Krediyi ödeyebilmek için hayatının en az 10 yılını ipotek altına alıp, ölesiye çalışmak seçeneği sistem tarafından dikte edilmektedir. Bu durum işçinin iş hayatına, iş yerindeki tüm haksızlıklara boyun eğmek, kendi hakkını aramaktan geri durmak olarak yansımaktadır. Eğer işten atılırsa, 2 ay kredi borcunu ödeyemezse, bankaların acımasız tefeci faizi altında bir yıkım onu beklemektedir. Ekonomik kriz ortamında kredi kartı sömürüsü, emekçi kitlelerde öldürücü yıkımlar yaratmaktadır. Ekonomik kriz ortamında; patronların borçşarını, vergilerini silen, karşılıksız, faizsiz krediler veren Erdoğan rejimi işçi sınıfının hayatında ekonomik ölüm gerçekleştiren kredi kartı borçlarının silinmesi talebini savunmak hayat pahalılığına karşı mücadelenin vazgeçilmez taleplerindendir.
Özel Bankalar Kamulaştırılsın! Borsa ve Spekilasyon Sistemi Lavedilsin!
Bankalar Finans kapitalin egemenliğinin cisimleşmiş hâlidir. Tekeller, tröstlerle içiçe girmiş olmakla birlikte ekonominin komutasınıda belirleyen kapitalist kuruluşlardır. Troçki’nin tabiriyle:” Bankaların yapısı, modern sermayenin tüm yapısını yoğun bir ifadesidir: tekelkeşme eğilimiyle anarşi eğilimini birleştirirler. Bir yandan teknoloji mucizelerini, dev kuruluşları ve güçlü tröstleri, öte yandan hayat pahalılığını, krizleri, işsizlikleri örgütler. Egemen konumuyla bankaların, yağmacı kapitalistlerin ellerine bırakılması hâlinde yıkıcı çalışmalarında birbirini tamamlayan tekelci despotizme ve kaoitalist anarşiye karşı mücadelede tek bir ciddi adımın atılması olanıksızlaşır.” Kapitalizmin modern tefecileri olan bankalar emekçi kitleleri en temel yaşam ihtiyaçları için borçlandırıp, hayatlarını ipotek altına almaktadır. Faizler, spekilasyonlar, borsa dalgaları, kur artışlarıyla, krizler ve hayat pahalılığı, işsizlik ve yoksulluğu örgütler. Kapitalist barbarlığın, emekçilerin hayatlarındaki ekonomik yıkımların uygulayıcıları bankacılık sisteminin kendisidir. Kapitalizme karşı mücadede finas- kapitalin cisimleşmiş egemenliği olan bankalara karşı mücadele pas geçilemeyecek niteliktedir. Kriz dönemlerinde, bankacılık ve borsa sisteminin soygun düzeni daha berrak bir şekilde su yüzüne çıkar. Bankacılık sisteminin ençok sorgulanıp, en fazla öfke biriktirilen dönem ekonomik kriz dönemlerine tekabül etmektedir. Bu konuyla ilgili dönemsel taleplerimizi şöyle sıralayabiliriz: – Tüm özel bankalar kamulaştırılıp, tek bir merkez bankasında toplansın
– Borsa ve spekikasyon sistemi lavedilsin
İşsizliğe Karşı Mücadele
Ekonomik krizle birlikte; şirket iflasları, konkardato ilanları, daralmalar iş hayatında eksik olmayan durumlardır. Bunların sonuçları ise; kitlesel işsizlik olarak gündelik hayatta karşılık bulmaktadır. Kriz dönemlerinde en istikrarlı ve hızlı büyüyen sosyal tabaka işsizler ordusudur. İşsizliğin kitleselleşmesi sınıfın henüz işini kaybetmemiş kesimlerine ağır çalışma koşulları dayatmaktadır. İşsizlik yalnızca ekonomik kriz dönemlerinde yoktur. Ekonomik büyüme dönemlerinde de varlığını korumaktadır. Çünkü kapitalizm için işsizlik yedeğe alınmış işçi ordusudur. Kapitalizm hiçbir zaman işsizlik sorununu çözmemiştir. Çünkü sermayenin işsizlere her zaman ihtiyacı vardır. İşsiz işçiler kapitalistler için yedek iş gücüdür. İşsizlik oranı artıkça, işçi ücreti düşer. Sermaye için işsiz işçiler, her zaman bir kozdur. Çalışan işçileri işsizlik ile tehdit edip, hak aramasının önüne geçmeye çalışır. Bu nedenle sermaye işsizler ordusundan sürekli olarak beslenir. İşsiz işçiler, işçi sınıfının bir parçasıdır. Çıkarları iş sahibi işçilerden farklı değildir. Marx, Kapital’de bu konuda şöyle der:”İşçi sınıfının çalışmakta olan kısmının aşırı çalışması, işçi sınıfının yedek (işsiz) kısmını büyüterek, diğer taraftan, yedekte bulunan kısmının rekabet yoluyla çalışmakta olan kısım üzerinde yarattığı baskının artması, çalışmakta olan işçileri aşırı çalışması ile diğer kısmının zorla işsizliğe mahkûm edilmesi ve bunun tersi, bireysel kapitalistin zenginleşme aracı haline gelir.”
İşsizliğe karşı mücadele sadece sınıfın yedeğe alınmış kesimlerinin değil, çalışan kesimleride yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenledir ki; işsizliğe karşı mücadele programında, talepler sınıfın tüm kesimlerini kapsayacak perspektifte olması elzemdir. İşsizliğe karşı taleplerimizi şöyle sıralayabiliriz.
– İşten Çıkarmalar, Ücretsiz İzinler Yasaklansın !
– Ticari Sırlar Kalksın, Muhasebe Defterleri Açılsın !
– Kapanan İş Yerleri Tazminatsız, İşçi Denetiminde Kamulaştırılsın !
– Özelleştirmeler Dursun Sanayide İşçi Denetimi!
– İşsizlik Fonu Sadece İşsizler İçin Kullanılsın!
– İşsizler Güvencesizler Meclisinde Örgütlenelim!
İş Yeri, Dayanışma ve Sendika Komitelerini İnşa Edelim
Ekınomik krizi yaşadığımız bu dönemde işçi hareketi, parçalı, birbirinden yalıtık, örgütsüz, olaganüstü bir kalkışma durumunda sendika bürokasisinin frenleyici pozisyonu ve devletin tüm baskı aygıtları tarafından kuşarılmış durumdadır. Yoksulluk, sömürü, işsizlik ve açlığın veba gibi yayıldığı bu dönemde; işçi ve emekçi kitlelerde sosyal patlama dinamikleri, kitlesel öfke patlamaları potansiyelini taşımaktadır. Fakat proleter devrimciler kendiliğinden bir hareket bekleyip, hareket oluşunca kuyrukçu bir perspektifle kendilerinr dayanışmacı aktivizm görevini tariflemezler. Proleter devrimciler böyle süreçlere her dönem hazırlanmak ve sınıfın stratejik noktalarında devrimci perspektiflerinin kök salmış bir örgütlülüğe dönüşmesi için faaliyet yürütürler. Ekonomik krizin derinleşerek uzunca bir süre varlığını koruyacağı konusunda burjuva iktisatçıları dahi hem fikir konumdadır. Ekonomik kriz ortamında devrimci müdahalelerde bulunabilmek için devrimci bir program dahilinde işçi sınıfının öz örgütlenme araçlarının inşasına öncülük edip, bu fikri sınıfın öncü kesimleri arasında diri tutmak biz proleter devrimcilerin dönemsel görevlerindendir. Tariflediğimiz bu görevi şu şekilde kategorize edebiliriz: işyeri komiteleri, dayanışma komiteleri, sendika komiteleri
İş Yeri Komiteleri
İş yeri komiteleri denince, gerek sosyalist solda gereksede sendikalarda kavramın içi boşaltılmış bir şekilde tariflenmektedir. Sınıf çalışmasından sadece ekonomimz temelli bir sendikal çalışma kavrayışına sahip olan Türkiye sosyalist solunun ezici çoğunluğu, işyerlerinde örgütlenmeye mücadeleye kararlı bir kesimle bağ kurduğu zaman ilk hedef olarak sendikayı gösterir. İş yeri komitesini ise; sendikalaşma sürecini hızlandırmak, daha disiplinli hareket etmesini sağlamak için araç olarak görürler. Sendikalaşma tamamlanınca; iş yeri komitesi kendisini sendikal bürokasinin temsilcilerine veya öncü işçilerin bürokatlaştırılma sürecine evrilir. Bir daha komiteden sadece TİS süreçlerinde, grev dönemlerinde bahsedilir. Kurulan komite yalnızca grev sürecinin teknik hazırlıklarıyla ilgilenir, son söz yine sendikal bürokasinin başkanlar kuruluna aittir. Oysaki işçi komiteleri özünde sendikal bürokasinin aygıtı değildir; işçi sınıfının öz örgütlenme araçlarından birisidir. İş yeri temelinde, inşa edilen bu komite, her departmanda kurulur. Komite kendi temsilcilerini kendi seçer, istediği zaman geri çağırır. Taleolerini demokratik bir şekilde oylamayla belirler. İş kolundaki diğer fabrikalarda da örgütlenmek için çaba sarf eder. Fabrikalar arası seçilmiş temsilciler aracılığıyla sektör düzeyinde meclisler oluşturur. Buralarda kendi eylem kararlarını alıp, harekete geçer. İş yeri komiteleri işlevli olduğu sürece sendika bürokasisiyle arasındaki çelişkiler su yüzüne çıkar. Çünkü komiteler yaygınlaşıp işlev kazandığı oranda, iş yerinde fiili olarak ikili iktidar görünümü verir. Sözü yoldaş Troçki’ye bırakalım:” Genel bir kural olarak sendika bürokatları kitleleri seferber etmeye yönelik her cesur adıma karşı gösterdikleri direnci fabrika komitelerinin yaratılmasına karşıda göstereceklerdir. Bununla birlikte, bu direnci kırmak, hareketin yayılımı oranında kolaylaşacaktır. Sakin dönemlerde eğer işyerinde tüm çalışanlar sendikalaşmışsa komite, sendikanın alışmış organlarıyla resmen çakışacak; ancak kadrolarını yenileyip, işlevlerini genişletecektir. Ne var ki komitenin başlıca anlamı, onun, sendikaların genellikle ulaşamadığı işçi sınıfı kesimlerinin militan kurmayı hâline gelebilmesidir. Devrimin en esirgemez tabuları özellikle bu çok daha fazla ezilen kesimlerinden oluşacaktır. Komite ortaya çıktığı andan itibaren fabrikada fiili olarak bir ikili iktidar kurulur; özü itibarıyla bu, geçiş durumu sergiler; çünkü varlığında iki uzlaşmaz düzeni içermektedir: kapitalist ve proleter düzeni. Fabrika komitelerinin temel önemi burjuva ve proleter düzenleri arasında doğrudan bir devrim dönemine değilse bile bir devrim öncesi döneme yolu açmasıdır. Fabrika komiteleri fikrinin yaygınlaşmasının ne zamansız nede yapay olduğu, birçok ülkede yayılmış olan fabrika işgalleri dalgasıyla yeterince kanıtlanmaktadır. Bu türden yeni dalgalar yakın gelecekte kaçınılmaz olacaktır. Hazırlıksız yakalanmamak için fabrika komiteleri doğrultusunda kampanyaya zamanında başlamak gerekir.”
Proleter devrimciler, devrimin işçi sınıfının öz yönetim araçları olan; Sovyet organları üzerinden yükseleceğini ve işçi devleti için, proleter devrim için bu aracın olmazsa olmaz olduğu savını öne sürerler. Bu strateji doğrultusunda, bugünden işçi demokrasisini hakim kılacak araçların inşası için mücadele ederler. Fabrika komiteleri bu aygıtların başlangıç zincirinden birisidir. Birleşik işçi cephesi inşası için, işçi sınıfının taban insiyatifine dayanan, öz örgütlenme araçlarının oluşması zorunluluktur.
Dayanışma Komiteleri
Bugünkü mevcut işçi direnişleri birbirinden yalıtık ve sadece iş yeri düzeyinde kalmış, siyasal perspektiften uzak bir konumda devletin baskısı altında varlığını sürdürmektedir. Sınıf dayanışması işçi hareketinin en önemli silahlarından birisidir. Fakat gerek sendikal bürokasi, gereksede onun angajmanında kendisini vareden sosyalist hareketler bu kavramın içeriğini boşaltarak, sınıf dayanışmasını dar sendikalist bir pratiğe hapsettiler. Sınıf dayanışmasını yalnızca grev ve direniş olan iş yerlerine yapılan dayanışma ziyaretlerine, direnişin sesini duyuran haberler yapmaya, zaman zamanda dayanışma geceleri ve erzak yardımlarına indirgendi. Bu saydığımız pratikler elbette dayanışmanın pratikleridir asla küçümsenemez. Sorun bu dayanışma pratiklerini yerine getirmekte değil, sorun sınıf dayanışmasını buna hapsetmekte. İşçi sınıfının tarihinde sınıf dayanışmasının pratikleri hiç olmadığı kadar zenginliğe sahiptir. Türkiye işçi sınıfında 80 öncesi yaygın bir dayanışma pratiği olarak dayanışma grevi kültürü vardır. Başka bir işyerinde yürütülen mücadelenin zafer kazanması için, dayanışma grevleri ve iş yavaşlatma eylemleri gerçekleşirdi. Bu pratikler, hem işçi sınıfının bilincinde önemli sıçramalar yaratmakta, kapitalistler arasında da bölünmelerin, çatışmaların zeminini hazırlamaktaydı. Dayanışma grevi kültürü edinmiş bir işçi sınıfının genel grev örgütleyebilme, siyasal grevler örgütleyebilme yetisi gelişir. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra; dayanışma grevi yasaklandı. Uzun yıllardır bu yasağın kalkması talebi, yeniden dayanışma grevleri örgütleme fikri ne sendikalar tarafından nede sosyalist gruplar tarafından dile getirilmektedir. Bugün dayanışma grevlerinden bahsetmenin; bu fikri işçi sınıfının öncü kesimlerinin gündemine sokup tartışmanın tam zamanıdır.
Grev ve direnişlerin gerçekleştiği iş yerleriyle dayanışma komiteleri oluşturmanın tam zamanıdır. Bu komitelerin görevlerini şu şekilde tarifleyebiliriz:” Varolan grev ve direnişlerin sesini olabildiğince işçi sınıfının en geniş kesimine ulaştırmak
Direniş ve grevlerin sürdüğü iş yerleri arasında komite oluşturarak işçi mücadelesinin merkezileşmesinin alt yapısını oluşturmak.”
Sendika Komiteleri
Sendikalar bugün işçi sınıfının mücadelesini frenleyen, mücadeleyi iş yeri düzeyine ve burjuvazinin belirlediği yasal prosedüre hapseden, kimi yerlerde patronların gardiyanlığına soyunmuş, çürümüş dev bürokatik aygıtlara dönüşmüştür. Bu dev bürokatik aygıtlara karşı mücadele patronlara ve sermaye devletine karşı mücadeleden bağımsız değildir. Kriz koşullarında işçi mücadelesinde olası bir kabarışta sendikal bürokasiyle işçi sınıfının mücadeleci kesimlerinin karşıkarşıya gelmesi kaçınılmaz bir durumdur. 2015 yılında Renault merkezli metal direnişinde; Türk-Metal çetesi metal işçilerinden tarihinin en büyük darbesini yedi. Sendikal bürokasiyi hedef alan olası bir kalkışmaya hazırlıklı olmak için, bugünden sendikalar içinde, komiteleşerek, antibürokatik bir işçi hareketinin zeminini yaratmak için, sendika komiteleri kurmak elzem bir durumdur. Komiteler sendika bürokasisine karşı antibürokatik talepler etrafında örgütlenmelidir. Antibürokatik talepleri şu şekilde somutlatabiliriz: * Sendikaların yönetiminin her bölümü işçilerin oylarıyla seçilsin, hiçbir koşulda atama gerçekleşmesin.
* Sendikanın muhasebesi işçilere açık olsun, harcamalar işçilerin denetiminde yapılsın
* Bir sendika çalışanı sektörde çalışan işçi ücreti ortalamasından fazla ücret alamaz.
* Sendikacılığın meslek olmasının önüne geçilmesi için; tabandan yeni kadro akışının sağlanması için 2 dönem sınırlaması getirilsin.
Savaşa ve Irkçılığa Karşı Mücadele
Lenin savaşı; siyasetin şiddet yoluyla yürütülmesi olarak tanımlamaktadır. Erdoğan rejimi diktatörlüğünü inşa etme sürecinde; iç ve dış politikada savaş kartlarını sürekli olarak kullandı. Kriz ortamında da; sınıfsal çelişkilerin üstünü örtmek için muhaliflerini hedef gösterme, Suriye’deki savaşta sürekli olarak var olma isteği, içerde ve dışarda Kürtlere karşı sömürgeci savaş pratikleriyle varlığını sürdürmektedir. Erdoğan tüm siyasal meşruiyetini savaş kartı üzerinden sağlamaktadır. Kriz gündeminde oluşacak bir kalkışmayı kanlı şekilde bastıracağını her fırsatta ima etmektedir. Bitmeyen bir ritüel olarak tekrarlanan savaş, hedef gösterme, militarist otoriter şöylemler ırkçı fikirlerin çığ gibi büyümesini beraberinde getirmektedir. Savaş politikalarına ve ırkçılığa karşı uzlaşmaz mücadele yürütmek bizler için varlık ve yokluk sebebi hâline dönüşmüştür. Savaşa ve ırkçılığa karşı mücadele taleplerimizi şu şekilde somutlayabiliriz:” – Emperyalist savaşa hayır!
– TC Suriye’den çekilsin
– Savaşa değil eğitime, sağlığa bütçe
– Kürtlere karşı operasyonlar durdurulsun
– Irkçı şöylemler nefret cinayeti kapsamında cezalandırılsın
– Kürt ulusunun, ulusal ve demokratik talepleri kabul edilsin
– Mültecilere; yaşam, barınma, eğitim, sağlık, çalışma, örgütlenme, sosyal güvenlik, sendika hakkı
-) Demokratik Haklar İçin Mücadele
Erdoğan diktatörlüğü özellikle 15 Temmuz başarısız askeri darbe girişimi sonrası; tüm demokratik hakları rafa kaldıran bir sürece girdi. Bugüne dek kazanılmış ve fiili olarak kullanılan tüm haklar kullanılamaz hâle getirildi. Demokratik haklar için mücadele yakıcılığını korumaktadır. Proleter devrimciler demokrasi mücadekesini, sınıf mücadelesinin birer halkası olarak kavrarlar. Bu mücadeleyi kendine has yöntemlerle yürütürler. Burjuvazinin bir kanadıyla kurulan geniş sınıf uzlaşmacılığına dayanan demokrasi cephelerinde yer almazlar. Bu mücadeleyi proletaryanın öz örgütlülüğüyle, kendi teşkikatlarıyla, kendi programı ve kendine has taleplerle sürdürürler. Demokrasi mücadelesinden; yaşam hakkı, grev hakkı, siyaset yapma hakkı, örgütlenme hakkı, tüm siyasal tutsaklara özgürlük hakkını anlarlar ve mücadeleyi bu eksende yürütürler.
-)Kırsaldaki Kapitalist Yıkıma Karşı Mücadele
Erdoğan iktidarının son 16 yılda uyguladığı neo-liberal politikalar kırsalda büyük bir yıkım yaratmıştır. Tarım ürünlerinin üretiminde kullanılan ilaç, tohum, gübre, mozot vs ye yapılan sürekli zamlar, tarım ve hayvancılık ürünlerinin fiyatlarının sabit kalması, tarım ürünlerine uygulanan kota yüzünden kırsalda üretim ciddi oranda düşüş yaşamıştır. Bunun bedelini küçük toprak sahipleri ve mevsimlik tarım işçileri ödemektedir. Mevsimlik tarım işçiliği, Türkiye işçi sınıfının en yoksul ve güvencesiz kesimini oluşturmaktadır. Köylülük tek başına devrimci bir dinamik oluşturmamaktadır. İşçi sınıfının öncülüğünde yürütülen bir mücadelede, köylülük müttefik yedek güç olma potansiyeline sahiptir. Bugünden proleter devrimcilerin kır yoksullarına yönelik taleplerini oluşturmalıdır. Özellikle küçük toprak sahibi köylüler ayakta kalabilmek için; bankalardan krediler almak zorunda kaldılar son yıllarda. Bugün ise; kredileri ödüyemez, küçük mülklerine haciz gelme durumları yaygınlaşmaktadır.
– Küçük toprak sahibi köylülerin borçlarına düzenleme getirilsin
– Tüm tarım ürünleri üzerindeki kota kaldırılsın
– Tarım ürünlerinin alımı devlet tekeline geçsin, tüm aracı tüccarlar tabakası lavedilsin
– Tarım ürünlerinin üretiminde kullanılan( Mazot, gübre, tohum) devlet eliyle minumum fiyatlara verilsin
– Tüm mevsimlik tarım işçilerine sigorta, sosyal güvenlik, sendika, 12 aylık iş güvencesi
– Doğayı ve tarımı tahrip eden, HES, Termik Santral gibi tüm doğa dülmanı projeler iptal edilsin
– Tarım şirketleri ve büyük toprak sahiplerinin toprakları kamulaştırılsın
– Köy şuraları oluşturulsun
-) Dış Borç Ödenmesine Son, Bu Borç Bizim Borcumuz Değildir!
Ekonomik daralma ve akabinde kriz sürecine kadar dış ülkelerden ve uluslarası finas kuruluşlarından borçlar alınmakta, bu borçlar büyük şirketlere aktarılmaktadır. Sadece 2018 yılı içinde dış borç 470 milyar dolara dayandı. Bu borcun %70’i özel sektöre, %30’u devlete aktarıldı. Borçların alınma aşamasında, emekçi kitlelerin herhangi bir fikri alınmsmıştır. Harcanma kısmında ise emekçi kitlelere 1 kr dahi harcanmamıştır. Fakat borçların ödenmesine gelince; fatura emekçilere ödetilmeye çalışılmaktadır. Bir avuç kapitalistin borcu tüm emekçilere kesilmeye çalışılmaktadır. Bu borç emekçilerin borcu değildir. Burjuvazinin borcunun kefilide emekçiler değildir, emekçilerin burjuvaziye vereceği 1 kurşu dahi yoktur. Emekçilerin talebi nettir: Dış borç ödemelerine son, Bu borç bizim borcumuz değildir!
-) Dış Ticaret Devlet Tekeline Alınmalıdır!
Ülkedeki sanayiden tarım ürünlerine, yeraltı ve yerüstü zenginliklerine kadar, tüm ekonomi bir avuç kapitalistin elindedir. Bankacılık sistemide, devlette bunların hizmetindedir. Tamamen kâr ve rekabete dayanan sistemleri; süreklilik hâlinde krizler, işsizlik, yoksulluk ve savaş yaratmaktadır. Merkezi planlı bir ekonomi için, emperyalist kapitalist sistemden radikal kopuş gerçekleştirmenin ilk adımlarından biri; dış ticaretin devlet tekeline alınması ve sanayide işçi denetiminde kamukaştırma yapmaktan geçmektedir.
-) Birleşik İşçi Cephesinin Zorlukları ve Zorunluluğu!
Toplumsal muhalefetin tüm kesimleri tarafından birleşik mücadele fikri sürekli ortaya atılmıştır. Özellikle Erdoğan iktidarının totariterleşme eğilimleri göstermeye başlamasıyla bu fikir dâha sık dile getirilmiş ve belli pratik arayışlarına girilmiştir. Burjuva düzen muhalefeti dâhi bu arayışlara girmekle birlikte kendi ittifaklarını gerçekleştirmiştir. Bu koşullarda en çok sorulan soru; birleşik mücadele ama nasıl? kiminle, tabanda mı tepede mi….
Makalemizin bu bölümünde birleşik cephe anlayışlarını mercek altına alarak, kendi birleşik mücadele perspektiflerimizi belirtip, bugünkü nesnellikteki süreçle birlikte somutlaştırma çabası içinde olacağız.
Birleşik işçi cephesi taktiği uluslarası işçi sınıfının tarihinde sürekli olarak boy göstermiştir. Devrimci Marksistlerin birleşik cepheden anladığı kapitalist sınıfın saldırısına karşı, işçi sınıfının birleşik bir cephe olarak, belli bir eylem platformu ve somut taleplerle burjuvazinin karşısına dikilmesidir. İşçi sınıfının büyük kısmı yaşadığı hayattan memnuniyet duymasada, devrimci fikirlere sahip değildir. İşçi sınıfının içinde; mücadelenin pratiğiyle ortaya çıkmış bir azınlık devrimden yanadır. İşçi sınıfının devrimci eğitimi mücadelenin ta kendisidir. Farklı görüş ve kimliğe sahip olan emekçilerin ortak taleplerini kazanmak için birliğe ihtiyaç duyarlar. İşçi sınıfının karakteristlik özelliğinde birşeyleri kazanmak için birlik olma arayışı vardır. İşçi sınıfı bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıktığunda; bilinç düzeyinde sıçramalar yaşar. Marks birleşik cephe formilasyonunu, Komünist manifesto’da şu şekilde belirtir:”Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir?
Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir.
Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur.
Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar.
Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır.
Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir.” Bu satırlardan şunu anlıyoruz ki; salt bir eylem platformu veya dönemsel bir taktik değil, emekçi yığınları sosyalizme kazanmanın önemli araçlarından biridir. Komünistler işçi sınıfının bir kesmini değil uluslarası düzeyde sınıfın tamamının çıkarlarını savunurlar. Tüm politikaları uluslarası işçi sınıfının birliğini sağlamaya yöneliktir. Mücadelenin ana kalkış noktası sınıfa karşı sınıftır. Marks ve Engels’in önderliğinde kurulan Birinci Enternasyonal 8 saatlik iş gününün kazanılması için kampanyalar örgütler. Bu talep etrafında toplanan işçi yığınları; burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak çıkmıştır. Burjuvazinin tüm kurumlarıyla savaş vermek zorunda kalmıştır. Bu süreçte işçi sınıfının bilinç düzeyinde büyük sıçramalar yaşanmıştır. Devrimci işçiler sıradan işçilerle bağ kurmuş, böylece devrimci komünist fikirler işçi sınıfı içinde kök salarak gelenekselleşmiştir. Dünya işçi sınıfı geleneğinde birleşik işçi cephesi dışında gelişmiş bir diğer eğilim daha vardır.
*) Birleşik Halk Cephesi
Bu anlayış Stalin’in takipçisi olan Dimitrov tarafından teorize edilmiştir. Bu eğilimin temelinde kapitalist sınıfa karşı işçi sınıfının topyeküm seferbeliğini hedefleyen perspektif yoktur. Burjuvazinin bazı kesimleriyle ittifak yapmayı öngören sınıf uzlaşmacılığına dayanan anlayış hâkimdir. Bu taktik faşizme karşı mücadele taktiği olarak öne sürüldü. Faşizmi burjuvazinin en gerici kanadının diktatörlüğü olarak kavrandı. Faşizm olağan kapitalist işleyişten bir sapma olarak tariflendi. Bunun siyasal sonucu olarak, burjuvazinin içinde ilerici unsurlar arayıp, onlarla demokrasi programı etrafında birleşik cepheler, hâlk cepheleri kurma stratejisi geliştirildi. Burjuvaziden ilericilik bekleyen, onunla geniş halk cepheleri kurma stratejileri, Avrupa’daki faşizm tehlikelerinde de kullanıldı. Almanya için Stalinci Komitern, sosyal demokrasiyi, sosyal faşist ilan etti. Sosyal demokrasi ile faşizmi ikiz kardeş olarak tanımladı. Bu durumda Alman faşizmine alan açan uğursuz bir role sahip oldu. Troçki; sosyal demokrasi ile faşizmi bir gören bu anlayışa karşı çıktı.Troçki, Alman Komünist Partisi’nin faşizme karşı sosyal demokrat işçilerin güvenini kazanacak, birleşik işçi cephesinin inşasını savundu. Troçki faşizmi Stalinci Komiternin analizlerindeki gibi burjuvazinin olağan işleyişinden bir sapma olarak değerlendirmedi. Troçki’nin faşizm teorisinde, faşizmi diğer burjuva yönetim biçimlerinden farklılaştıran nitelikleri üzerinde durdu. Faşizm, sermayenin içine sürüklendiği derin bunalımdan çıkmak için artı değeri merkezileştirmek ihtiyacını işçi sınıfını alt etmekle elde edilen girişim olarak tanımlar. Ekonomik krizin yıkım yaşattığı küçük burjuvazi ve lümpen kesimlerin kitle terörüne dayanan olağanüstü burjuva yönetim biçmi olarak görür. Troçki’ye göre faşizmle burjuva demokrasisi arasında sınıf karakteri bakımından; fark yoktur. Her iki rejimdede iktidar burjuvazinin tekelindedir. Tek fark; burjuva demokrasisinde işçiler, ezilen kesimler, örgütlenme, siyaset yapma, hak arama hürriyetleri vardır. Faşizmde ise bu hakların tamamı rafa kalkar. Küçük burjuva ve lümpen kitlelere uygulanan terörizm kurumsal bir yapıya bürünür. Troçki faşizme karşı mücadele konusunda işçi sınıfını ve ezilen kesimleri kapsayan anti kapitalist, devrimci program rehperinde Birleşik İşçi Cephesini savunur. Burjuvazinin herhangi bir kanadına ilericilik atfeden; onunla demokrasi programı temelli geniş halk cepheleri stratejileri sunan, sürekli faşizm, gizli faşizm, açık faşizm gibi hiçbir somutluğu ve mücadele programı olmayan faşizm tezleriyle amamsız bir mücadele içinde olmuştur. 20. yüzyılda faşizmin iktidar olmasına, rahat bir şekilde at koşturmasına zemin hazırlayan halk cepheleri stratejikeri olmuştur. Birleşik halk cephesi anlayışı 20. yüzyılın ikinci yarısında; sömürge ve yarı sömürge ülkelerde antiemperyalist ulusal cephe stratejilerine büründü. Emperyalizme karşı sınıf perspektifinden tamamen yoksun, ana çelişkiyi emperyalist ülkeler ve üçüncü dünya ülkelerine indirgeyen, o ülkedeki sınıfsal ayrımları es geçen, üçüncü dünya ülkelerindeki işçi sınıfını kendi burjuvazisinin saflarında birleşmeye davet eden özünde milliyetçi küçük burjuva perspektiflerdir. Malesef ki; bu kavrayıştaki siyasal perspektifler 21. Yüzyılda da varlığını burjuva muhalefet partilerinide kapsayan demokrasi cepheleriyle sürdürmektedir.
*) Birleşik İşçi Cephesi Kimle, Nasıl ?
Öncelikle birleşik işçi cephesi ne sol, sosyalist parti ve grupların bir araya gelmesiyle nede sendikaların bir araya gelmesiyle tepeden kurulacak bir oluşumdur. Birleşik işçi cephesi bir seçim platformuna veya eylem birlikteliğine indirgenemez. Birleşik işçi cephesi için herşeyden önce işçi sınıfının öz örgütlerine ihtiyaç vardır. Birleşik işçi cephesi işçi sınıfının tamamını kapsayan talepler ve eylem programıyla kapitalistlerin karşısına çıkmasıdır. Bugünkü Türkiye nesnelliğini ele alırsak; sol sosyalist parti ve grupların işçi sınıfı içinde bir etkisi yoktur. Onların bir araya gelerek birleşik cephe çağrılarında bulunmaları ve bu eksende platformlar kurmaları dostlar alışverişte görülsünden öteye geçmez. Sendikal hareket içinde durum pek farklı değildir. Tüm sendikaların üye sayıları; işçi sınıfının küçük bir azınlığını temsil etmektedir. Mevcut sendikalardan en çok üyeye sahip olanlar, Erdoğan rejiminin açık destekçisi konumundadır. Geri kalan sendikalar ise; krize karşı bir mücadele geliştirmekten çok, örgütlü olduğu iş yerlerinde mevcut statükosunu korumak dışında herhangi bir gayesi yoktur. Mevcut nesnellikte Sosyalist grup ve partilerin sendikaların birleşik mücadele çağrılarının işçi sınıfında herhangi bir karşılığı yoktur. İşçi sınıfının birleşik cephesi için herşeyden önce işçi sınıfının tabandan oluşacak birliğine ihtiyaç vardır. İşçi sınıfının birliği bürokatik aygıtlara sahip sendikalardan ziyade; kendilerinin asli özne olduğu örgütlenme araçlarına ihtiyacı vardır. Makalemizin önceki bölümünde de uzunca işlediğimiz işyeri, dayanışma, sendika komiteleri birleşik işçi cephesine giden yolun temel taşlarıdır. Bugünkü konjektürde birleşik işçi cephesi için sendikalara çağrıda bulunmak havanda su dövmektir. Birleşik işçi cephesi perspektifiyle sınıfın tamamının çıkarlarını temsil eden program ve taleplerle; iş yerlerinde, işsiz kitleler arasında, sendikaların içinde komiteler, meclisler inşa etmek; bu hedef doğrultusunda devrimci marksist güçlerin birliği elzemdir.
*) Öz Savunma Komiteleri
Erdoğan diktatörlüğü ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte sıkça Gezi direnilinden ve Fransa’da sürmekte olan Sarı yelekliler isyanından bahseder oldu. Eğer Gezi ve Sarı yelekliler benzeri bir ayaklanma girişimi olursa kanlı bir şekilde bastırma tehtidinde bulunmaktadır. Burjuvazi hiçbir zaman, hiçbir dönem, hiçbir yerde yalnızca resmi polis ve ordusuyla yetinmemiştir. Barış döneminde de savaş döneminde de, en demokrasi havariliği yaptığı dönemdede, olaganüstü rejimlere( Bonopartizm, askeri diktatörlük, faşizm) büründüğü dönemlerde de; grev kırıcılarını, silahlı faşist çetelerini beslemekten geri kalmamıştır. Erdoğan diktatörlüğü içinde bu kural geçerlidir. Devletin tüm baskı aygıtlarını kendi denetimine almış olsada, polis teşkilatını kendi milis güçleri gibi davransada, silahlı islamcı faşist çeteleri örgütlemekten geri durmamıştır. Özelikle 15 Temmuz akşamı bu çeteler önemli bir sınavdan geçmiştir. 15 Temmuz sonrasıda bu çetelerin önü açılmış, palazlanıp yaygınlaştırılması sağlanmıştır. Bugün işçi hareketi başta olmak üzere, toplumsal muhalefetin tüm kesimleri ağır baskı altındadır. En küçük bir hareketlilikte, devletin kolluk güçlerinin ve sivil faşist çetelerin saldırısıyla karşıkarşıyadır. Derinleşen ekonomik kriz ortamında, işçi sınıfının olası bir kabarışı karşısında islamcı faşist çeteler sokağa salınacaktır. 15 Temmuzdan sonra çıkan KHK’larla hükümete karşı girişikecek bir kitlesel ayaklanmada, sivil faşist çetelerin katliamlar gerçekleştirmesinin yasal düzenlemesi yapılmıştır. Reformistler ve burjuvazinin evcilleştirdiği sosyalistler; emekçi kitlelere ve toplumsal muhalefetin tüm kesimlerine; demokrasinin kutsallığından, emek ve demokrasi mücadelesinin parlementetist legal yollarla yapılması gerektiğinin borozanlığını yapmaktadırlar. Son tahlilde burjuvazinin tepeden tırnağa silahlı, işçilerin ise silahsızlandırılmış olması gerektiğinin, aksinin gayrı meşru olduğunu görüşünü aşılamaktadır. Bugün Erdoğan diktatörlüğüne, ekonomik krize karşı yapılacak her mücadele çağrısında, propoganda ve ajitasyonda, işçi sınıfının burjuva devletin kolluk güçlerine ve sivil islamcı faşist çetelere karşı özsavunma komitelerinin oluşturmasının propıgandası yapılmalıdır. ” Faşizme karşı mücadele liberal yazı işleri müdürlerinin bürolarında değil, fabrikalarda başlar ve sokaklarda son bulur. Fabrikadaki grev kırıcıları ve özel silahlı muhafızlar ve özel silahlı muhafızlar faşist ordunun temel çekirdekleridir. Grev gözcüleri ise proleter ordusunun temel çekirdekleridir. Kalkış noktamız bu olmalıdır. Her grev ve yürüyüşle ilgili olarak işçi öz savunma grupları yaratmanın gereğini yaymak zorunludur. Olanaklı her durumda, gençlik gruplarıyla başlayarak özsavunma grupları örgütlemek, onlara silâh kullanmasını öğretmek zorunludur.”[2]
*) İşçi Emekçi Hükümeti
Ekonomik kriz tüm yakıcılığıyla emekçilerin hayatlarında yıkımlar yaratmaktadır. Ekonomik krizin faturasını ödememenin yolu, patronlar ve onların devletine karşı işçi emekçi kitlelerin vereceği politik mücadeleden geçmektedir. Malesef ki işçi sınıfı devrimci sınıf partisinden yoksundur. İşçi sınıfını burjuva partilerinden ve düzen muhalefetinden kopartacak siyasal bir özne henüz doğmamıştır. Bu makalemiz boyunca ortaya koymuş olduğumuz geçiş talepleri tek ve aynı sonuca çıkmaktadır. Buda işçi sınıfının kendi öz iktidarını kurmak için; devrimci yöntemlerle burjuva devlet aygıtlarının ilgasını gerçekleştirmek. Bu sürecin başlangıcıda; işçi sınıfının geleneksel burjuva partilerinden kopmaları ve kendi partilerinin inşasında yer almaları gerçeğinde düğümlenmektedir. Kitlelerin devrimci kabarışları önceden kestirmek olanaksızdır. Fakat her dönemde devrimci kabarış süreçleri için amansız bir hâzırlık süreci içinde olmak elzemdir. Her gündeme işçi sınıfının proleter devrimci perspektifiyle müdahil olmak, üretilen politikalar ise sınıfsal keskinliği gün yüzüne çıkartan nitelikte olmalıdır. İleri sürülecek slogan ve talepler iktidarın fethini teşvik eden devrimci komünist nitelikte olmalıdır. Gerek bölgesel gereksede enternasyonal düzeyde devrimci komünist partinin inşası hedefi ajitasyon ve propogandanın temelinde olmalıdır. Reformist ve pasifistlerden keskin ayrımlarını ortaya koyan; hedef olarak işçi emekçi hükümetini gösteren nitelikte olmalıdır.
*) Devrimci Komünist Partinin İnşası İçin İleri
Kapitalist sistem varlığını emek sömürüsü ve yeryüzündeki tüm kaynakların talan edilmesi üzerinden sürdürmektedir.. Bu sistem, her alanda attığı tüm adımları kâr amacı güderek gerçekleştirmektedir. Bu sistem dünyayı cehenneme çevirmektedir. Sürekli olarak eşitsizlik ve adaletsizlik üretmektedir. Sermaye düzeni ırkçı, cinsiyetçi, doğa düşmanı ve homofobiktir. Bu durum öyle bir noktaya gelmiştir ki, insanlığı hızla barbarlığa sürüklemektedir.
Dünyanın en zengin 8 kişisinin servetinin toplamı, en yoksul 3.6 milyar insanın servetinden daha fazladır. Dünya nüfusunun tamamına yetecek kadar gıda üretimi vardır ; ancak dünya nüfusunun %11’i, yani 800 milyon insan açlığa mahkum edilmiştir.
1.8 milyon insan temiz sudan mahrum şekilde yaşamaktadır. 21. Yüzyılda bilim ve teknoloji konusunda insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş gelişmeler olmuştur.Ancak bu gelişmeler insanlığın sorunlarına çözüm olmaya yönelik değildir. Bilim ve teknolojideki yeni buluşlar, kapitalistlerin kârı, savaş ve casusluk amaçlarına hizmet etmektedir. Sağlık alanında insan yaşamını sağaltacak bir çok buluş ve gelişme gündeme gelmektedir ; ancak tüm bu hizmetler yoksullara ve mülksüzlere ulaştırılmamaktadır. Bilimi, kültürü, sanatı, üretim araçlarını ve geride kalan herşeyi elinde bulunduran burjuvazi, ezilenlere açlık, yoksulluk, güvencesizlik, geleceksizlik, sömürü, savaş, ırkçılık, yabancılaşma dışında bir gelecek sunmamaktadır. Bu sistem asla terbiye edilemez. Kapitalizmi tarihin çöp sepetine atmak dışında çözüm yoktur. Bunun yolu da Sosyalist Dünya Devriminden geçmektedir. Sistemin bu düzeyde insanlığı barbarlığa itmesinin yegâne nedeni enternasyonal düzeyde işçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun oluşudur. Devrimci önderlik krizi sistemi ayakta tutan asli unsurlardandır. “Proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar sadece olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutar. Hatta önümüzdeki tarihsel dönemde, sosyalist devrim olmazsa, bütün insanlık kültürünü bir felaket tehdit etmektedir. Şimdi hersey proleteryaya, esas olarak da proleteryanın devrimci öncüsüne bağlıdır. İnsanlığın tarihsel krizi, devrimci önderlik krizine indirgenmiştir. ” Türkiye nesnelliğinde de durum bundan farklı değildir. Çürümüş bir cesete dönmüş olan Erdoğan diktatörlüğü faşist MHP ile inşa ettiği yeni rejimde, daha fazla kemer sıkma ile emekçilerin hayatında geri dönüşü olmayan yıkımlar yaratan neo-liberal politikalar zincirini uygulamaktadır. Kürt halkının tüm ulusal demokratik taleplerini gasp eden; kürt halkına karşı kirli sömürgeci savaş politikalarını sürdürmek dışında bir çözüm sunmamaktadır. Tüm toplumsal muhalefeti baskı altına alarak, parlementoyu dahi işlevsiz bir noktaya getirmiştir. Erdoğan rejiminin; yoksulluk, işsizlik, ırkçılık, savaş, baskı dışında verebileceği hiçbirşey yoktur. Bu sürece malesef ki, işçi sınıfının birleşik cephesinin ve devrimci komünist partisinin olmadığı koşullarda giriyoruz. Bu süreç komünist devrimcilerin asli görevlere daha sıkı sarılması bu amaca uygun olarak daha ilkeli somut adımlar atmayı zorunlu kılmaktadır. Kurumsallşan Erdoğan diktatörlüğüne karşı komünist devrimcilerin ihtilalci ruhu kuşanıp, devrimci partinin inşasına odaklanmaları elzemdir. Düzen cephesinin yaşamakta olduğu siyasal ve ekonomik krize paraler olarak toplumsal muhalefette ideolojik ve örgütsel bir kriz içindedir. Kendi krizine odaklanmayan buna somut çözümler üretmeyen sosyalist hareket emekçi yığınlara ve ezilen kesimlere somut fiili bir alternatif sunma yetisine ulaşamaz. Türkiye’de sosyalist sol bugün temel olarak üç kutuba savrulmuştur. Birinci kutup siyasal argümanlarını ve siyaset yapış tarzını kemalizmin angajmanı altında sürdüren ulusalcı sol. İkinci kutup ise kendi siyasal varlığını kürt hareketinin gölgesinde; parlementerist asgari bir burjuva demokrasisi programından öteye geçmeyen bir siyasal zeminde var etmektedir. Üçüncü kutup ise; sendikal bürokasinin gölgesinde sınıf siyaseti adı altında ekonomimizm yaparak kendisini var etmektedir. Birinci kutup; Erdoğan diktatörlüğünün kök salmasıyla, eski ayrıcalıklarını kaybeden Kemalist burjuva kliğin kaybettiği hegomonyasını geri kazanmak için ona taze kan olmaktadır. Tüm siyasal argümanlarını Kemslizmin siyasal argümanlarına sol sosu dökerek gerçekleştirmektedir. Laiklik, Cumhuriyet değerlerine sahip çıkma, ilericilik, aydınlanmacılık gibi, özü burjuva olan siyasetin kavramları üzerinden kendisine siyasal manevra alanı yaratmaktadır. AKP gitsin onu yaratan burjuva düzeni kalsın, AKP’siz ilerici bir burjuva düzen olacağını savunma çizgisindedirler. Kürt sorununa karşı takınmış oldukları tutum sosyal soven bir çizgide boy vermektedir. Ekonomik krize karşı takındıkları tutum ise; krizin nedenini sermaye düzeninde aramayan, AKP’nin uygulamış olduğu yanlış ekonomi politikalarına indirgeyerek son tahlilde kapitalizmi aklamaktadırlar. Parti yapıları legalist, kitleci, esnek, bürokatik, ikinci enternasyonalci, Stalinci parti şablonuna sahiptirler. Bu kutuptaki bazı grupların programlarında işçi sınıfı, sosyalizm yazsada, sadece nostajik bir gelenek olarak durmakta, güncel politikaları sol Kemalist bir çizgidedir.( TKP, TKH, ÖDP, HKP, Halk Evleri) Bu siyasal hareketler sosyalist devrimci fikirlere sempati duyanları Kemalizmin saflarına sürükleyerek, düzen içinde tutma işlevi görmektedirler. Her platformda bu hareketlerin maskesini düşürmek komünist devrimcilerin asli görevidir. İkinci kutup ise; kendi siyasal varlığını Kürt hareketinin gölgesinde vareden kutuptur. Bu kutup temel hak ve hürriyetleri savunan asgari bir burjuva demokrasisi savunuculuğundan öteye gidememektedir. Kendiliğinciliği kutsayan bir çizgidedir. Yeni hareketler adı altında post toplumsal hareketçiliği kutsayan, işçi sınıfının devrimci potansiyeline inanmayan, emekçi kitleleri ezilen bir kimlik olarak gören, parlememterist sosyal liberal bir çizgi hakimdir. Sosyalist devrim ileri tarihe ertelenmiş nostajik bir hedeftir. Proletarya partisi ise miladı dolmuş bir uygulamadır. Bu kutubun önemli bir kesimi Stalinci gelenekten gelmektedir. SSCB ve uydu devletlerindeki bürokatik rejimlerinin çöküşünden sonra ideolojik bir hesaplaşmaya girmeden yoluna devam etmişlerdir. Kimisi ise ideolojik hesaplaşma adı altında yenisol kisvesine bürünmüş, özünde yeni olmayan reformist fikirlere savrulmuştur. Bu siyasi hareketler Kürt siyasi hareketinin saflarında yer aldığı için birinci kutuptan farklı olarak devletin baskısı sürekli olarak üzerlerindedir. Bu durumda onları şöylem düzeyinde radikal devrimci gösteren bir yanılsamaya sebep olabilmektedir. Fakat programlarını irdelediğimizde; reformist, sol sosyal demokrat bir çizgiye sahiptirler. Tasavur ettikleri parti anlsyışı Podemos, Syriza tarzındadır. Toplumsal hareketçi, kimlikçi, sosyal liberal bir siyasal hatta kendi varlıklarını sürdürmektedirler.( SYKP, ESP, YSGP, SODAP vb)
Kürt siyasal hareketinden bağımsız bir politika ve pratik gerçekkeştirebilme yetisine sahip değildirler. Üçüncü kutup ise, kendi siyasal varlığını sendikal bürokasinin angajmanında, sınıf siyaseti adına sendikalizm yapan kutuptur. Sınıf çalışmasından sadece sendikacılığı anlayan, işçi sınıfının ekonomik talepleri ekseninde varlığını sürdürmektedir. Kitleselleşmek adına işçi sınıfının geri bilinçli kesmini ürkütmemek için, siyasal konularda ortalamacı bir şöylem takınırlar. Zaman zaman ulusalcı popülist şöylemler üretmekten geri durmazlar. Sendikal bürokasiyle bir hesaplaşma içinde olmaktan ısrarla kaçınırlar. Çünkü kendileride bu dev bürokatik aygıtın bir parçasıdırlar. İşçi sınıfına hedef olarak sendikalaşmayı gösterirler. İşçi sınıfının öz örgütlenme araçlarının inşasından ısrarla kaçınırlar. İşçi mücadelesini işyerlerine hapseden, onun yaygınlaşmasında önleyici rol üstlenen sendikal bürokasisinin dümenine sürekli su taşırlar. Bu siyasal hareketler burjuvazinin işçileri denetleyici aygıtına dönüşmüş sendikal bürokasinin yalnızca sol kanadı olabilmektedirler. ( Emep, Dip)
Kategorize ettiğimiz üç kutubun ortak noktalarını şu şekilde sıralayabiliriz: işçi sınıfı ve ezilenlere devrimci sosyalist bir alternatif sunabilme, bu amaca uygun ihtilalci bir partiyi inşa edebilme yetisini kaybetmiş olmalarıdır. Doğmayı bekleyen proleter devrimci bir özneleşme süreci vardır. Bugün ilkesel düzeyde dahi Bolşevik tipte parti inşasını savunmak, sosyalist sol içerisinde marjinal kalmaktadır. Düzen cephesi kendi krizini yaşarken, sosyalist cephede kendi kriziyle birlikte işlevsizleşme sürecine savrulmaktadır. ” İnsanlığın krizi devrimci önderlik krizine indirgenmiştir.” 80 yıl önce yapılan bu çağrı tüm yakıcılığını korumaktadır. Bu krizden çıkmanın tek yolu devrimci partinin inşasına yoğunlaşmak ve devrimci parti inşası için devrimci hazırlık sürecine girmektir. Aksi hâlde kendi siyasi intiharımızla birlikte, kendi yıkımımızıda hazırlamış oluruz.
Devrim için Devrimci Komünist Parti
Devrimci Komünist Parti için Devrimci Hazırlık!!