GİRİŞ: Aktivist mi, Militan mı?

Son yıllarda Türkiye’de sosyalist hareket içinde belirginleşen bir eğilim var: hareketi idealize eden, kendiliğindenci dalgalara eklemlenen, programdan ve örgütten kaçan bir “aktivist ruh hali”. Bu tarz, sokakta görünür olmayı, sosyal medyada trend olmayı, her gelişen gündeme kampanya düzeyinde tepki vermeyi devrimcilik sanıyor. Ne var ki, kapitalist sömürü ilişkileri her zamankinden daha yakıcı, devlet baskısı her zamankinden daha sistematik ve toplumsal öfke her zamankinden daha yaygınken, bu tarzın yarattığı sonuç yetersizlik, tıkanma ve ideolojik erozyondur.

Bu yazının amacı, hareketçilik adı verilen bu politik tarzla devrimci militan çizgi arasındaki farkı tarihsel ve güncel örneklerle açığa çıkarmaktır. Zira devrimci olduğunu iddia eden birçok yapı, giderek daha fazla bu tarzın etkisine girmekte, proleter devrimcilik ise geri plana itilmektedir. Halbuki militanlık, yalnızca sokakta cesaret göstermek değil; sınıf temelli bir programı savunmak, örgütlü olmak ve mücadeleye yön verecek ideolojik açıklığa sahip olmaktır.

Gezi Direnişi’nden Emek ve Özgürlük İttifakı’na, üniversite forumlarından Birleşik Haziran Hareketi’ne kadar bir dizi örnek üzerinden, bu makale; hareketçiliğin sınırlarını, halk cephesi stratejilerinin yarattığı ideolojik tahribatı ve parlamentarizmin devrimci özne üzerindeki etkisini sorgularken, aynı zamanda devrimcilik iddiasını kuşananlara politik bir silah, stratejik bir pusula sunmayı amaçlamaktadır.

Bu hesaplaşma, bir tercih değil, devrimci mücadele açısından bir zorunluluktur.


Aktivist Mantık: Kampanya, Etkinlik, Gündem Koşturmacası

Aktivizm, siyasetsiz bir siyasal pratik olarak, örgütsel bütünlükten ve stratejik bir programdan bağımsız, çoğu zaman tepki veren, geçici ve reformist bir eylemlilik biçimi olarak ortaya çıkar. Baskılara, eşitsizliklere karşı sokağa çıkmak elbette anlamlıdır. Ancak bu çıkış, sınıfsal bir program ile birleşmediğinde ve devrimci bir örgütlülüğe bağlanmadığında, bu tür bir eylem sistemin sınırları içinde kalmaya mahkûmdur.

Aktivizm, kendiliğindenci bir reaksiyonculuğa dayanır. Bir soruna tepki olarak düzenlenen her eylem, kısa vadeli bir kazanım hedefler; ancak devrimci bir perspektiften bakıldığında bu, sistemin köklü olarak sorgulanması anlamına gelmez. Kampanyacılık ve etkinlikçilik aktivizmin temel araçlarıdır. Her yeni gündem, bir kampanyaya dönüştürülür, her kriz bir yürüyüşe veya forum toplantısına dönüşür. Ancak burada önemli olan bir şey vardır: Bu türden eylemler, sürekli bir örgütlenme ve devrimci bir strateji ile bağlantıya girmediği sürece, sorunları sistem içinde çözmeye yönelik reformist bir eğilim taşır.

Etimolojik açıdan bakıldığında, aktivist terimi, Latince “actus” (hareket, eylem) kelimesinden türetilmiştir. Bu kavram, 20. yüzyıl başlarında Avrupa’daki pasifizme alternatif olarak ortaya çıkan siyasal hareketlerle ilişkilendirilmiş ve zamanla sosyal haklar, çevrecilik, feminizm gibi toplumsal hareketlerde daha yaygın bir biçim almıştır. Ne var ki, zaman içinde aktivist kelimesi, devrimci bir çizgiden çok, yalnızca eylem ve hareketlilikle tanımlanan bir figür hâline gelmiştir. Bu yüzden, aktivizm, genellikle liberal ve reformist bir perspektife kaymıştır.

Tarihsel bir örnek olarak, 19. yüzyıl Rusya’sındaki Narodnikler hareketi, köylüler arasında ajitasyon yaparak ayaklanmalar örgütlemeye çalışmışlardır. Ancak, bu hareketin strateji ve örgüt eksiklikleri nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Lenin, “Ne Yapmalı?” eserinde Narodnikleri, “kendiliğindenciliğin idealleştirilmesi” olarak eleştirir. Bu, hareketçiliğin en temel sorunlarından biridir: Eylemin kendisi, örgütlülük ve strateji eksikliğinde başarısızlığa uğrar.

Aktivist yaklaşım, çoğu zaman sosyal medyada görünürlük arayışı, protesto eylemlerine katılma, kampanyalar düzenleme gibi kısa vadeli kazanımlarla sınırlıdır. Bu, proleter devrimciliğin çok daha uzun soluklu, ideolojik ve stratejik mücadele anlayışından uzaklaşmak anlamına gelir.

Aktivist hareketler genellikle küçük burjuva radikalizmiyle iç içedir. Mücadeleye katılan bireylerin öfkesi ve kişisel tatminleri ön planda tutulur, ancak örgütlü mücadele, teorik berraklık ve uzun vadeli strateji genellikle göz ardı edilir. Sosyal medya kampanyaları, görünürlük hedefli eylemler ve kişisel tatminle beslenen bu tarz, çoğu zaman mücadeleyi yalnızca bir “deneyim alanı” hâline getirir. Aktivizmin sınırlılıkları burada ortaya çıkar.

Militanlık: Program, Disiplin, Öncülük

Militanlık, devrimci bir örgütlenmenin parçası olarak, sürekli ve stratejik bir mücadele hattını ifade eder. Militan, yalnızca eylemde bulunan bir figür değil, aynı zamanda teorik donanımda, ajitasyonda, propaganda faaliyetlerinde ve örgütlenmede de öncüdür. Militanlık, devrimci bir örgütün bilincini inşa eden, sınıf mücadelesinin safında durarak onu ideolojik olarak silahlandıran bir tavırdır. Militan, eylemleriyle birlikte, sınıfın devrimci bilinç kazanmasını sağlamayı hedefler.

Militanlık, sistem içi reformlar için değil, sistemin yıkılması için mücadele eder. Aktivizmin aksine, militanlık bir dizi geçici eylem değil, belirli bir program etrafında örgütlenmiş, sürekli ve kesintisiz bir mücadelenin parçasıdır. Sadece toplumsal taleplerle sınırlı kalmaz, aynı zamanda bu talepleri devrimci bir perspektife taşır.

Tarihsel olarak, militanlık, Bolşeviklerin 1905’ten 1917’ye kadar izlediği stratejiyle en net biçimde örneklenebilir. Bolşevikler, yalnızca eylem örgütlemekle kalmadılar; işçi komiteleri kurdular, yeraltı basın çalışması yaptılar, sovyetleri örgütlediler ve devrimci bir teorik çerçeve sundular. Lenin’in sözleri, militanlığın teorik zemini olarak okunmalıdır: “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz.”

Militanlık, yalnızca bir eylem biçimi değil, aynı zamanda bir örgütlü düşünce biçimidir. Burada devrimci bir strateji ve bilinçlenme süreci gereklidir. Militan, devrimci mücadelenin sadece bir parçası olmakla yetinmez, aynı zamanda bu mücadelenin öncüsü olma iddiasındadır. Kitleyi kuyruklamak değil, onu devrimci bilinçle taşımak esas olanıdır.

Bunun için, militanlık, sıkı bir disiplin ve örgütsel bağlılık gerektirir. Program ve örgüt, militanlığın temel yapı taşlarıdır. Bu iki unsur, militanı aktivizmin geçici ve kendiliğinden dinamiğinden ayıran en önemli farktır. Sosyalist hareketin temel hedefi, sınıf mücadelesinin yönünü belirlemek ve toplumsal yapıyı köklü bir şekilde değiştirmektir.

Militanlık, sadece kitlelerin potansiyel devrimci gücünü ortaya çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda o gücü devrimci bir çizgide örgütlemeyi hedefler. Rosa Luxemburg’un “Kitle Grevi” yazılarında vurguladığı gibi, ekonomik taleplerin yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı kalmaması, politikleşmesi ve devrimci hatta bağlanması gerektiğini savunur. Militanlık, kitle hareketlerini romantize etmeden, onlara bilinç ve devrimci öncülük taşıma iddiasıdır.

Sosyalist Hareketin Kampanyacılık Tuzağı: Reformist Sınırlar ve Geçiş Programı İhtiyacı

Bugün sosyalist hareketin önemli bir bölümü, kampanyaları temel faaliyet biçimi haline getirmiş durumdadır. Kampanyacılık, sosyalistlerin sosyal sorunlara tepki olarak düzenlediği eylemler, mitingler veya protestolarla sınırlı kalmaktadır. Ancak bu türden bir eylem biçimi, çoğu zaman sistemin içinde kalma eğilimindedir. Çünkü kampanyalar, genellikle mevcut düzenin işleyişini hedef almak yerine, burjuvazinin kabul edebileceği makul talepler etrafında şekillenir. Bu talepler, emekçi kitlelerin içinde bulunduğu koşulları iyileştirmeyi amaçlasa da, düzenin kendisini sorgulamak ya da değiştirmekten uzaktır.

2. Enternasyonal ve Stalinist Asgari-Azami Program Mantığı, kampanyacılığın tarihsel kökenlerinden biridir. Bu mantık, sosyalist hareketin devrimci hedeflerini belirlerken, genellikle “makul” reformist taleplerle sınırlı kalır. Yani, “asgari program” düzen içi talepleri içerirken, “azami program” daha radikal hedeflere yönelir. Ancak bu iki program arasında, devrimci bir sıçrama yapılması gerektiği konusunda ciddi bir kopukluk vardır. Reformist kampanyacılık, bu kopukluğu daha da derinleştirir ve hareketi devrimci çizgiden sapar.

Aktivist bir çizgide kampanyacılık yürütmek, çoğu zaman reformizme yol açar. Burada esas sorun, taleplerin “makul” ve “sistem içi” kalmasından kaynaklanır. Kapitalist düzenin temel çelişkilerini hedef almak ve bu çelişkiler üzerinden devrimci bir perspektif oluşturmak yerine, sosyalist hareket sıkışır ve daha iyi bir kapitalizm arayışına girer.

İhtiyacımız olan ise reformist makul kampanyacılık değil, geçiş programıdır. Bu program, emekçi kitlelerde sosyalist devrime köprü olacak, burjuva devlette çatlaklar yaratacak, ve emekçi seferberliğini hedefleyen, sınıf mücadelesinin ileriye doğru itileceği bir stratejiyi kapsamalıdır. Geçiş programı, devrimci bir sınıfın iktidarını inşa etmek için atılması gereken somut adımları belirler. Bu, yavaş yavaş devrimci bir duruma geçişi sağlayacak talepleri içerir: kapitalizmin temel yapısının, sermayenin, devletin ve işçi sınıfının rolünün sorgulandığı bir süreç.
Geçiş programı, tartışmasız devrimci bir hedef taşır. Kapitalist devletin çatlaklarını, sınıf mücadelesinin derinlemesine açığa çıkarak, kitlelerin devrimci bir bilinçle hareket etmelerini sağlamak gereklidir. Sosyalist devrim, burjuvazinin kabul edeceği reformlarla değil, onu yıkacak stratejilerle gerçekleşir. Kampanyacılık, sistemin sınırlarını zorlamak yerine, çoğu zaman reformizmin tekrarına dönüşür.

Kampanyaların reformist sınırlarla sınırlı kalması, sosyalist hareketin devrimci bir perspektif geliştirmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Bu nedenle sosyalist hareketin, geçiş programı çerçevesinde örgütlenmesi ve mücadele etmesi gereklidir. Bu program, sadece sistem içi reformlarla değil, sistemin yıkılması için stratejik bir planla kitleleri birleştirir ve devrimci bir perspektif inşa eder.

Militan Perspektif: Kitleyi Kuyruklamak Değil, Onu Devrime Taşımak

Militanlık, işçi sınıfı ve ezilen hareketlerini sadece romantize etmemekle kalmaz, aynı zamanda bu hareketlere devrimci bir perspektif kazandırma sorumluluğunu da taşır. İşçi sınıfını ve ezilenleri kuyruklamak değil, onları devrimci bilince ve eyleme taşımak asıl amaçtır. Bu, sosyalist hareketin temel farkıdır. Aktivistlerin genellikle toplumsal hareketlerin kendiliğinden doğasını yüceltmesi, militanların ise bu hareketleri devrimci bir hat üzerinde örgütleme hedefini gütmesi, iki çizgi arasındaki en temel farklardan biridir.

Bugünün devrimci mücadelesi, yalnızca toplumsal hareketlerin görünür bir parçası olmakla yetinmemeli, bu hareketleri sosyalist devrim için bir araca dönüştürmelidir. Sosyalist devrimci, işçi sınıfı ve ezilenleri bilinçlendirirken, hareketlerin potansiyel devrimci gücünü örgütlü bir şekilde somutlaştırmalıdır. Bu noktada, işçi sınıfının ve ezilenlerin isyanını, mevcut sistemin çelişkilerini açığa çıkaran, sınıf bilinçlerini yükselten ve onları devrimci bir hedef doğrultusunda birleştiren bir sürece dönüştürmek gereklidir.

Rosa Luxemburg bu konuda önemli bir vurgu yapmıştır. “Kitle grevi” üzerine yazılarında, ekonomik taleplerin sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmaması gerektiğini, bu taleplerin politikleşmesi ve devrimci bir hatta bağlanması gerektiğini ifade etmiştir. Luxemburg, işçi sınıfı ve ezilen hareketlerini ideolojik olarak politikleştiren, onları reformizmden uzaklaştırarak devrimci bir perspektife yönlendiren bir ajitasyon anlayışını savunmuştur.

Militan bir devrimci, işçi sınıfının ve ezilenlerin taleplerini devrimci bir mücadele programına dönüştürmelidir. Bu, sıradan bir protesto eylemi ya da basit bir mücadele olarak kalmamalıdır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin isyanını, toplumsal yapıyı dönüştürecek bir devrimci bilinçle donatmak ve bu süreçleri devrimci bir hat üzerinden örgütlemek gereklidir.

İşçi sınıfını ve ezilenleri kuyruklamak, yani onları yalnızca mevcut sistemin taleplerini dile getiren bir araç olarak kullanmak, militanın işlevi değildir. Bunun yerine, militan, işçi sınıfını ve ezilenleri toplumsal yapıyı dönüştürecek bir devrimci bilinçle donatmalı ve onları bu doğrultuda örgütlemelidir. Militanlık, işçi sınıfını ve ezilenleri devrim için hazırlamak, onları her türlü reformist perspektiften uzaklaştırarak, devrimci bir önderlik aracılığıyla yönlendirmek anlamına gelir.

Lenin, “Ne Yapmalı?” eserinde, devrimci hareketin teorik bir öncülüğe sahip olması gerektiğini vurgulamıştır. Kitle hareketleri, devrimci önderlik ve strateji ile buluşturulmadıkça, yalnızca sistemin sınırları içinde kalmaya mahkûm olur. Bu bağlamda, militanlık, bir taraftan işçi sınıfının ve ezilenlerin kendiliğindenci tepkilerini devrimci bir hedefe dönüştürürken, diğer taraftan onlara devrimci örgütlenme yollarını gösterir.

Devrimci militanın görevi, işçi sınıfı ve ezilenlerin her anki tepkilerini sınıf mücadelesinin devrimci hattına bağlayarak, onları yalnızca reformizmle sınırlı bir mücadele anlayışından kurtarmaktır. Bu noktada, Rosa Luxemburg’un işaret ettiği gibi, devrimci eylem sadece anlık bir isyanla sınırlı kalmaz; sürekli bir devrimci bilincin inşası ile şekillenir. Militanlar, işçi sınıfını ve ezilenleri her türlü tepkisini daha derin bir politik çerçevede dönüştürme çabası içindedir.

Hareketçilik: Kuyrukçuluk ve Özne Krizi

Hareketçilik, genellikle mevcut toplumsal hareketlerin, dinamiklerin ve taleplerin gerisinde bir izleyici gibi yer almayı ifade eder. Bu yaklaşımda devrimci öznelik, sınıf perspektifi ve stratejik yönelimler sıklıkla yok sayılır. Hareketçilik, kendi devrimci ajandasını dayatmak ve kitlelere doğru bir yön vermek yerine, mevcut toplumsal dinamiklerin peşinden sürüklenir. Bu da, harekete dair net bir vizyon ve stratejiye sahip olmanın önüne geçer.

Kuyrukçuluk

Kuyrukçuluk, temelde bir devrimci örgütün bağımsız ve stratejik bir şekilde hareket etmesi gerektiği durumda, mevcut kitle hareketlerinin gerisinde kalmak ve onların gündemini takip etmektir. Bu, kitlelerin sınıfsal bilinçlerinin gelişmesini engelleyen ve onları sadece kısa vadeli çözümlerle tatmin etmeye çalışan bir yaklaşımın yansımasıdır. Kuyrukçuluk, bazen kitlelerin anlık taleplerini esas alırken, devrimci perspektifi ve uzun vadeli stratejiyi tamamen göz ardı eder.

Bu yaklaşım, kitlelerin devrimci bilincini geliştirmektense, onları geçici çözümlerle ikna etmeyi hedefler. Örneğin, işçi hareketlerinin veya öğrenci protestolarının gerisinde durmak, onların taleplerine, devrimci bir program ve perspektif sunmamak, sadece onların izleyicisi olmak, harekete dair gerçek bir yönlendirme ve öncülükten yoksun kalmak anlamına gelir.

Politika ve Strateji Eksikliği

Hareketçilik, kitlelerin önünde kendi bağımsız stratejisini geliştirme cesaretinden yoksundur. Bu yaklaşım, devrimci öznenin ve devrimci stratejinin eksikliğine işaret eder. Bir hareketin sadece “duygu” ve “eğilim” üzerinden şekillenmesi, onun devrimci gücünü en fazla yüzeysel bir şekilde ortaya koyabilir, ama toplumun tüm sınıflarına derinlemesine bir değişim ve devrimci dönüşüm sağlayamaz.

İşte bu noktada, hareketçilik, öznelik krizini yaratır. Çünkü hareketlerin peşinden sürüklenenler, aynı zamanda kendi devrimci özlemlerini, devrimci hedeflerini ve ideolojik perspektiflerini de kaybederler. Bu, toplumsal dinamiklerin sadece zaman zaman patlayan, ama tek bir stratejiye dayanmayan, dağılmaya ve kendiliğindenci bir noktada tükenmeye mahkûm hareketler olmasına yol açar.
Özetle Hareketçilik Nedir?

Hareketçilik, devrimci öznenin ve stratejinin eksikliğidir. Kitlelerin isteklerine, taleplerine ve dinamiklerine dayalı olmak, onları kucaklamak ve yönlendirmek yerine, sadece onların hareketini takip etmekle sınırlıdır. Hareketçilik, kitlelerin devrimci potansiyelini açığa çıkarmaktan ziyade, onu kontrolsüz ve stratejisiz bir şekilde kullanmayı amaçlar. Bu da sosyalist hareketlerin kısa vadeli eylemlerle tatmin edilmesine yol açar, ancak uzun vadeli devrimci bir değişimi başaramaz.

Güncel Örneklerle Karşılaştırma: Türkiye Sosyalist Hareketinden

Türkiye sosyalist hareketi, son yıllarda genellikle iki temel hata arasında sıkışmış durumdadır: Aktivist kampanyacılık ve hareketçiliğin çelişkili doğası. Her iki yaklaşım da, işçi sınıfının ve ezilenlerin devrimci mücadelesine katkı sağlamak yerine, onların potansiyel gücünü sınırlamakta ve devrimci hedeflerden sapmaktadır. Ancak, bu eğilimlerin her birinin somut bir karşılığı olarak, Türkiye’deki güncel sosyalist hareketin örneklerine bakıldığında, mevcut tıkanmışlık net bir şekilde görünmektedir.

a) Kampanyacılık Tuzağı:

Sosyalist hareketin geçmişteki önemli kazanımlarının ötesine geçilmeden, “kampanyacılık” anlayışı oldukça yaygınlaşmıştır. 8 Mart, 25 Kasım gibi belirli günler üzerine kurgulanan eylemler, sosyalist hareketin çok daha derin ve uzun vadeli bir perspektife dayalı stratejiler üretmesinin önüne geçmektedir. Bu tür kampanyalar, devrimci bir örgütlenme ya da sınıf mücadelesi için birer araç olmaktan çok, gösteriş ve “görünürlük” amaçlı bir etkinlikler zincirine dönüşmektedir. Sosyalist hareketin, bu günlerde yapılan etkinliklerin ötesine geçerek sürekliliği olan ve devrimci bilinç taşıyan örgütlü mücadeleyi yaratması gerekmektedir.

Örneğin, 8 Mart’ta kadın hakları için yapılan yürüyüşler her yıl yapılır, fakat bu eylemler genellikle belirli taleplerin ötesine geçmez ve mücadele, sosyalist devrimci hedefler yerine, var olan düzenin sınırları içerisinde kalır. Bu tarz kampanyacılık, işçi sınıfının ve ezilenlerin isyanının devrimci bir hedef doğrultusunda somutlaştırılmasını engeller ve bu isyanları sistemin sınırları içinde tutar.

b) Kitle Kuyrukçuluğu:

Sosyalist hareketin en önemli sorunlarından biri de, kendi devrimci perspektifini bir kenara bırakıp toplumsal hareketlerin izleyicisi haline gelmesidir. Özellikle öğrenci hareketleri, çevre hareketleri ve LGBTİ+ hakları gibi dinamiklerin peşinden sürüklenmek, hareketin ideolojik ve stratejik eksikliklerini derinleştirir. Hareketin asıl amacı, kitleleri devrimci bilinçle donatmak ve onları toplumsal yapıyı değiştirmeye yönlendirmek olmalıdır. Ancak, bu tarz hareketlerde, sosyalist hareketler daha çok izleyici bir rol üstlenmekte ve dolayısıyla bu hareketlerin potansiyel devrimci gücünü ortaya koymak yerine, hareketlerin pasif bir parçası haline gelmektedir.

Öğrenci hareketlerinde olduğu gibi, devrimci bir perspektife sahip olmadan bu hareketlere katılmak, ancak geçici bir taleple sınırlı kalır ve devrimci bir liderlik ortaya çıkmaz. Sosyalist hareketin görevi, bu tür hareketleri devrimci bilince taşımak ve onları yönlendirmek olmalıdır. Aksi takdirde, bu hareketler reformist taleplerle sınırlı kalacak ve sistemin çelişkilerinin farkına varmayacaktır.

c) Militan Kadro Krizi:

Her iki önceki örnekte olduğu gibi, sosyalist hareketin bir diğer önemli sorunu da sürekli kadro oluşturamama problemidir. Geçici kampanyalar ve etkinlikler, bir yandan toplumsal harekete enerji katarken, diğer yandan kalıcı kadroların oluşmasını engeller. Bu durum, sosyalist hareketin militan kadrolarını her geçen gün tüketecek ve yeni kadrolar inşa etmektense, “insan öğütücü” bir kampanya tarzı ortaya çıkaracaktır.

Bir sosyalist hareketin gücü, kalıcı bir kadro yapısına dayanmak zorundadır. Militan kadroların ideolojik olarak eğitimli, örgütsel olarak disiplinli ve sınıf mücadelesinin devrimci çizgisine bağlı olması gerekir. Bu tarz bir kadro yapısı, geçici protestolar ve etkinliklerle sınırlı kalmaz, aksine her mücadeleye stratejik bir hedefle yaklaşır ve uzun vadeli bir örgütlenme sürecinin parçası olur. Türkiye’de bu tür militan kadroların oluşamaması, sosyalist hareketin yeniden inşa edilmesinde ciddi bir engel teşkil etmektedir.

d) Ortak Platformculuk ve Cephecilik:

Son olarak, sosyalist hareketin mevcut krizlerinden bir diğeri de, sınıf temelli devrimci çizgiden saparak, geniş cephecilik ve ortak platform anlayışına kaymasıdır. Emek ve Özgürlük İttifakı, bu anlayışın somut örneklerinden biridir. Geniş kitlelerin bir araya getirilmesi amacıyla oluşturulan bu tür ittifaklar, bazen sosyalist devrimci perspektiften sapmalar ve reformist hedeflere yönelmeler ile sonuçlanmaktadır.

Bu ittifaklar, geniş kitleleri bir araya getirebilirken, aynı zamanda devrimci bir perspektifin kaybolmasına, “en geniş cephe” adına devrimci çizgiden feragat edilmesine yol açar. 2023 seçimleri sürecinde de bu tür bir dar parlamenter yönelim ortaya çıkmıştır. Sınıf temelli devrimci çizginin tasfiyesi, hem devrimci bir programın hem de işçi sınıfının devrimci gücünün zayıflamasına yol açmıştır. Bu, sosyalist hareketin ilerlemesi adına ciddi bir engel teşkil etmektedir.

Gezi ve BHH: Hareketçilikten Cepheciliğe

Türkiye’deki sosyalist hareketin bir diğer kritik dönüm noktası, Gezi Direnişi ve Birleşik Haziran Hareketi (BHH) sürecidir. Bu süreç, spontane bir isyanın devrimci bir perspektife taşınması konusunda yaşanan başarısızlıkların yanı sıra, hareketçiliğin sınırlılıklarını ve cephecilik anlayışının tehlikelerini ortaya koymuştur.

a) Gezi Süreci: Spontane, Kitlesel ama Öznesiz Bir Patlama

Gezi, başından itibaren büyük bir kitlesel patlama olarak gerçekleşti. Ancak, bu patlama devrimci bir örgütlülük ve bilince dayalı olarak şekillenmediği için, sonuçları geçici ve yüzeysel kaldı. Spontanist bir karakter taşıyan bu süreçte, örgütsüzlük ve devrimci öznelliğin yokluğu en belirgin sorunlardan biri oldu.

Gezi’nin kitlesel bir isyan olarak patlak vermesi, aslında halkın sisteme karşı bir öfkesini ortaya koymuştu; ancak bu öfkenin devrimci bir hedefe yönlendirilmesi, ciddi şekilde eksikti. Hareketin ilk başlarında, devrimci bir perspektiften uzak bir şekilde sadece mevcut yönetimi hedef alan, anti-Erdoğanist bir çizgide kalındı. Bu durum, hareketin dinamiklerinin devrimci bir sürece dönüşmesini engelledi.

Gezi’nin spontane ve öznesiz karakteri, kitlenin öfkesinin yönlendirilmesinde devrimci bir liderliğin eksikliğini gösterdi. Hareketin bir önderliği olmadan yalnızca kitlesel tepkiyle sınırlı kalması, sosyalist hareketin harekete dahil olma şansını azalttı. Gezi, potansiyel olarak devrimci bir patlama olabilecekken, devrimci örgütlenme eksikliği nedeniyle sadece geçici bir hoşnutsuzluk hareketi olarak kaldı.

b) Birleşik Haziran Hareketi: Halkçı-Laik Cephe ve Sınıf Ekseni Yokluğu

Gezi Direnişi’nin ardından kurulan Birleşik Haziran Hareketi (BHH), Gezi’nin spontane öfkesinin kurumsallaşmaya çalışıldığı bir platformdu. Ancak BHH’nin ortaya koyduğu strateji, sınıf ekseninden yoksun, halkçı ve laik bir cephe anlayışına dayanıyordu. Bu anlayış, sosyalist devrim perspektifinin gerisinde kalmış ve sadece mevcut düzenin bazı unsurlarına karşı bir karşıtlık sergileyen bir çizgi oluşturmuştur.

BHH, “halkçı” bir yaklaşım benimseyerek, farklı toplumsal kesimleri bir araya getirmeyi amaçladı. Ancak bu yaklaşımın en büyük problemi, sınıf perspektifinin yokluğuydu. Çeşitli siyasi grupların bir araya gelmesi, çoğulculukla birlikte politik belirsizliklere yol açtı. Hareket, devrimci bir öznellik ve sınıf temelli bir strateji geliştiremeyince, nihayetinde siyasal erimeye ve halk cephesi çizgilerinin geçiciliğini gösteren bir sürece dönüştü.

Gezi’nin potansiyel devrimci enerjisi, BHH’nin “halkçı” yapısıyla eriyip gitti ve nihayetinde hareketin belirleyici özelliği, dar bir laik cepheci anlayışla sınırlı kaldı. Bu süreçte, sınıf temelli devrimci çizgiden sapılarak, halk cephesi mantığıyla hareket etmek, sosyalist hareketin en büyük hatalarından biri oldu. Böylece devrimci potansiyel, kısa vadeli ve yüzeysel çözüm arayışlarının kurbanı oldu. Gezi ve BHH örnekleri, hareketçilik ve cephecilik anlayışlarının sosyalist hareketin stratejik perspektifinden sapmalara yol açtığını göstermektedir. Hareketin devrimci bir çizgiye oturtulması ve sosyalist bir liderlikle yönlendirilmesi, ancak bu tür kitlesel patlamaların devrimci hedefler doğrultusunda şekillendirilmesiyle mümkün olabilirdi. Ne yazık ki, Gezi sürecinin spontane ve öznesiz doğası, sosyalist hareketin devrimci bir perspektife sahip olmadan bu tür hareketlerde etkili olmasının zor olduğunu ortaya koydu.

Halk Cephesi Üzerine Teorik Parantez

Halk Cephesi, özellikle 1930’larda Komintern tarafından önerilen bir strateji olarak, devrimci hareketlerin farklı sınıflardan, gruplardan ve politik akımlardan oluşan geniş ittifaklar kurmasını savunuyordu. Bu strateji, sosyalist hareketlerin mevcut rejimi yıkmak için daha geniş bir toplumsal koalisyon oluşturmasına olanak sağlamayı amaçlıyordu. Ancak halk cephesi stratejisinin temelde sahip olduğu zaaflar, devrimci bir perspektiften uzaklaşılmasına ve işçi sınıfının bağımsız mücadelesinin tasfiye edilmesine yol açtı.

Komintern’in halk cephesi önerisi, başlangıçta bir devrimci taktik olarak sunulsa da, pratikte burjuva güçleriyle ittifak yapma noktasına gelmiştir. Fransız ve İspanyol örneklerinde olduğu gibi, bu tür ittifaklar genellikle devrimin karşısında yer alan güçlerle anlaşmalar yapılmasını gerektirmiştir. Komünist hareketler, sosyalist ve işçi hareketlerini, burjuvaziyi ve diğer reformist grupları devrimci hedeflere uygun bir şekilde birleştirme çabasında iken, aslında bu ittifaklar devrimci perspektifleri zayıflatmış ve işçi sınıfının öncülüğünü geriye itmiştir.

Fransa ve İspanya Örnekleri

Fransa’da, özellikle 1930’larda, halk cephesi stratejisi, burjuva partileriyle oluşturulan koalisyonlarla şekillendi. Bu ittifaklar, komünist partilerinin devrimci çizgilerini zayıflatarak, reformist bir yaklaşımı desteklemeye başladılar. Sonuç olarak, burjuva partileriyle yapılan ittifaklar devrimin önündeki en büyük engellerden biri haline geldi. İspanya’da ise, halk cephesi stratejisi, 1936 İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçi hükümetin kurduğu koalisyonla kendini gösterdi. Ancak burada da, anarşistlerin ve sosyalistlerin birleşmesiyle oluşan bu cephe, sonunda burjuva ve reformist partilerin baskısıyla sınıf mücadelelerinden saparak halkın devrimci hedeflerinden uzaklaştı.

Troçki’nin Uyarıları

Leon Troçki, halk cephesi stratejisinin tehlikelerini açıkça ifade eden önemli bir teorisyendi. Troçki, halk cephesinin, devrimci örgütlerin bağımsızlığını ve sınıf mücadelesinin devrimci niteliğini yok ettiğini belirtmiştir. O, halk cephesinin genellikle sosyalist hareketin reformistlerle ve burjuvaziyle ittifak yaparak devrimci bir perspektifi terk ettiğini ve bunun, işçi sınıfının devrimci önderlikten yoksun kalmasına yol açtığını vurgulamıştır. Troçki’ye göre, halk cephesi stratejisi, devrimci önderliğin silinmesine, devrimci hareketin zayıflamasına ve nihayetinde burjuvazinin çıkarlarının korunmasına hizmet etmektedir.

Troçki’nin uyarıları, tarihsel olarak doğru çıkmıştır. Fransa ve İspanya örneklerinde olduğu gibi, halk cephesi yaklaşımının devrimci sonuçları yoktu; aksine, işçi sınıfının bağımsız mücadelesini zayıflatıp, devrimci potansiyelin erimesine yol açtı. Bu süreçte, sosyalist hareketin teorik ve pratik bağlamda bir çözüme ulaşamadığı, halk cephesi politikasının dağılmasıyla somutlaşmıştır.

Halk Cephesi ve Devrimci Örgüt

Troçki, halk cephesi içindeki devrimci örgütün silinmesinin tehlikelerine karşı sürekli uyarıda bulunmuştur. Devrimci bir örgüt, işçi sınıfının önderliğini sağlamak, onun devrimci enerjisini doğru bir şekilde yönlendirmek ve sınıf mücadelesinin bağımsız çizgisini savunmak zorundadır. Ancak halk cephesi içerisinde bu bağımsızlık kaybolur ve devrimci örgüt, küçük burjuva ve reformist unsurlara teslim olur. Bu durum, işçi sınıfının devrimci liderliği yerine, geniş halk kesimlerinin reformist çizgilere kaymasına yol açar.

Sonuç olarak, halk cephesi stratejisinin tarihsel örnekleri, devrimci hareketlerin bağımsızlıktan ve net bir sınıf perspektifinden nasıl sapabileceğini ve nihayetinde reformist bir çizgiye nasıl kayabileceğini göstermektedir. Bu nedenle, halk cephesi stratejisinin devrimci bir strateji olarak benimsenmesi, tarihsel olarak büyük hatalarla sonuçlanmıştır ve devrimci hareketler için tehlikeli bir tuzak oluşturmuştur.

SONUÇ: Devrimci Mücadele İçin Tek Yol

Aktivizm ve hareketçilik, zaman zaman toplumdaki devrimci potansiyelin sesini duyurabilir gibi görünse de, nihayetinde sistemin krizlerine yalnızca geçici çözümler sunar. Oysa kapitalizmin bu derin krizleri, reformist yaklaşımlarla asla çözülemez. Her geçen gün, hareketçiliğin ve aktivizmin çıkmaz sokağa sürüklendiğini görüyoruz. Ne yazık ki, bunlar devrimci bir perspektiften yoksundur ve işçi sınıfının tarihsel görevine ulaşmasına engel olur.

Bugün, sosyalist hareketin önünde iki seçenek var: ya kapitalizmin sınırları içinde kalıp reformist bir çıkmazda tıkanacaklar, ya da işçi sınıfını devrimci bilinçle donatarak, onları kapitalizme karşı bir mücadelenin önderi yapacaklar. Aktivizm ve hareketçilik, bir noktadan sonra, kapitalist sistemin rotasında ilerleyen ve onun çarklarında sıkışan bir çark haline gelir. Bu, sınıf mücadelesinin en büyük düşmanıdır.

İhtiyacımız olan şey, sosyalist devrimin gerçek önderliğidir. Tıpkı Bolşeviklerin 1917’de Rus işçi sınıfına önderlik etmeleri gibi, biz de bolşevik tipi parti inşasına odaklanmalıyız. Bu parti, sadece devrimci bir stratejiyle hareket etmez, aynı zamanda işçi sınıfının devrimci önderliği olmadan hiçbir toplumsal hareketin gerçek bir zafer kazanamayacağını anlatır.

Toplumun her köşesinde, her gündelik çalışmada, her direnişte işçi sınıfı, devrimci bir bilinçle örgütlenmeli ve sınıf temelli devrimci çizgi ışığında birleşmelidir. Çünkü sadece işçi sınıfının örgütlü gücü, sosyalizmin zaferini mümkün kılabilir. Kapitalizm, ancak devrimle yıkılabilir ve bu devrim, yalnızca işçi sınıfının bilinci ve örgütlülüğüyle gerçekleşebilir.

Hareketçilik ve aktivizm, yalnızca anlık çıkarımlar için var olabilir; ama militanlık, toplumsal yapıyı köklü bir şekilde değiştirecek bir eylem biçimidir. Sınıf mücadelesinde zaferin yolu, sınıf bilinci, devrimci program ve bolşevik tipinde bir parti inşasından geçer. Geçici çözümlerle değil, köklü bir devrimle toplum dönüştürülmelidir. Bu mücadelede kaybeden ya da kararsız kalan yoktur: ya zafer, ya yenilgi. Devrimci yol tek bir şey vaat eder: zaferin ve sosyalizmin yoludur.