Kadın ve erkek işçiler, geleceği ellerinden alınmış gençler, lubunyalar, göçmenler, mülteciler, ulusal, etnik, dinsel, cinsel kimliklerinden dolayı bastırılmış, dışlanmış ve ötekileştirilmiş tüm ezilenler…

Erdoğan diktatörlüğü, çürümüş cesediyle toplumun rızasını üretme gücünü çoktan kaybetmiş; şimdi yalnızca baskı, terör ve devlet şiddetiyle iktidarını sürdürmeye çalışıyor. Her geçen gün daha fazla açığa çıkan bu çürümüşlük, diktatörlüğün çöküşünü hızlandırıyor.

Ancak, Erdoğan’ın iktidarı kaybetme niyeti yoktur. Sandıkta ya da sokakta karşısında güçlü bir muhalefet görmek istemiyor. Bu yüzden, tüm muhalefet güçlerini ezmek, onları kendi iktidarına tabi kılmak için her türlü baskıyı ve manipülasyonu devreye sokuyor. Erdoğan, artık sadece bir diktatör değil; totaliter bir rejim inşa etmeye çalışan bir hükümetin başıdır. Bu yüzden, 19 Mart’ta en büyük rakibi olan Ekrem İmamoğlu’nu tutuklama girişimi tam olarak bu amaca hizmet etmektedir: Kendi mutlak iktidarını sürdürebilmek için muhalefeti yok etme çabası.

19 Mart’tan bu yana, Erdoğan rejiminin tüm baskılarına, polis terörüne, sansüre, tutuklamalara, CHP’nin halkı mücadeleyi frenleyen tavırlarına rağmen, Türkiye’nin dört bir yanında hükümet karşıtı en büyük protesto eylemleri patlak vermiştir. 2013 Gezi Direnişi’nden sonra en büyük halk hareketi, Erdoğan’a karşı güçlü bir öfkenin dışa vurumudur. Gençlik, özellikle üniversite öğrencileri, bu hareketin lokomotifi olmuş ve halkın içindeki bu öfkenin çığ gibi büyüdüğünü tüm dünyaya göstermiştir.

Ancak, bu hareket yalnızca bir öfke patlamasıdır; henüz bir örgütlenmeye, politik bir programa ve somut hedeflere sahip değildir. Hareket, devrimci bir önderlikten ve ideolojik hegemonyadan yoksundur. Ne yazık ki, bu harekette işçi sınıfının belirleyici bir rolü yoktur. Ayrıca, CHP’nin burjuva karakteri , bu hareketin devrimci bir yönelime evrilmesinin önünde bir engel teşkil etmektedir.

İşte bu noktada, biz enternasyonal Komünistler olarak, bu hareketi sadece anlık bir tepkiyle sınırlı bırakmayı reddediyoruz. Bu yazı, sadece durumu tespit etmekle yetinmeyecek; somut bir eylem programı geliştirecek, proleter devrimci önderliği inşa etmek için bir devrimci perspektif sunacaktır. Bizim amacımız, işçi sınıfı ve tüm ezilenler için devrimci bir yol haritası çizmek, mücadeleyi sadece sokakta değil, iş yerlerinde , mahalelerde , ideolojik ve politik zeminde de yükseltmektir.

Erdoğan’ı gönderme sorunu, sadece bir hükümet değişikliği meselesi değildir. Bu, aynı zamanda proleter devrim sorunudur! Erdoğan’ı göndermek, aynı zamanda devrimci bir önderlik inşa etmek meselesidir! Bu yüzden, proleter devrimci önderliği inşa etmek için verdiğimiz mücadele, her şeyden önce işçi sınıfının bağımsız hareketi ve bu hareketin özgün programı etrafında şekillenecektir.

Bu yazı, işçi sınıfının, ezilenlerin ve devrimci öznelerin bu tarihi mücadeleye nasıl katkı koyabileceğine dair somut bir eylem programı sunmayı amaçlamaktadır.

Siyasi Kriz ve Devrimci Müdahale Zorunluluğu

Türkiye’nin en büyük metropolü olan İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, aynı zamanda yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak öne çıkmaktadır.

Erdoğan rejimi, İmamoğlu’nu siyasi sahneden silmek için ilk olarak üniversite diplomasını iptal etti. Ardından sabaha karşı düzenlenen şafak operasyonuyla İmamoğlu’nu gözaltına aldı. Bu operasyon sadece İmamoğlu’yla sınırlı kalmadı: 106 kişi hakkında gözaltı kararı verildi; Beylikdüzü ve Şişli Belediye Başkanları tutuklandı. Gözaltına alınan 106 kişiden 48’i tutuklandı, geri kalanlar ise adli kontrol ve yurtdışına çıkış yasağıyla serbest bırakıldı. Şişli Belediyesi’ne kayyum atandı.

Operasyonun gerekçesi olarak “terör” ve “yolsuzluk” suçlamaları öne sürülse de, gerçek neden çok daha derindedir: Erdoğan rejimi, otoriterliğini niteliksel olarak bir üst aşamaya taşıma hazırlığı içerisindedir. Serbest seçimlere tahammülü kalmamıştır. Ne sandıkta ne sokakta etkili bir muhalefete izin vermeye niyetlidir. Erdoğan seçimleri kaybetse dahi “ben gitmiyorum” dediği anda, onu koltuğundan kaldırabilecek herhangi bir devlet mekanizması fiilen kalmamıştır.

Erdoğan iktidarının ayakta kalabilmesinin tek yolu, Putin tipi otoriter bir rejimi kurumsallaştırmaktır. Bunun için tüm toplumsal muhalefetin ezilmesi, seçimlerin birer göstermelik ritüele dönüştürülmesi ve muhalefet partilerinin rejimin denetiminde yeniden dizayn edilmesi gerekmektedir. Göstermelik muhalefete yer var, ama gerçek bir muhalefete asla!

Bu yönelimin geçici bir sapma değil, bilinçli ve stratejik bir yönelim olduğunu kavramak zorundayız. Erdoğan bu hedeften asla ama asla vazgeçmeyecektir. Çünkü uluslararası konjonktür tam da bu yönelimi cesaretlendirmektedir.

Trump’ın ABD’de yeniden yükselişe geçmesiyle birlikte emperyalist merkezler, “otoriter ortaklarla” çalışmayı tercih eder hale gelmiştir. Avrupa’da ve dünyada aşırı sağcı, faşist eğilimli partiler hızla güçlenmektedir. Küresel kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle birlikte, burjuva demokrasileri bir bir rafa kaldırılmakta; onların yerine otoriter, bonapartist rejimler inşa edilmektedir.

Erdoğan’ın diktatörlükte niteliksel bir sıçramaya yönelmesi, bu dünya çapındaki eğilimin yerel bir yansımasıdır. Kapitalizmin tarihsel krizi, egemen sınıfları her yerde zorunlu olarak daha baskıcı, daha saldırgan rejim biçimlerine yönlendirmektedir. Putinler, Orbanlar, Trump’lar, Erdoğanlar… hepsi bu çürüyen sistemin bağrında doğmuş, krizden beslenen organik ürünleridir.

Sorun ne sadece İmamoğlu’dur ne de CHP’nin iç siyasetidir. Sorun, dünya kapitalizminin ölümcül krizine karşı burjuvazinin demokratik hak ve özgürlüklere topyekûn savaş ilan etmesidir. Bu, tek tek ülkelerin değil, sistemin doğrudan varoluş krizidir. Ve bu kriz koşullarında, burjuva mülkiyetini hedef almayan her “demokrasi mücadelesi”, bu iklimin zehirli meyvelerinin yeniden ve yeniden farklı biçimlerde yeşermesine hizmet edecektir.

Kapitalizmin bağrında yeşeren otoriterlik, burjuva demokrasisinin karşıtı değil, onun krizdeki halidir. Dolayısıyla, burjuva demokrasisinin restorasyonu değil; işçi sınıfının öncülüğünde, kapitalist mülkiyetin ve devlet aygıtının topyekûn yıkılmasını hedefleyen devrimci bir kopuş gereklidir.
19 Mart’tan itibaren ülkenin dört bir yanında büyük bir öfke patlaması yaşandı. İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Eskişehir ve daha nice kentte on binlerce emekçi, genç, kadın ve LGBTİ+ sokaklara aktı. Polis barikatları aşıldı, gözaltılar, tehditler, eylem yasakları, sosyal medya sansürleri kitleleri durduramadı. Burjuva muhalefetin yıllardır sokakları şeytanlaştırmasına, Erdoğan rejiminin açık tehditlerine rağmen; sokak tabusu, korku duvarı parçalanmıştır.

Bu başkaldırı, sadece İmamoğlu’na destek olmanın ötesindedir. Sokakları dolduran milyonlar, gerçek bir değişimin seçim sandıklarında değil, kendi doğrudan eylemlerinde yattığını görmeye başlamıştır. Bu, Erdoğan’ın otoriterleşen rejimine karşı yıllardır biriken öfkenin dışa vurumudur. İmamoğlu kararı, bardağı taşıran son damladır. Bu durumda sormamız gereken temel sorular şunlardır:

Erdoğan diktatörlüğü nasıl yıkılacak?

Eyleme geçmiş olan bu öfke burjuva düzenin sınırlarında mı kalacak, yoksa işçi sınıfının devrimci bir hattına mı evrilecek?

Bu soruların yanıtı, rejime karşı verilen mücadelenin niteliğini belirleyecektir. Erdoğan’a son vermek, yalnızca bir “iktidar değişimi” meselesi değil; aynı zamanda tarihsel bir kopuş, sistemsel bir dönüşüm sorunudur. Bu da ancak işçi sınıfının seferberliğiyle mümkündür. Çünkü mevcut kriz, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Küresel kapitalizmin yapısal krizinin bir parçasıdır.

Bu kriz, dünya çapında devletlerin otoriterleşmesini, olağanüstü önlemlerle kendi baskı aygıtlarını tahkim etmesini zorunlu kılmıştır. Aynı anda tüm gerici ideolojiler –ırkçılık, şovenizm, yabancı düşmanlığı, dinci gericilik, kadın düşmanlığı ve homofobi– sistematik olarak desteklenmekte, toplumun rıza üretme mekanizmaları bu doğrultuda biçimlendirilmektedir. Dünyanın dört bir yanında Bonapartist öğeler taşıyan, aşırı sağcı popülist iktidarların türemesi bu iklimin ürünüdür. Erdoğan bu sürecin istisnası değil, organik ürünüdür.

Kapitalizmin dikiş tutmadığı, tel tel döküldüğü, burjuva demokrasisinin fiilen rafa kalktığı bu çağda artık “seçimle gelenin seçimle gittiği” dönem sona ermiştir. Diktatörlüklerin, aşırı sağcı iktidarların seçimle gönderilebilmesi bile ancak emekçilerin militan mücadelesinin baskısıyla mümkün hale gelmektedir. Fakat bu mücadele seçimle sınırlı tutulduğunda, rejim yenilenmekte ve kendisini yeniden üretmektedir. Salt sandıkla diktatörlükten kurtulunabileceğini düşünmek, liberal hayallerin küflenmiş kalıntısından ibarettir.

Bu nedenle Erdoğan rejiminin son bulması bir devrim sorunudur.

Rejimin her krizinin düğümlendiği yer, mevcut anayasal yapıdır. 12 Eylül anayasası artık yamalı bohçaya dönmüştür ve Türkiye burjuvazisi bunu dahi değiştirme kudretinden yoksundur. Yapabileceği en fazla şey, bu anayasaya birkaç yamayı daha ekleyip “yeni ve sivil anayasa” diye pazarlamaktır. Gerçekte ise, Türkiye burjuvazisi demokratik bir anayasa yapamaz. Çünkü:

1. İlerici tarihsel barutunu yitirmiştir. Demokratik anayasa sorunu, kaçınılmaz olarak burjuva mülkiyet ilişkilerine dokunma sorunudur. Bu çizgi aşıldığında, burjuva demokrasisi sona erer, yerini burjuva diktatörlüğü alır. Demokratik bir anayasa yapabilecek yegâne güç, işçi sınıfıdır. Ve bu da bir devrim meselesidir.

2. Mevcut anayasa, Türk sermaye devletinin genetik kodudur. 12 Eylül anayasası sadece bir metin değil, Türk sermaye devletinin tarihsel suçlarının, katliamlarının, soykırımlarının, etnik temizliklerinin, ırkçı-militarist ideolojisinin cisimleşmiş hâlidir. Bu anayasanın tarihin çöplüğüne atılması, Türk sermaye devletinin ortadan kaldırılması demektir. Bu devletin dini Sünni İslam’dır, cinsiyeti erkektir, cinsel yönelimi heteroseksüeldir, ideolojisi Türk üstünlükçülüğüdür. Bu kalıpların dışında kalan herkes, düşman ya da potansiyel tehdit olarak görülür.

Bu nedenle demokratik bir anayasa yapmak, yalnızca hukuki değil, sınıfsal bir kopuşu gerektirir. Bu görevi gerçekleştirecek yegâne özne işçi sınıfıdır. Bunun yöntemi proleter devrim, aracı ise devrimci partidir.

Ve bu devrimci parti, yalnızca Erdoğan’ı değil, onu ayakta tutan bu sömürü düzenini tarihe gömecektir.

Burjuva Muhalefetinin Çıkmazı ve Tehlikesi

İmamoğlu’na yönelik operasyonun hemen ardından CHP, yalnızca parti binalarının önünde toplanma çağrısı yapmış, sokaklarda kitlesel bir eylem yaratma konusunda ise çekinceli bir tutum sergilemiştir. CHP’nin bu pasifist yaklaşımı, özellikle üniversite gençliğinin kitlesel olarak sokağa çıkmasıyla birlikte daha belirginleşmiş, kitleler de bu tutuma karşı öfke beslemiştir. Kitlesel hareketlilik hızla tüm Türkiye’ye yayılmaya başladığında, CHP, kitlelerin sokaklardaki gücünü kendi kontrolü altında tutma çabalarına girmiştir. Ancak kitleler üzerinde denetimini kaybetmek istemeyen CHP, mecburen her alanda sokaklara çıkmak zorunda kalmıştır. Bu durum, partinin pasifist çizgiden pragmatik bir şekilde hareket etmeye başlamasına yol açmıştır.

CHP’nin bir sonraki hamlesi, kitleleri kendi organize ettiği miting alanlarına toplamaktı. Örneğin, Saraçhane’de yüz binlerce kişi toplanırken, CHP burada ateşli nutuklar atarak miting meydanını terk etmiş ve kitleleri polis terörüyle baş başa bırakmıştır. Bu noktada, faşist gelenekten gelen Mansur Yavaş gibi belediye başkanlarının sahneye çıkarılması, ırkçı hamasetlere zemin hazırlamıştır. Ardından, ırkçı ve cinsiyetçi bir dil kullanan, Neo-Nazi Zafer Partisi’nin de eylemlere katılması, provokasyonlar yaratması ve polisle işbirliği yapması, kitlesel hareketin içindeki birlikteliği zedelemiş, özellikle Kürtlerin eyleme katılımını sabote etmiştir.

CHP’nin bir diğer stratejisi ise, eylemleri olabildiğince atomize etmek olmuştur. Bunun için önce Ekrem İmamoğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak sunmuş ve Türkiye’nin dört bir yanında seçim sandıkları kurarak kitlelere destek oyları vermeleri çağrısında bulunmuştur. Ardından, eylem saatlerinin olduğu zamanlarda kitlesel iftar sofraları kurmuş, sokağa çıkma çağrılarını etkin bir şekilde dağıtarak, bu eylemleri asıl amacından saptırmıştır. Yükselen genel grev çağrılarını bastırmak adına, “tüketimden gelen gücümüzü kullanıyoruz” gibi söylemlerle, ürün boykotları başlatmış ve boykot edilecek şirketlerin listesini açıklamıştır.

CHP’nin eylem planları, bir taraftan kitlesel hareketin önünü almak için çeşitli “barışçıl” yöntemler önerirken, diğer taraftan da eylem süreçlerini pasifize ederek nihai hedeflerini erteleme yoluna gitmiştir. Örneğin, Bayram tatili öncesinde büyük Maltepe mitingini örgütlemiş, ardından bu eylemliliklerin sonlanmasını engellemek için kitlesel tüketim boykotu günleri ilan etmiştir. Yine erken seçim için imza kampanyaları başlatarak kitlelerin enerjisini seçim sandığına kanalize etmeye çalışmıştır. Bu strateji, hareketin devrimci bir yön kazanmasını engelleyen, reformist bir taktik olarak ortaya çıkmıştır.

CHP’nin bu tutumu, kitleleri pasifize etmek ve sürecin edilgen bir bileşenine dönüştürmek için sürekli olarak “seçim sandığı”, “demokrasi mücadelesi”, “hak, hukuk, adalet” gibi söylemleri kullanmıştır. Ancak bu söylemler, gerçekte bu hareketi bir seçim malzemesi haline getirmekten başka bir amaca hizmet etmemektedir. CHP, Erdoğan’ı devirmek istemez, çünkü Erdoğan’ı devirmek bir devrim sorunudur ve bu görev, CHP’nin sınırlı reformist anlayışının ötesindedir. CHP’nin asıl amacı, bu muhalefetle devrimci bir çizgide ilerlemeyi değil, düzenin devamını sağlamaktır.

CHP, Erdoğan’ın hasmı değil, rakibidir. Bu durum, onun devlet partisi olma geleneğinden kaynaklanmaktadır. Burjuva devletinin içindeki bu yapısal bağlar, radikal bir tutum almasını engellemektedir. CHP’nin bu haliyle, kitlelerin mücadelesinin yönünü atomize eden ve mücadelelerin sınırlı bir zemine çekilmesine yol açan bir strateji izlediği açıktır. Kitleler, CHP’den kopmadan somut bir devrimci politik hedef doğrultusunda mücadele edemezler. Çünkü CHP, aslında kitlelerin mücadele isteğini zayıflatan ve pasifize eden, devrimci bir çizgiden uzak, kendi kurumsal çıkarlarını önde tutan bir partidir.

Bu bağlamda, CHP’nin öncülüğünde bir devrimci hareket mümkün değildir. Erdoğan’ın gitmesi, CHP’nin eylemleriyle değil, işçi sınıfının bağımsız bir devrimci müdahalesiyle olacaktır. Ve bu müdahale, işçi sınıfının devrimci bir partisinin önderliğinde şekillenecek, yalnızca Erdoğan’ı değil, onu ayakta tutan tüm burjuva düzenini de tarihe gömecektir.

Demokrasi, Diktatörlük, Devrim: Seçimle Değil Devrimle Gidecekler!

Türkiye’de milyonlar Erdoğan’ın diktatör olduğunu, kalıcı bir diktatörlüğe doğru gittiğini düşünmektedir. Buna karşı kitlesel eylemlilikler ortaya koymaktadır. Demokrasi ve diktatörlük en fazla telaffuz edilen kavramlara dönüşmüştür. Demokrasi ve diktatörlüğe karşı muazzam bir kafa karışıklığı söz konusudur. Devrim ve sosyalizm iddiasını taşıyan teşkilatlar dahil olmak üzere demokrasi olarak bahsettikleri, talep ettikleri şey klasik burjuva diktatörlüğünün sınırlarını aşmamaktadır. Erdoğan rejimini olağan akışında giden Türkiye kapitalizminin demokrasisinden bir sapma olarak tanımlamaktadırlar. Demokrasi talebine yönelik ortaya atılan her şey burjuva hukukunun ve burjuva parlamenterizminin iyi bir şekilde işlemesini talep etmenin ötesine geçememektedir.

Burjuva demokrasisi, kapitalist devletin işleyişinin bir maskesinden başka bir şey değildir. Egemen sınıf, devlet aygıtını her koşulda kendi sınıf çıkarları doğrultusunda şekillendirir. Bugün Erdoğan rejimi, bir diktatörlükse, bu Türkiye burjuvazisinin çıkarlarının doğrudan bir yansımasıdır. Mesele bir kişiden ya da belirli bir partiden ibaret değildir; burjuva demokrasisi, işçi sınıfını sömürmek ve yönetmek için kullanılan bir araçtan başka bir şey değildir.
Erdoğan’ı devirmek isteyenlerin burjuva demokrasisine dönüşü savunmaları, işçi sınıfını bir kez daha sistemin içinde çürümeye mahkûm etmekten başka bir sonuç doğurmaz.

Devrimci Marksistler için mesele yalnızca Erdoğan’dan kurtulmak değil, burjuvazinin siyasal egemenliğini tamamen yıkmaktır. Burjuva parlamentosunun, seçimlerinin ve hukukunun işleyişi düzeltilerek işçilerin özgürlüğü sağlanamaz. Özgürlük ancak işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi ve burjuva devlet aygıtını parçalamasıyla mümkündür. Bugün burjuva muhalefetin peşinden sürüklenen reformist sol, işçi sınıfını sistem içi çözümlere mahkûm ederek kapitalizmi ayakta tutmaktadır.

Gerçek bir çözüm, işçi konseyleri ve taban örgütlenmeleri aracılığıyla devrimci bir işçi iktidarının inşasıdır. Diktatörlük tartışmalarının ötesinde, işçi sınıfının kendi kaderini eline alması ve kapitalist düzeni kökünden yıkması gerekir. İşçilerin burjuva demokrasisine değil, sosyalist demokrasiye ihtiyacı vardır. Bunun için sendikaların, işçi örgütlerinin ve devrimci yapıların bağımsız, sınıf eksenli bir hatta birleşmesi ve mücadeleyi yükseltmesi gerekmektedir.

İşçi Sınıfının Devrimci Programı Ne Olmalıdır?

19 Mart’ta başlayan ve Erdoğan rejiminin diktatörlüğünde nitelikli bir sıçrama hamlesine karşı gelişen eylemlilik sürecine, işçi sınıfı henüz belirleyici bir güç olarak dahil olmadı. Bu nedenle hareket, CHP’nin kontrolü ve ideolojik-siyasal hegemonyasından kopup kendisine somut bir siyasal hedef koyamamaktadır. Bir yandan Erdoğan rejimi otoriterlikte vites yükseltirken, diğer yandan CHP sandığı hedef göstererek demokrasi isteyen kitleleri atomize etmeye çalışmaktadır.

Bu ablukayı ancak işçi sınıfı dağıtabilir. İşçi sınıfı, tüm ezilenleri ve toplumun tüm gayrımemnunlarını kendi saflarına çağıran; ayaklanma ve genel grevi hedefleyen devrimci bir programla hükümetin karşısına ayrı bir kutup olarak çıkmalıdır. İşte o zaman gerçek anlamda demokrasiden ve özgürlükten söz edilebilir.

Her sınıfın demokrasi mücadelesi, kendine has yöntem ve araçlara sahiptir. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi ise parlamentarizmin dışına çıktığında başlar. Bu mücadeleyi seçim sandığıyla değil; grevlerle, direnişlerle, işgallerle, ayaklanmalarla yürütür. Seçimlerde destekleyeceği partiyi belirlemekle değil, kendi öz teşkilatlarını inşa etmekle ilerler.

Bu öz örgütlenme araçları komite, konsey, şura, Sovyet gibi doğrudan demokrasi organlarıdır. Aynı zamanda işçi sınıfı, burjuvaziye karşı kendi genel kurmayı olacak olan enternasyonal devrimci partiyle bu mücadeleyi verir. Devrimcilik, yönetilmeyi reddetmekle başlar; emekçi kitlelerin kendi geleceklerini belirlemenin asli öznesi haline gelmesiyle şekillenir.

İşçi sınıfı yalnızca üretici güçlerin taşıyıcısı değil, aynı zamanda gerçek bir demokrasiyi kurabilecek ve toplumsal kurtuluşun öncülüğünü üstlenebilecek tek sınıftır. Çünkü emekçi sınıf, üretim sürecinin merkezindedir; üretimin kolektif niteliğinden doğan bir örgütlenme kapasitesine sahiptir ve özel mülkiyetin kaldırılmasından başka hiçbir çıkışı yoktur.

Bu yönüyle işçi sınıfı, yalnızca kendi sınıfsal kurtuluşunu değil; yoksulların, kadınların, gençlerin, etnik ve dinsel azınlıkların, mülksüzleştirilmiş köylülerin, göçmenlerin—kısacası ezilen tüm katmanların—kurtuluşunu da kendi saflarında birleştirme potansiyeline sahiptir. Zira bu katmanlar ancak işçi sınıfının önderliğinde birleşik, bilinçli ve örgütlü bir mücadele verebilirler.

Burjuva parlamenter demokrasisi biçimsel eşitlik yanılsamasıyla yönetilirken, işçi sınıfının programı; üretim araçlarının toplumsallaştırılması, halkçı ve demokratik bir planlamayla toplumun yeniden inşası ve ezilenlerin kendi kaderini tayin hakkı gibi temel taleplerle gerçek bir emekçi demokrasisini hedefler. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci programı, tüm gayrımemnunları kendi cephesinde toplamaya muktedir tek siyasal hattır.

Ya işçi sınıfı, ayrı bir kutup olarak hükümetin karşısına çıkarak demokrasi mücadelesinin öncüsü olur; ya da mevcut hareketlilikler atomize olup parçalanarak sönümlenir. Ya işçi sınıfı, hükümetin karşısına bir kutup olarak çıkar; böylece emekçiler ve tüm ezilenler için kendi geleceklerini inşa etmenin yolu açılır, ya da Erdoğan’ın otoriterleşmesine karşı biriken toplumsal öfke, CHP’nin edilgen seçmenine dönüşür. Bu ikinci durumda ise Erdoğan diktatörlüğünün kurumsallaşması ve otoriterlikte niteliksel bir sıçrama yaşanması kaçınılmaz olur.

“Özgürlük savaşan işçilerle gelecek” hülyalı, nostaljik ya da romantik bir slogan değildir. Bu, hayatın en somut gerçeğidir.

Sendikaların ve Sosyalist Teşkilatların Durumu

Ekonomik kriz, hayat pahalılığı, artan devlet baskısı ve otoriterliğin ağırlaştığı bu dönemde; emekçi sınıflar derin bir yıkım yaşarken, en kitlesel işçi örgütleri olan sendikalar utanç verici bir sessizliğe gömülmüş durumdadır. Emekçilerin öfkesine, sokağın kaynama potansiyeline rağmen, sendika bürokrasileri günü kurtarmaya odaklanmış; mücadele çağrısı yapmak yerine koltuklarına gömülüp pasifist açıklamalarla süreci geçiştirmektedir.

19 Mart’tan sonra tabanda yükselen genel grev talebi, bu bürokratik aygıtlar tarafından duymazdan gelinmiştir. Oysa toplumsal öfke sokağa taşmış, halk Erdoğan diktatörlüğünün yeni hamlesine karşı harekete geçmiştir. Ancak sendikal bürokrasiler, bu harekete önderlik edecek bir irade değil, onun önünü kesecek bir barikat olmuştur.

CHP’nin arka bahçesine dönüşmüş olan DİSK, artık işçi sınıfının mücadele örgütü değil; bu mücadelenin dizginlenmesinden sorumlu bir kontrol mekanizmasıdır. Erdoğan ve sermaye sınıfı, işçi sınıfının kendi talepleriyle sahneye çıkmasından korkmaktadır; çünkü böyle bir mücadele onların iktidarını temellerinden sarsar. CHP ise bu mücadeleden korkmaktadır; çünkü işçi sınıfının sahaya inmesi, onun kitle üzerindeki “uslu muhalefet” kontrolünü altüst eder.

Bu yüzden, genel grev talepleri toplumda yankı bulmaya başladığı an, CHP ve uzantıları hızla tüketim boykotunu öne çıkarmış, gerçek mücadele taleplerini gündemden düşürmeye çalışmıştır. Tüketim boykotu, eylemsizliğin üstünü örten bir kılıftır; ne rejimi sarsar ne de işçi sınıfını harekete geçirir. Bu bir mücadele değil, pasif direniş taklididir.

Sendikal bürokrasi, genel grev fikrinden korkmaktadır. Çünkü bu, onların devletle kurdukları uzlaşma zeminini sarsar, bürokratik rahatlıklarını tehdit eder. Bir genel grev süreci, onları konforlu koltuklarından sahaya inmeye zorlar. Fakat daha da önemlisi, sahaya çıkan bir işçi sınıfı artık denetim altına alınamaz. Bu, yalnızca sermaye devletinin değil, sendikal bürokrasinin de sonu olur. Bu yüzden susarlar, kulaklarını tıkarlar, görmezden gelirler.

Ancak tarih göstermiştir ki; işçi sınıfı harekete geçtiğinde, önünde hiçbir barikat duramaz. Bürokratlar sarsılır, düzen partileri çöker, iktidarlar devrilir. Bu sessizlik, fırtınadan önceki sessizliktir. Sosyalist Teşkilatların Durumu

Sendikal bürokrasinin mevcut ataletinin, sistemle uzlaşmacı çizgisinin bir rastlantı olmadığını görmek gerekir. Zira bu bürokrasinin hatırı sayılır bir kısmı, Sosyalist teşkilatların militanları ya da kadroları tarafından temsil edilmektedir. Bu durum, salt sendikal alanla sınırlı bir teslimiyet değil, Sosyalist hareketin genel politik yönelimiyle doğrudan ilişkilidir.

Sosyalist teşkilatlar, uzun bir süredir Erdoğan’ı göndermek görevini CHP’ye havale etmiş, hatta bu görev paylaşımı içerisinde CHP’nin kitlesel amigoluğuna soyunmuştur. Devrimci görevleri parlamenter hayallere feda eden bu çizgi, kitlelerin düzen içi “en az kötü” seçeneğe yönlendirilmesinde kritik bir rol oynamaktadır. Kemalizmin referanslarıyla kendisine meşruiyet arayan bu teşkilatlar, siyasal özgüven yoksunluğu içinde, devrimci sınıf bağımsızlığı çizgisinden her geçen gün daha da uzaklaşmaktadır. Bu çizgide yer alan Sosyalist teşkilatlar arasında (EMEP, Halk Evleri, TKP, Sol Parti) gibi isimler öne çıkmaktadır.

Bu teslimiyetin ardında yatan temel neden, mücadeleye dair devrimci bir stratejik programdan yoksun oluşlarıdır. Sosyalist teşkilatların büyük çoğunluğu, hâlâ kitle kuyrukçuluğu ve düz hareketçilikten medet ummakta; sınıfın bağımsız öz örgütlenmelerini ve devrimci iktidar perspektifini inşa etmeyi gündemine dahi almamaktadır. Çünkü bu yapılar, hâlâ Stalinist ve reformist programlara yaslanmakta, devrimi tarihsel bir ideal değil, somut bir güncel görev olarak kavramaktan aciz bir pozisyonda durmaktadır. Bu konumda olan Sosyalist teşkilatlar arasında (TİP, EMEP, TKP, Sol Parti, EHP) gibi örnekler bulunur.

Oysa bugün ihtiyaç duyulan, CHP’nin peşinden sürüklenen bir kitle hareketi değil; CHP’nin kitle üzerindeki etkisini parçalayacak, işçi sınıfının bağımsız siyasi hattını inşa edecek devrimci bir çıkıştır. Bu çıkışın önündeki en büyük engel yalnızca burjuvazi değil, aynı zamanda kitleleri düzene entegre etmeyi görev bellemiş bu reformist sol çizgilerdir.

Bugün bu sorunun çözülmesi için devrimci bir alternatifin inşası elzemdir. Bu alternatif, enternasyonal bir sınıf mücadelesinin inşası ile paralel olarak, yalnızca yerel değil küresel ölçekteki işçi sınıfının mücadelesiyle birleşik bir çizgide şekillenmelidir. Bu noktada devrimci partinin inşası ve işçi konseylerinin etkin bir şekilde harekete geçirilmesi, sosyalist hareketin programının belirleyici unsurları haline gelecektir. Gerçek anlamda devrimci bir program, yalnızca burjuvaziye karşı bağımsız bir mücadele hattı sunmakla kalmaz, aynı zamanda dünya işçi sınıfıyla entegrasyonun temelini atar ve tüm ezilenlerin mücadelesini birleştirir.

Sosyalist hareketin önündeki en önemli görev, mevcut reformist çizgiyi aşarak işçi sınıfının devrimci programına dayalı bir seferberlik başlatmaktır. Bu, yalnızca ülke sınırları içinde değil, tüm enternasyonal bağlamda devrimci bir perspektifin egemen kılınması için bir zemin yaratacaktır.

Taban Örgütlerinin Gerekliliği ve İşlevi

Kapitalist toplumlarda, burjuvazi işçi sınıfının mücadelesini ekonomik ve siyasal olarak iki ayrı alana bölerek, sınıf mücadelesini apolitize etmeye çalışır. Ekonomik mücadele ile siyasal mücadeleyi birbirinden ayıran, aralarına yüksek duvarlar ören anlayış, özünde bir manipülasyondur. Burjuvazi, reformist işçi teşkilatları ve sendikal bürokrasi aracılığıyla, sınıf mücadelesinin politik karakterini gizlemeye, onun sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmasını sağlamaya çalışmaktadır. Oysa, işçi sınıfının verdiği tüm mücadeleler, özünde siyasal mücadelelerdir. Burjuva devletin zor aygıtları ve baskısı ile bu mücadele bastırılmaya çalışılırken, aynı zamanda sistem sınırları içinde kalması için apolitize edilmeye çalışılmaktadır.

Burjuvazi, işçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelelerini birbirinden ayırarak, onu kendi kapitalist sistemine entegre etmeyi amaçlar. Ancak, kapitalizmdeki temel eşitsizlikler, üretim ilişkilerindeki çelişkiler, işçi sınıfının ekonomik mücadelesini yalnızca sınıf mücadelesi ile birleştirerek aşılabilir. Bu noktada, işçi sınıfının bağımsız bir şekilde örgütlenmesi ve bir araya gelmesi için taban örgütleri büyük bir öneme sahiptir.

Taban örgütlerinin amacı yalnızca ekonomik taleplerin peşinden gitmek değil, aynı zamanda siyasal mücadelenin temellerini atmak, işçi sınıfının politik bilincini yükseltmek ve kapitalist sisteme karşı birleşik bir direniş hattı oluşturmaktır. Taban örgütlerinin yaratılması, burjuva demokrasisinin sınırlarının ötesine geçerek, doğrudan demokrasiyi ve halkın kendi kaderini tayin etme hakkını savunacaktır. Gerçek bir demokrasi mücadelesi, ancak bu taban örgütleri aracılığıyla yapılabilir.

İş Yeri Komiteleri:

Kapitalist sistemde, burjuva diktatörlüğünün en katı yaşandığı yer iş yerleridir. İşçilerden istenen tek şey, patronların talimatlarını eksiksiz şekilde yerine getirmektir. En ufak bir karşı çıkış, işten çıkarılmayla sonuçlanacak bir mekanizmaya sahiptir. Eğer bir iş yerinde işçi komiteleri gerçek anlamıyla var değilse, o iş yerinde çalışan işçiler, iş yerinin onlara dayattığı her şeyi sorgulamadan kabul etmek zorundadır. Bu, en ağır diktatörlüktür. Diktatörlüğe karşı mücadele, işte tam da burada, iş yerlerinde başlar. İş yeri komiteleri, işçilerin bu baskı ve sömürüye karşı örgütlenmesini sağlayacak, işçi sınıfının özerk karar alma süreçlerini başlatacak ve kolektif bir mücadele hattı oluşturacaktır. Komiteler, sadece ekonomik talepleri değil, işçi sınıfının siyasal haklarını da savunma işlevini yerine getirecek, böylece iş yerlerinde özgürlük ve demokrasi mücadelesini hayata geçirecektir.

Sendika Komiteleri (Sendikal Bürokrasiye Karşı İşçi Sınıfının Tabandan Anti-Bürokratik Mücadele Aracı):
Sendikalar, burjuvaziye karşı işçi sınıfının en önemli mücadele aracıdır. Ancak, sendikal bürokrasi bu potansiyeli boşa çıkarmaktadır. Sendika komiteleri, işçilerin sendikal bürokrasiye karşı mücadele etmesi için gerekli olan araçları sunacaktır. Bürokrasiye karşı işçi sınıfının tabandan gelen örgütlenmesi, sendikaların işçi sınıfının gerçek iradesini yansıtmasını ve sınıf mücadelesine etkin bir şekilde katılmasını sağlayacaktır. Bu komiteler, işçilerin sendikadaki temsilcilerini demokratik bir şekilde seçmesi ve denetlemesi için gerekli altyapıyı inşa edecektir.

Mahalle Komiteleri:

Mahalleler, işçi sınıfının yaşadığı en temel yaşam alanlarıdır. Burada, işçi sınıfının tüm sorunları, yoksulluk, konut sorunu, sağlık sorunları, eğitim ve güvenlik gibi birçok toplumsal mesele bir araya gelir. Mahalle komiteleri, işçi sınıfının ve ezilenlerin yaşam alanlarında örgütlenmesini ve mücadelesini yürüteceği en önemli araçlardır. Mahalle komiteleri, hem ekonomik hem de siyasal talepler için seferberlik sağlayacak, işçi sınıfının yerel düzeyde de birleşmesini ve örgütlenmesini sağlayacaktır.

Sektör Komiteleri:
Sektörler bazında örgütlenmek, işçi sınıfının belirli bir alandaki sorunlarına özel çözümler geliştirmesine olanak tanıyacaktır. Sektör komiteleri, işçi sınıfının belirli iş kollarındaki mücadeleyi güçlendirecek ve örgütlü bir biçimde sektörel taleplerin yükseltilmesini sağlayacaktır. Sektör komiteleri, yerel düzeydeki mahalle komiteleriyle de birleşerek, daha geniş bir örgütlenme alanı yaratacak ve sınıf mücadelesinin farklı sektörlerdeki işçilerin birliğini sağlamlaştıracaktır.

Üniversite Komiteleri (Kampüs İşçileriyle Birlikte):
Üniversite komiteleri yalnızca öğrenci hareketini değil, aynı zamanda kampüslerdeki işçi sınıfını da kapsamalıdır. Temizlik işçileri, güvenlik görevlileri, yemekhanede çalışan işçiler ve diğer üniversite çalışanları, bu komitelerin önemli bir bileşeni olmalıdır. Üniversitelerdeki kapitalist sömürü yalnızca öğrencilerle sınırlı değildir; aynı zamanda kampüslerdeki işçiler de düşük ücretler, kötü çalışma koşulları ve sosyal güvenceden yoksunluk gibi sorunlarla karşı karşıyadır. Üniversite komiteleri, öğrenci ve işçi sınıfının birleşerek, hem eğitim hakkı hem de çalışma hakları için ortak bir mücadele hattı oluşturacağı, kolektif bir direnişin zeminini yaratacaktır.

İşçi Konseyleri:
İşçi konseyleri, işçi sınıfının doğrudan demokrasisini inşa etme araçlarıdır. Bu konseyler, işçilerin kendi iş yerlerinde, sektörlerinde ve mahallerinde karar alma süreçlerine katılmalarını sağlayacak ve işçi sınıfının kolektif iradesinin ifadesi olacaktır. İşçi konseyleri, işçilerin kendilerini temsil etmek için dışarıdan dayatılan bürokratik yapıların ötesine geçmelerine olanak tanıyacaktır. Bu konseyler, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin ve mücadele hattının temellerini atacak, işçi sınıfının gerçek gücünü ortaya koyacaktır.

Birleşik İşçi Cephesinin Zorlukları ve Zorunluluğu!

Toplumsal muhalefetin tüm kesimleri tarafından birleşik mücadele fikri sürekli olarak ortaya atılmıştır. Özellikle Erdoğan iktidarının otoriterleşme eğilimleri göstermeye başlamasıyla bu fikir daha sık dile getirilmiş ve belli pratik arayışlarına girilmiştir. Burjuva düzen muhalefeti dahi bu arayışlara girmekle birlikte kendi ittifaklarını gerçekleştirmiştir. Bu koşullarda en çok sorulan soru; birleşik mücadele ama nasıl? Kiminle, tabanda mı tepede mi?

Bugün birleşik işçi cephesinin ne anlama geldiğini, kimlerle kurulabileceğini ve nasıl bir strateji izlenmesi gerektiğini somutlaştırmak için, işçi sınıfının mücadelesi açısından kritik bir dönemeçteyiz. Erdoğan rejiminin diktatörlük biçiminde kendisini konsolide etmesi, işçi sınıfı için daha da acil hale gelmiştir. Ancak sosyalist hareketin, bu süreçte doğru bir strateji izlemesi gerektiği bir gerçekliktir.

Birleşik işçi cephesi, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı birleşik bir platformda, ortak talepler etrafında bir araya gelmesi ve kolektif bir direniş hattı oluşturmasıdır. Marksist perspektiften birleşik cephe anlayışı, farklı işçi kesimlerinin birbirleriyle dayanışarak kapitalist sınıfa karşı birleşik bir cephe oluşturmasını gerektirir. Bu, sadece bir seçim ittifakı ya da dönemsel taktik bir strateji değildir; sınıf mücadelesinin ilerlemesi için gerekli bir tarihsel görevdir.

Birleşik İşçi Cephesi: Kimle, Nasıl?

Birleşik işçi cephesi, işçi sınıfının öz örgütlerine dayanmalıdır. Bu, “tabandan tavana” bir birleşim olmalıdır. Yani, bu cepheyi kurarken, sadece sol grupların, sosyalist partilerin veya mevcut sendikaların bir araya gelmesiyle sınırlı kalınmamalıdır. Bu tür çabalar, işçi sınıfının geniş kesimlerini kapsamayacak ve yalnızca “görünür” bir ittifak yaratmaktan öteye gitmeyecektir.

İşçi sınıfı birliğinin sağlanması için, iş yerlerinde, işsiz kitlelerde, hatta sendikalarda dahi, komiteler ve meclisler inşa etmek gereklidir. Sosyalist hareketin bu noktada doğru bir yaklaşım geliştirmesi, işçi sınıfının çıkarlarını savunacak ve mücadeleyi yükseltecek somut talepler oluşturmasıyla mümkündür. Bugün Türkiye’de, sendikal hareketin büyük kısmı Erdoğan rejiminin etkisi altına girmiştir ve buradan bir mücadeleye güç katmak zorlaşmıştır. Bu nedenle, birleşik işçi cephesinin stratejik olarak tabandan inşa edilmesi gerekmektedir.

Birleşik İşçi Cephesi İçin Örgütlenme Stratejisi

Her şeyden önce, birleşik işçi cephesi, işçi sınıfının birliğine dayalı olmalıdır. Bu birliği sağlayacak organlar, işçi sınıfının öz örgütleridir. Bugün Türkiye’deki mevcut koşullarda, sosyalist partiler ve grupların veya sendikal hareketlerin birleşik cepheler oluşturma çağrıları ne yazık ki işçi sınıfının büyük kesimlerinde karşılık bulmamaktadır. İşçi sınıfı, sendikalara değil, öz örgütlerine ihtiyaç duymaktadır.

Bu bağlamda, birleşik işçi cephesinin kurulumunda, işçilerin eylem platformları oluşturmasının yanı sıra, iş yerlerinde ve komünlerdeki dayanışmayı artıran meclisler ve komiteler inşa edilmelidir. Ayrıca, sosyalist hareketin ve devrimci güçlerin, bu süreçteki birleşik mücadele stratejilerinin merkezine bu organları alması gerekmektedir.

Bugünün Türkiye’sinde Birleşik İşçi Cephesi ve Sosyalist Hareketin Rolü

Sosyalist hareketin, birleşik işçi cephesini inşa etme noktasında ne yapması gerektiği sorusu, Erdoğan’ın otoriterleşmesinin tırmandığı bir dönemde daha da kritik bir hal almıştır. Erdoğan’ın diktatörlük rejimi, işçi sınıfı üzerindeki baskıları artırmakta ve toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmektedir. Bunun karşısında, sosyalist hareketin, bu saldırılara karşı birleşik bir direniş yaratması elzemdir.

Ancak, burjuva muhalefetinin temsilcisi olan CHP’nin ve diğer reformist çizgilerin “demokrasi cephesi” gibi önerileri, gerçek sınıf mücadelesinden uzak bir yaklaşımdır. AKP’nin diktatörlüğüne karşı mücadele etmeye çalışan bu kesimler, bir taraftan işçi sınıfının taleplerini görmezden gelirken, diğer taraftan sınıf mücadelesini dar bir çerçevede, burjuvaziye karşı mücadeleye indirgemektedir. Sosyalist hareketin buna karşı net bir duruş sergileyip, kendi bağımsız ve devrimci stratejisiyle birleşik işçi cephesini inşa etmesi gerekmektedir.

Bu süreçte, birleşik işçi cephesinin yalnızca işçi sınıfının öz gücüyle var olacağı unutulmamalıdır. Bu, yalnızca işçi sınıfının mücadelesinin sınıfsal birliğini oluşturmakla kalmayıp, aynı zamanda devrimci perspektifin işçi sınıfının geniş kesimlerine taşınması anlamına gelmektedir.

Genel Grev Çağrısının Anlamı

Genel grev, işçi sınıfının en güçlü silahlarından biridir ve tarihsel olarak kapitalist sisteme karşı işçi sınıfının birleşik mücadelesini simgeleyen en etkili eylem biçimlerinden biri olmuştur. Ancak, bu eylemin anlamı sadece ekonomik taleplerin ötesine geçer. Genel grev, işçilerin sadece çalışma koşullarını iyileştirme değil, aynı zamanda toplumun nasıl örgütleneceği, kimin egemen olacağı sorusunu gündeme getiren bir siyasal savaşımdır. İşçilerin grev aracılığıyla toplumsal ve ekonomik düzeni sorgulamaları, egemen sınıfa karşı halkın yönetimi ele alması yönünde önemli bir adımdır.

Genel grev çağrısı, ne olursa olsun şu bilincin toplumsal düzeyde yayılmasına yol açar: Ülkeyi kim yönetecek, burjuvazi mi yoksa işçiler mi? Bu sorunun ortaya atılması, halkın ve işçi sınıfının bilincinde bir sıçramaya yol açar. İşçilerin birleşik eylemi, sadece dar bir ekonomik mücadele değil, aynı zamanda siyasal bir dönüşüm için atılmış bir adımdır. Bu, işçilerin ve ezilen halkın toplumda hak ettiği gücü elde etmesinin temelini atar.

Bu noktada, mevcut düzenin temsilcisi olan CHP, sendika bürokrasisi ve Erdoğan’ın ittifakı için genel grev söylemi bir kabus gibidir. Çünkü genel grev, bu kesimlerin egemenliklerini sorgulatacak bir eylem biçimidir. Grev, sadece işyerlerinde, fabrikalarda değil, tüm toplumda bu sorunun gündeme gelmesine yol açar. Burjuvazi, sendikal bürokrasi ve hükümet güçleri için genel grev, adeta bir hortlak gibi karşıladıkları bir tehdittir. Çünkü bu söylem, işçilerin doğrudan toplumsal güçlerini örgütleme ve ülkeyi yöneten egemen sınıfı değiştirme potansiyelini barındırır.

Ancak, burada önemli olan nokta şu: Genel grev, salt bir ekonomik çıkar mücadelesi değildir. Bugün Türkiye’deki otoriterleşen rejime karşı hayatta kalma mücadelesinin en somut halidir. Erdoğan’ın ve burjuvazinin otoriter diktatörlük uygulamalarına karşı, işçi sınıfının birleşik gücüyle karşı durmak, sadece yerel bir direniş değil, tüm toplumun yeniden şekillendirilmesinin başlangıcı olabilir.

Şu anki sosyalist hareketlerin genel grev çağrıları, Türkiye’nin mevcut siyasi yapısının derin bir sorgulamasıdır. Bu çağrı, sadece ekonomik değil, toplumsal bir devrim için de kapıları aralamaktadır. Eğer bu çağrı başarıya ulaşırsa, halkın egemenliği, kapitalist sınıfın iktidarına karşı bir zafer olarak tarihe geçer.

Bu çağrıyı dile getirenler için genel grev, ne CHP’nin politik oyunlarıyla ne de mevcut sendika bürokrasisinin temelsiz vaatleriyle sınırlı bir şeydir. Bu, işçi sınıfının devrimci gücünün ve mücadelesinin sadece bir yansıması değil, aynı zamanda işçi sınıfının önderliğinde bir toplumsal dönüşüm için verilen bir savaştır.

Bugünün somut devrimci görevlerinin en başında genel grev çağrısı durmaktadır. Bu çağrıyı işçi sınıfının tüm kesimleri içinde, toplumsal muhalefetin tamamı içinde yılmadan, yorulmadan dile getirmek ve bunun pratik ayaklarını örmek için mücadele etmek, dönemsel ve tarihsel devrimci görevimizdir.
Boykot Neden Genel Grevin Yerini Tutamaz?

Boykot, genellikle kapitalist sistemin egemenliğine karşı karşılaştığı baskılara bir tepki biçimidir. Ancak, bu eylem genel grevin sunduğu toplumsal dönüşüm potansiyelini taşımaz. Boykot, kapitalist sistemin bazı ürünlerinin veya hizmetlerinin reddedilmesine yönelik sınırlı bir eylem olarak kalır. Bu, genellikle küçük burjuvazi veya işçi aristokrasisinin tercih ettiği bir yöntemdir. Çünkü boykot, esasen belirli bir ürünün veya hizmetin tüketiminin engellenmesine yönelik bir strateji izler ve bu, geniş toplumsal dönüşümden uzak, dar bir müdahale biçimi sunar.

Boykot, çoğunlukla ekonomik ve toplumsal yapıyı değiştirmektense, belirli sektörlerde veya ürünlerde kesintiler yaratmaya dayanır. Bunun da ötesinde, boykot çoğu zaman küçük burjuvazinin ve muhalefetteki burjuvazinin tercih ettiği bir strateji olmuştur. Bu kesimler için boykot, kapitalizme karşı mücadelede bir tür “görüntüsel” eylem olabilir. Ancak işçi sınıfı için bu tür eylemler, yalnızca geçici bir rahatsızlık yaratır ve kalıcı bir çözüm sağlamaz.

Boykot, işçi sınıfının doğrudan örgütlenmesini ve kapitalist düzene karşı birleşik bir mücadeleyi teşvik etmek yerine, genellikle bireysel ve sınırlı bir tepki verir. Bu durum, işçi sınıfının egemen sınıf karşısındaki mücadelesinde eksik kalır. Öte yandan, genel grev, tüm işçi sınıfının birleşik bir eylemidir ve kapitalist üretim ilişkilerini doğrudan hedef alır. İşçi sınıfının gücünü ortaya koyan ve toplumsal yapıyı tehdit eden bir harekettir.

Boykot, işçi sınıfının kapitalist düzene karşı kendisini geliştirmesi, gücünü kolektif bir biçimde kullanması ve egemen sınıfı, dolayısıyla hükümeti sarsması için yetersizdir. Boykot sadece belirli bir tüketim veya üretim alışkanlığını hedef alırken, genel grev işçi sınıfının üretim araçlarını durdurmasına, kapitalist işleyişi felce uğratmasına ve dolayısıyla işçi sınıfının toplumsal egemenliğini sağlamak için bir fırsat yaratmasına olanak tanır.

Boykot, aynı zamanda işçi aristokrasisinin ve küçük burjuvazinin benimsediği bir yöntemdir çünkü bunlar, daha geniş toplumsal dönüşüm arayışında olan devrimci işçi hareketlerine kıyasla mevcut düzenin devamını pekiştiren stratejiler izlemektedirler. Bu kesimler için boykot, çoğu zaman sadece belirli bir zengin sınıfın baskısına karşı küçük bir “cephe” oluşturur ve büyük resme bakıldığında, gerçek bir toplumsal devrim için yetersiz kalır.

Boykot, kapitalizmin yapısını dönüştürmek için değil, geçici olarak bir takım tepkiler yaratmaya yönelik bir strateji olabilir. Bu noktada, işçi sınıfı için esas olan, sadece kapitalist tüketim ve üretim alışkanlıklarını reddetmek değil, kapitalizmin kendisini sarsmak ve yıkmaktır. Bu da ancak genel grev gibi güçlü ve kitlesel bir eylemle mümkün olabilir.

CHP’nin Boykot Stratejisi ve İştirakçi Yaklaşımlar

CHP’nin boykot çağrıları, boykot listeleri oluşturması ve boykot günleri belirlemesi, öfkeli kitlelerin mücadelesini atomize etmek, onları kontrol altında tutmak ve genel grev eğiliminin gelişmesini sabote etmek için izlediği bir stratejidir. CHP, küçük burjuvazinin ve işçi aristokrasisinin gündemini yansıtarak, bu sınıfların çıkarlarına hizmet eden bir strateji izler. Boykot, toplumsal muhalefeti bir araya getirmektense, yalnızca belirli kesimleri ve eylemleri hedef alır, ancak gerçek bir toplumsal dönüşümü engeller.

Bu bağlamda, boykot küçük burjuvazinin ve işçi aristokrasisinin işidir, fakat işçi sınıfının ve sosyalistlerin gündemi boykot olamaz. Boykot aktivizmi, komünist devrimcilerin işi değildir. Komünist devrimciler için esas olan, toplumsal ve ekonomik yapıyı sarsacak, işçi sınıfının kolektif gücünü gösterecek ve kapitalist düzeni hedef alacak olan genel grev çağrısıdır. Bu nedenle, komünist devrimcilerin dönemsel görevi, genel grev çağrısının işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet üzerinde hegemonya kurması için mücadele etmektir.

Karşımızdaki Hükümet Kayyum Hükümetidir: TC Devleti Kayyum Devletidir

Erdoğan’ın son 10 yılda Kürt kentlerindeki belediyelere ve ardından CHP’li belediyelere kadar yayılan kayyum politikası, yalnızca bir iktidar stratejisi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısının tarihsel karakterini yeniden gün yüzüne çıkaran bir uygulamadır. Bu kayyum politikası, yalnızca Erdoğan dönemine ait bir yönetim biçimi değildir. Bu, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin özüdür.

Bonopartist Karakter: Türkiye Cumhuriyeti’nin Temel Rejimi

1923’te kurulan Cumhuriyet, aslında bir darbe ile hayata geçmiş ve halkın iradesini hiçe sayarak şekillendirilmiş bir rejimin eseriydi. Mustafa Kemal ve ekibi, tek parti, tek dil, tek millet gibi bir düzen kurmuş, seçimlerin olmadığı, demokrasi namına hiçbir şeyin bulunmadığı bir yönetim anlayışıyla ülkeyi yönetmeye başlamışlardı. Bu dönemin temel karakteri, bir bonopartist rejimdir. Bonapartizm, burjuvazinin kendi içindeki çelişkileri çözmek için tek bir kişinin, liderin, tüm gücü elinde topladığı bir yönetim biçimidir. Mustafa Kemal ve ekibi, devrimci bir önderlik değil, halktan uzak, devletin egemenliğini pekiştiren bir yönetim anlayışını benimsemişlerdir.

1960’lara Kadar Tek Adam, Tek Parti Dönemi

Erken Cumhuriyet dönemi, tek adam ve tek parti yönetimiyle şekillendi. 1950’lere kadar tek bir liderin ve tek bir partinin mutlak hâkimiyeti altında, halkın katılımını reddeden bir rejim sürdü. Demokrasi ve halk iradesi bu süreçte tam anlamıyla yok sayıldı. 1960’lar ile birlikte işçi sınıfının devrimci hareketi ve sosyalist fikirlerin hızla yayılması, bu bonopartist yapıyı sarsmaya başladı. Ancak, burjuvazi her zaman kendi içsel krizlerini çözmek için orduyu, askeri darbeleri ve kuvveti devreye sokarak, halkın iradesinin önüne engeller koymaya devam etti.

Askeri Darbeler ve Ordu Egemenliği

Türkiye siyasetinin şekillenmesinde, askeri darbeler ve ordu her zaman belirleyici bir rol oynamıştır. 1960 darbesi, 1980 darbesi ve diğer müdahaleler, yalnızca halkın seçtiği temsilcilerin değil, aynı zamanda işçi sınıfının devrimci hareketlerinin de baskı altına alınmasına yol açmıştır. Her darbe, devletin bonopartist karakterini pekiştirmiş, halkın ve işçi sınıfının özgürleşme mücadelesi askeri kısıtlamalarla bastırılmıştır. Ordu, bu sürekliliği sağlayan en önemli kurumlardan biri olmuştur ve Türkiye’de devletin hegemonik gücü hep askerî bir yapıyı temel almıştır.

Erdoğan’ın Kayyum Politikaları ve Rejimin Derinleşen Otoriterleşmesi

Erdoğan’ın son 10 yılda Kürt şehirlerinden CHP’li belediyelere kadar genişleyen kayyum politikaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin bonopartist yapısının bir devamıdır. Erdoğan, halkın iradesine kayyumlar atayarak, devletin egemenliğini yeniden pekiştirmeye çalışmaktadır. Bu, sadece bir iktidar meselesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin devlet yapısının temelindeki otoriter anlayışın vücut bulmuş halidir. Kayyum atamaları, aslında devletin halktan kopmasını ve halk iradesinin yok sayılmasını simgeler. Erdoğan, hem Cumhurbaşkanlığı hem de partisinin gücüyle, bu yapıyı daha da derinleştirmiş ve kurumsal hâle getirmiştir.

Kayyumlara Karşı Mücadele: İşçi Hükümetini İnşa Etmek

Kayyumlara karşı mücadele, sadece seçilmiş belediye başkanlarının görevde kalmasını talep etmekle sınırlanamaz. Bu mücadele, işçi sınıfının iktidar mücadelesi ile birleştirilmelidir. Seçilen her yönetici, halkın iradesini temsil etmeli ve devletin tüm kurumları, halkın yönetimi altına alınmalıdır. Kayyumlar sadece bu yapıyı tehdit eden figürler değil, aynı zamanda halkın iradesini ve işçi sınıfının gücünü yok sayma amacını taşır. Bizim görevimiz, bu kayyumları devirmek ve halkın iradesini, işçi şuraları ve halk meclisleriyle şekillendirmektir.

Mademki Erdoğan Yönetemiyor, O Zaman Tek Seçenek: İşçi Emekçi Hükümeti!

Erdoğan yönetemiyor, devletin hiçbir kurumu işleyemez hâle gelmiş, Erdoğan’ın rejimi her geçen gün çökmektedir. Burjuvazi ve burjuva muhalefeti olan CHP, yıllardır halkın sorunlarına çözüm üretemedi. Bu durumu değiştirmeye hiçbir niyetleri yok. Onlar kayyumların yerine “seçilen” yöneticileri geri almak istiyorlar ama biz biliyoruz ki bu, gerçek çözüm değildir. Kayyumlar sadece küçük bir parça; devletin işleyişinin tamamı halktan uzaklaştırılmış, işçi sınıfının iradesi yok sayılmıştır. O zaman tek bir seçenek vardır: İşçi ve emekçi hükümeti!

Bu mücadele, sadece kayyumları ve Erdoğan’ı devirmenin ötesinde, tüm devletin işçi sınıfının ve halkın kontrolüne geçmesini sağlamaktır. Burjuvazinin kontrolündeki devletin yerini, işçi konseylerinin yönettiği bir toplum almalıdır. Bu, yalnızca bir hedef değil, tüm işçi sınıfının ve halkın geleceğini belirleyecek bir görevdir.

Tüm Siyasi Tutsaklara Özgürlük!

19 Mart’tan bu yana sokaklara çıkan, yoksulluğa, baskıya, sömürüye karşı öfkesini haykıran binlerce kişi gözaltına alındı. Aralarından en az 300 kişi tutuklandı! Sokakta slogan attığı, pankart taşıdığı, adalet ve özgürlük istediği için cezaevine konuldu! Bu baskı dalgası Erdoğan rejiminin zorbalığını gözler önüne sermektedir. Ancak bu baskı yalnızca son haftaların işi değildir. Türkiye’de hapishaneler yıllardır devrimcilerle, sosyalistlerle, Kürt siyasetçilerle, gazetecilerle, kadın özgürlükçüleriyle, öğrenci eylemcilerle, grevci işçilerle doldurulmuştur. Zindanlar, bu rejimin gerçek karakterinin aynasıdır: Türkiye bir siyasi tutsaklar ülkesidir!

Bugün tutuklananlar için özgürlük isteyen burjuva muhalefeti ise bu talepleri, barışçıl eylem, ifade özgürlüğü, anayasal haklar gibi liberal bir çerçevede sınırlandırmaktadır. Oysa bizim talebimiz açıktır: Tüm siyasi tutsaklara hiçbir cezai işlem ve denetim olmadan koşulsuz özgürlük! Bu yalnızca 19 Mart’tan sonra tutuklananlar için değil, yıllardır hapishanelerde rehin tutulan, ağırlaştırılmış cezalarla susturulmaya çalışılan, ölüm sınırında tutulan hasta tutsaklar için de geçerlidir.

Bugün siyasi tutsaklara sahip çıkmak sadece “hukuk devleti” veya “insan hakları” mücadelesi değildir; bu, doğrudan doğruya işçi sınıfının devrimci mücadelesinin parçasıdır! Erdoğan’ın demir parmaklıkları, bu mücadeleyi durdurmaya yetmeyecektir.

Türkiye Cezaevleri: Rejimin Aynası

AKP-MHP rejiminin en sembolik kurumları ne saraydır ne meclistir; rejimin gerçek sembolü cezaevleridir! Cezaevleri bir hükümetin topluma bakışının, hangi sınıfı düşman ilan ettiğinin, hangi hakları yok etmeye çalıştığının en yalın göstergesidir. Türkiye’de cezaevleri, sermayenin çıkarlarına dokunan herkesi içine atmaktan çekinmeyen bir baskı makinesidir. İtaat etmeyen işçi, boyun eğmeyen kadın, özgürlük isteyen Kürt, örgütlenen öğrenci, direnen gazeteci hep bu kapıdan içeri sokulmuştur.

Bu yüzden cezaevlerine karşı mücadele, liberal reformizmin çizdiği çerçevede kalamaz. Çünkü Erdoğan’ın diktatörlüğü yalnızca hukuku askıya alarak değil, devrimci iradeyi demir parmaklıklar arkasına iterek ayakta durmaktadır.

Siyasi Tutsaklara Özgürlük Talebiyle Enternasyonal Dayanışma

Bu mücadele yalnız Türkiye’ye özgü değildir. Filistinli direnişçiler, Mısırlı devrimciler, Fransız sarı yelekliler, İranlı kadınlar ve işçiler… Bugün dünyanın dört bir yanında zindanlar, burjuvazinin korkusunu içine hapsetmeye çalıştığı birer mücadele kalesine dönüşmüştür. Türkiye’deki siyasi tutsaklarla uluslararası dayanışma kampanyaları örmek, bu ortak zincire bir halka daha eklemek anlamına gelecektir. Bu dayanışma sadece ahlaki değil, politik bir görevdir: çünkü zincirin bir halkası kırılsa, bütün burjuva düzeni sarsılır!

Genel Grev ve Siyasi Tutsaklara Özgürlük

Bugün siyasi tutsaklara özgürlük talebi, soyut bir insan hakları savunusuna indirgenemez. Bu talep, genel grev çağrısının parçası olmalı, her grevde, her eylemde tutsak yoldaşlarımızın isimleri haykırılmalıdır. Her işçi eyleminde, toplumsal muhalefetin her eyleminde her organizasyonda, her forumda, her duvar yazısında şu şiarı haykırmalıyız: Tutsaklara Özgürlük Savaşan İşçilerle Gelecek! Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük!
Çünkü onların özgürlüğü, bizim özgürlüğümüzdür.

KATİL POLİS TEŞKİLATI LAĞVEDİLSİN! İŞÇİ MİLİSLERİ, ÖZ SAVUNMA KOMİTELERİ İÇİN İLERİ!

Her yerde karşımıza o çıkıyor: Gözaltı otobüsünde, plastik kelepçede, copta, biber gazında, kadınların bedeninde, işçinin ensesinde, gençliğin direnişinde… Bu teşkilat, halkı korumaz; devleti, sermayeyi, Erdoğan diktatörlüğünü korur!

Gezi Direnişi’nde Erdoğan’ın “kahraman polisimiz destan yazdı” dediği günlerden bugüne bu teşkilat, yalnızca emekçilere ve ezilenlere düşmanca saldırmakla görevli bir işkence aygıtı olarak işledi. Erdoğan’ın emir subayları olan polisler, rejimin İslamcı-faşist karakterinin milis gücüdür. Geçtiğimiz haftalardaki eylemlerde gözaltına alınan genç kadınlara yönelik cinsel saldırılar, her birimizde yalnızca öfkeyi değil, hesap sorma iradesini de büyütmüştür.

Bu öfke, sadece bireysel polislerin yargılanmasına indirgenemez. Liberal demokratlar, insan hakları savunucuları ve burjuva hukukçular; polisin kötü muamele uygulamaması için çağrılar yapıyor. Peki ya teşkilatın kendisi? Peki ya bu pisliğin kaynağı? Peki ya Erdoğan’ın emir eri olmuş bu çeteler? Halkın polisi olurmuş! Olmaz! Polisin varlığı, halk düşmanlığının ta kendisidir!

Polis teşkilatı partiler üstü bir güvenlik aygıtı değil; Erdoğan rejiminin silahlı milis gücüdür! Ve biz devrimciler, bu teşkilatın lağvedilmesini savunuyoruz! Biz, bu pislik yapının “ıslahını” değil, imha edilmesini savunuyoruz! İşkenceci polis teşkilatı dağıtılmalıdır! Ve yerine, işçi sınıfının, ezilenlerin, gençliğin, kadınların, Kürt halkının kendi öz savunma yapıları kurulmalıdır!

İşçi milisleri! Gençlik savunma grupları! Emekçilerin öz savunma komiteleri!

Her grev, her yürüyüş, her eylemde, her açık toplantıda öz savunma komiteleri oluşturmak, onların mutlak gerekliliğini yaymak zorunludur! Olanaklı her durumda, gençlik gruplarıyla başlayarak öz savunma grupları örgütlemek, pratik öz savunma araçlarının imalatını yapmak ve kullanmayı öğrenmek zorunludur! Unutulmaması gereken gerçeklik şudur: Polis nefreti, işçi milisleri, halk milisleri fikrinde kitlesel olarak harmanlandığı ölçüde, etkili öz savunma komitelerinin ortaya çıkmasının nesnel zemini oluşacaktır.

Kızıl Komutan yoldaş Troçki’nin sözüne kalkış noktamız yapıyoruz:
“Faşizme karşı mücadele liberal yazı işleri müdürlerinin bürolarında değil, fabrikalarda başlar ve sokaklarda son bulur. Grev gözcüleri, proleter ordunun temel çekirdekleridir!”

O halde:
Katil polis teşkilatı lağvedilsin!
Erdoğan rejiminin milis gücü dağıtılsın!
İşçi milisleri kurulsun, öz savunma komiteleri her yerde yaygınlaştırılsın!
Burjuva mahkemelerine değil, öz gücümüze güvenelim!
Polis nefreti, devrimci öz savunma ile birleşirse zafer gelir!

Yoksulluğa ve Sefalete Karşı Mücadele

Yoksulluk ve işsizlikle mücadele, kapitalizmin köleliğe dayalı üretim düzeni içinde sistematik bir zorunluluk haline gelir. Yoksulluk sadece bir sorunun yansıması değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin doğrudan bir sonucudur. Kapitalizm, üretim araçlarının neredeyse tamamına sahip olan küçük bir azınlık ile emek gücünü satan, ezilen, yoksul çoğunluk arasında kalıcı bir çelişki yaratmaktadır. Burada önemli olan, kapitalizmin bu çelişkiyi derinleştirerek, daha fazla yoksulluk, sefalet ve sömürü üretmesidir.

Bugün, dünyanın en zengin 8 kişinin toplam serveti, en yoksul 3.6 milyar insanın servetini geride bırakmaktadır. Türkiye’de, en büyük holdinglere sahip olan işadamlarının servetleri, milyonlarca işçinin ve emekçinin sefaletini beslemektedir. Burjuvazi, zenginliğini sadece üretim sürecinde emekçilerden çalmakla kalmaz, aynı zamanda mafyatik yöntemlerle de bu servetini artırır. Kapitalizm, her şeyin metalaştırıldığı, yağma ve talanın doğal hale geldiği bir sistemdir. İşte bu sistem, yoksulluğun ve işsizliğin gerçek kaynağıdır.

Burjuvazinin tüm vaatleri, seçim programlarında yoksulluk ve işsizlikle mücadeleye dair sundukları çözümler aslında birer illüzyondan başka bir şey değildir. Çünkü yoksulluğun ve işsizliğin çözülmesi, kapitalizme karşı bir mücadele gerektirir. Burjuvazi ise yoksulluğu ve işsizliği sürdürerek kendi egemenliğini pekiştirir. Yoksulluk ve işsizlikle mücadele adı altında sundukları reformist çözümler, kapitalizmin temellerine dokunmaz; sadece mevcut düzene bir düzeltme önerir. Ancak kapitalizm işsizlik ve yoksulluk üretmeden var olamaz. Yoksulluk ve işsizlik sistemin işleyişinin bir parçasıdır.

Bu nedenle, yoksulluğa karşı mücadelenin yolu kapitalizmle, özel mülkiyetle, zenginlikle ve bu zenginliği elinde tutan egemen sınıflarla hesaplaşmaktan geçer. Zenginliğin kolektif mülkiyete dönüşmesi, tüm toplumun refahını sağlamak için temel bir önkoşuldur. Yoksulluğa karşı mücadelenin önünde iki temel engel vardır: birincisi burjuvazinin mülkiyeti, ikincisi ise kapitalizmin devleti, yani burjuva devletidir. Yoksulluğa karşı mücadele, bu iki unsuru hedef alan bir devrimci perspektifle yapılmalıdır.

Yoksullukla mücadelede atılacak ilk adım, işçi sınıfının denetiminde kamulaştırmadır. Bunun için talep edilen her adım, zenginliği elinde tutanların ve kapitalist düzenin altını oymak anlamına gelir. İşçi sınıfının denetimindeki bir toplumda, her emekçinin bir payı olmalı, her kesim kendi emeğiyle yaşayabilmelidir. Bu süreç, kapitalistlerin elinde tutulan mülklerin kolektif hale gelmesiyle şekillenecek ve işçi sınıfı, kendisinin, yoksulların, ezilenlerin, her kesimin mülkiyetine sahip çıkacaktır.

Bu mücadelenin temel sloganları ise şu şekilde özetlenebilir:

İşçi Denetiminde Kamulaştırma!

Yoksulların Öfkesi Zenginleri Boğacak!

İşsizlikle mücadele, yalnızca yedeğe alınmış işsiz kesimleri değil, tüm işçi sınıfını ilgilendiren bir mesele olmalıdır. Bu nedenle işsizlikle mücadelede tüm işçilerin talepleriyle birleşmek, işçi sınıfının sınıfsal birliğini inşa etmek önemlidir. “6 saat iş, 4 vardiya, serbest hafta sonu” gibi taleplerle, tüm işçilerin hakları için ortak bir zemin yaratılmalıdır. Ayrıca, ticari sırların ortadan kaldırılması ve şirketlerin muhasebe defterlerinin şeffaf bir şekilde açılması, işçilerin hakları ve bu hakların korunması için oldukça önemli adımlar olacaktır.

İşsizlik fonunun sadece işçiler için kullanılmasını talep etmek, işçi sınıfının bir araya gelerek gücünü organize etmesinin temel unsurlarından biridir. İşsizlerin güvencesizliğini ortadan kaldırmak için, “İşsizler Güvencesiz” gibi örgütlenmeler kurmak, bu kitleyi organize etmek ve mücadeleye katmak hayati bir öneme sahiptir. Yoksulluk ve işsizlikle mücadele, sadece çözüm önerileri sunmakla değil, aynı zamanda bu mücadelenin politikasını ve pratiklerini geliştirerek kapitalist düzenin temelini sarsmakla mümkün olacaktır.

Ücretlerde Oynak Merdiven Sistemi (Eşey Mobil Sistemi): Tanım ve Gerekçelendirme

Ücretlerde Oynak Merdiven Sistemi (Eşey Mobil Sistemi), temel yaşam ihtiyaçlarına gelen zam oranı kadar, işçi ücretlerinin de otomatik olarak artırılmasını öngören bir ekonomik düzenlemeyi ifade eder. Bu sistem, emek gücünün alım gücünü koruyarak, enflasyon karşısında ücretlerin erimesini engellemeyi hedefler. Yani, enflasyon oranı ne olursa olsun, temel ihtiyaçlar için yapılan zamlar doğrudan işçi ücretlerine yansıtılır. Bu, işçi sınıfının yaşam standartlarını sürdürebilmesi ve sermayenin güdümüne girmeden, emeğinin değerini güvence altına alabilmesi için kritik bir adımdır.

Neden Bu Talebi Öne Çıkartmalıyız?

Bugün kapitalist sistem, enflasyonla birlikte işçi ücretlerinin hızla erimesine ve yaşam koşullarının giderek kötüleşmesine yol açmaktadır. Her geçen gün artan hayat pahalılığı karşısında işçilerin ücretleri sadece gerçek enflasyon oranına değil, aynı zamanda sermayenin çıkarlarını koruyan politikalarla sınırlı kalmaktadır. Oysa ki, her ücret artışıyla birlikte temel ihtiyaçlar da artmaktadır ve bu artışa uygun bir ücret düzenlemesi sağlanmadığı sürece, işçilerin yaşam koşulları daha da kötüleşir.

Ücretlerde Oynak Merdiven Sistemi, tam da bu noktada devreye girer. Bu sistem, ücretlerin enflasyonla doğru orantılı bir şekilde artırılmasını garanti altına alır. Bu düzenleme, sadece işçilerin alım gücünü korumakla kalmaz, aynı zamanda sermayenin, kapitalistlerin ve hükümetlerin halkı daha fazla yoksullaştırmasının önüne geçer. Enflasyon karşısında işçi sınıfı her geçen gün fakirleşirken, bu sistemle birlikte ücret artışlarının yavaşlatılmasının ve işçilerin sefalet içinde yaşamalarının önüne geçilmiş olur.

Sonuç olarak, Ücretlerde Oynak Merdiven Sistemi, kapitalizmin işçi sınıfını daha fazla sömürmesini engelleyecek, alım gücünü koruyacak ve emekçilerin yaşam standartlarını sürdürebilmeleri için teminat sağlayacaktır. Bu sebeple, bu talep, işçi sınıfının mücadelesinde ön plana çıkartılmalı ve toplumsal bir değişim için güçlü bir araç olarak kullanılmalıdır.

Sanayide, Holdinglerde, Her Yerde İşçi Denetiminde Kamulaştırma

Kapitalist sistemin doğası gereği, işçi sınıfı sürekli olarak sömürülmektedir. Bu sömürü, yalnızca işçilerin iş yerlerinde değil, aynı zamanda devletin, sermayenin ve büyük holdinglerin egemenliğinde de devam etmektedir. İşçilerin haklarını savunabilmesi, yaşam standartlarını iyileştirebilmesi, en temelde üretim araçlarının ve doğal kaynakların kamulaştırılmasıyla mümkündür. Ancak kamulaştırmanın sadece mülkiyetin devletin eline geçmesi olarak anlaşılmaması gerekir. İşçi sınıfı, bu süreçte en belirleyici aktör olmalı ve üretim araçları üzerinde işçi denetimi sağlanmalıdır.

Holdingler ve Büyük Sermaye: Sömürünün Kaynağı

Türkiye’deki büyük holdingler ve sermaye grupları, üretim süreçlerini yalnızca kâr amacı güderek yönetirler. Bu sermaye gruplarının çıkarları, işçilerin yaşam koşullarını daha da zorlaştırmak, emek gücünü daha fazla sömürmek üzerine kurulur. Holdinglerin kontrolünde olan büyük fabrikalar, yalnızca sermayenin çıkarlarına hizmet ederken, işçi sınıfının ise hiçbir hakkı bulunmaz. Yıllardır artan sömürü, düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, güvencesiz işçilik gibi sorunlar, bu büyük holdinglerin ve şirketlerin doğrudan sorumluluğudur.

Bununla birlikte, bu holdingler ve sermaye gruplarının varlığı, Türkiye’nin ekonomik yapısının temeline oturur. Ancak bu yapının tamamen kapitalist bir sistemle işlediği ve tüm üretim araçlarının az sayıda kişi tarafından kontrol edildiği gerçeği, sadece işçilerin değil, tüm halkın aleyhinedir. Kamulaştırma, sadece sermayenin elinden alınması değil, aynı zamanda bu büyük sermaye gruplarının devlet eliyle işçi sınıfının denetimine verilmesidir.

Sanayinin Kamulaştırılması: İşçi Denetiminin Zorunluluğu

Sanayi ve üretim araçlarının kamulaştırılması, işçi sınıfının yalnızca yaşam standartlarını yükseltmekle kalmaz, aynı zamanda üretimin toplumsal ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirilmesini sağlar. Kapitalizm, doğası gereği üretimin rantabl olmasına odaklanırken, işçi sınıfının çıkarları ve halkın ihtiyaçları hep ikinci planda kalır. İşçi denetimindeki bir sanayi sektörü, yalnızca üretim süreçlerinin adil ve eşit olmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda toplumun ihtiyaçlarına yönelik bir üretim süreci oluşturur.

İşçi denetiminde bir sanayi, işçilerin kendi iş yerlerinde söz sahibi olacağı, karar alma süreçlerine katılacağı, üretim araçlarının denetimini elinde tutacağı bir sistemdir. Burada amaç, üretimin doğrudan toplumun yararına, adil ve eşitlikçi bir biçimde yapılmasını sağlamaktır. İşçi sınıfının, fabrikalar üzerinde denetim kurarak, kendi yaşam koşullarını iyileştirmesi ve kapitalizme karşı verdikleri mücadelenin temellerini güçlendirmesi gerekmektedir.

İşçi Sınıfı Kendi Gücüne Güvenmeli

Kapitalist sömürüyü sona erdirmek ve toplumun tüm kesimlerine eşitlikçi bir yaşam sunmak için işçi sınıfının örgütlenmesi ve kendi gücüne güvenmesi şarttır. Kapitalizm yalnızca kapitalist sınıfın çıkarlarını savunur, bu yüzden işçi sınıfı kendi yaşamını ve geleceğini koruyabilmek için öz savunma komiteleri oluşturmalı, işçi milisleriyle bu mücadelenin kitlesel bir güçle verilmesini sağlamalıdır. Öz savunma, sadece fiziksel bir müdahale değil, aynı zamanda ekonomik ve politik denetim sağlamak anlamına gelir.

İşçi sınıfı, yalnızca çalışma koşullarında iyileştirme talep etmekle kalmamalı, aynı zamanda üretim araçları üzerinde tam bir kontrol sağlamak için devrimci bir perspektife sahip olmalıdır. Her iş yerinde, her fabrikada, her holdingde işçi denetimini savunmak, kapitalist sömürüyü ve baskıyı sona erdirebilmek için atılması gereken en önemli adımdır.

Devrimci Bir Perspektif: Kamulaştırma ve İşçi Denetimi

Kapitalizm, kendi varlığını sürdürebilmek için işsizlik, yoksulluk, sefalet, ekolojik yıkım ve savaş üretir. Bu yıkım sistemini durdurmak, işçi sınıfının elinde olan tek silah ise kamulaştırmadır. Ancak kamulaştırma sadece mülklerin devletin eline geçirilmesi değil, aynı zamanda bu mülklerin işçi sınıfı tarafından kontrol edilmesidir. İşçilerin denetimi altında olacak fabrikalar ve holdingler, yalnızca işçi sınıfının çıkarlarını koruyacak, halkın ihtiyaçlarını karşılayacaktır.

Burjuva devleti, kapitalist çıkarları korumak için varlığını sürdürüyor ve bu sistem içinde her türlü reform, kapitalizmin kendi krizini yönetme çabasıdır. Oysa işçi sınıfı ve ezilen halklar, kapitalizmi tamamen ortadan kaldıracak, üretim araçlarını kolektif mülkiyete dönüştürecek bir programla bu krizi dönüştürebilir.

İşçi denetimi ve kamulaştırma talebinin, sadece ekonomik bir değişim değil, toplumsal bir devrim olduğunu unutmamalıyız. İşçi sınıfının sınıf mücadelesi, sadece iş yerleriyle sınırlı kalmamalı, tüm toplumu kapsayan devrimci bir program etrafında birleşmelidir.

Sonuç olarak, işçi denetiminde kamulaştırma, kapitalizme karşı verilen mücadelenin temel taleplerindendir. Sermaye sınıfı, devleti ve tüm büyük holdingler işçi sınıfı tarafından denetim altına alınmalı, üretim araçları toplumsal yarar için kullanılmalıdır. Bunun için işçi sınıfının örgütlü gücü ve devrimci perspektifi, bu mücadelenin teminatıdır.

Gençliğin Dinamizmi ve İdeolojik Sığlığı

Gençlik, her devrimci yükselişte öncü bir güç olarak sahnede yerini almıştır. Enerjisiyle, cesaretiyle, korkusuzluğuyla hareketin en ateşli damarını temsil eder. Ancak günümüz gençliği, tarihsel bir dinamizm taşımasına rağmen, ağır bir ideolojik çoraklık ve örgütsüzlük içindedir. Bu çelişki, yani hareket etme isteği ile neyi neden savunduğuna dair derinlikli bir anlayıştan yoksunluk, gençliğin burjuva sistem tarafından ideolojik olarak kuşatılmış olmasından ve en önemlisi, devrimci alternatifin tarihsel görevlerinden kaçmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Türkiye sosyalist hareketi, Erdoğan diktatörlüğü kökleştikçe, kendi bağımsız ideolojik-politik çizgisinden saptı. Devrimci sorumluluğunu CHP’ye havale ederek, burjuva muhalefetin kuyruğuna takıldı. “Önce Erdoğan gitsin, gerisi kolay” çizgisi, bu çevreleri ideolojik bir intihara sürükledi. Sosyalist hareket, devrimci iddialarını unuttuğu ölçüde, Kemalist ideolojik kalıpları içselleştirdi, burjuvazinin anayasal düzenine sadakat göstermeye başladı. Bu da gençlik içinde devrimci bir hegemonyanın kurulmasını imkânsızlaştırdı.

Radikal düşüncelere her dönem açık olan üniversite gençliği, bu reformist teslimiyet ortamında ideolojik önderlikten yoksun kaldı. Boşluğu, sağ popülist, ırkçı, gerici ve neo-faşist akımlar doldurdu. Bugün kampüslerde açıkça neo-Nazi estetiğiyle hareket eden, kadın düşmanı, mülteci karşıtı grupların etkili olabilmesi, sadece devlet baskısının değil, devrimci önderlik boşluğunun da bir sonucudur.

Üniversite Gençliği İçinde Devrimci Hegemonya Kurmak İçin Bir Program Önerisi

Üniversite gençliği tarihsel olarak her dönem devrimci dalgaların önemli bir parçası olmuştur. Ancak bugün Türkiye’de üniversite gençliği politikleştiği ölçüde, sistem içi çözüm arayışlarının etkisine girmiş, devrimci mücadele zemininden kopmuştur. Bunun başlıca sorumlusu, sosyalist hareketin uzun yıllardır CHP’nin kuyruğuna takılması, “Erdoğan karşıtlığı” adına Kemalizmin ideolojik argümanlarını içselleştirmesi ve devrimci iddiasını tasfiye etmesidir.

Bu reformist eğilim, gençliğin içindeki radikal enerjiye sağ popülist ve faşizan akımların kanal bulmasına yol açmıştır. Bu nedenle üniversite gençliği içinde devrimci hegemonyayı kurmak, yüzeysel ajitasyonun değil, bütünlüklü bir sınıf hattının ürünü olabilir. Bu hattın inşası ise beş temel eksende yükselmelidir:

1. Sınıfsal ve Antikapitalist Zemin Kurmak

Kampüslerde devrimci hegemonya kurmanın temel kalkış noktası, öğrencilerin yaşadığı sorunların kapitalist sömürü düzeninden kaynaklandığını göstermek ve bu sorunları sınıf mücadelesiyle bağlamaktır. Akademik, barınma, ulaşım ya da kültürel haklar gibi talepler, kapitalist sistemin bütünsel saldırı politikalarıyla birleştiği oranda devrimci bir bilinç düzeyine sıçrayabilir.

2. Kampüs Faaliyetlerini Politik Hatta Çekmek

Üniversite içindeki mücadele yalnızca akademik özgürlük, rektör seçimleri ya da barınma hakkı gibi konularla sınırlı kalmamalıdır. Tüm bu talepler kapitalizme karşı bir mücadele hattına bağlanmalı, reformist sınırları aşacak ajitasyon ve örgütlenme araçları geliştirilmeli, gençliğin talepleri işçi sınıfının devrimci programıyla birleştirilmelidir.

3. Öğrenci-İşçi Birliği: Kampüsün Tüm Emekçileriyle Ortaklaşmak

Üniversite kampüsleri yalnızca öğrencilerin değil, aynı zamanda akademisyenlerin, idari personelin ve taşeron işçilerin de yaşam alanıdır. Kampüs içindeki işçilerle dayanışma, ortak eylemler, birlikte talepler geliştirme ve mücadele pratikleri oluşturmak, hem devrimci bir kültürün mayalanmasını sağlar hem de öğrenci hareketini sınıfsal bir bağlama çeker. “Öğrenciye iş, çalışana öğrenim hakkı!” ve “Paralı/Parasız Tüm Kapitalist Eğitime HAYIR!” sloganları bu bağlamda yalnızca şikâyet ifadeleri değil, birleşik sınıf mücadelesinin şiarları olarak yükseltilmelidir.
Paralı/Parasız Tüm Kapitalist Eğitime Hayır! Öğrenciye İş, Çalışana Öğrenim Hakkı: Taleplerin Devrimci Anlamı

Bugün eğitim sistemi, ister paralı ister “parasız” olsun, sermayenin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş bir piyasadır. Paralı üniversiteler, doğrudan eğitim hakkını paraya endekslerken; sözde parasız kamu üniversiteleri de KYK borçları, barınma krizleri, ulaşım ve beslenme gibi temel ihtiyaçların maliyetleriyle fiilen paralı hâle gelmiştir. Üstelik bu sistem, yalnızca eğitimin maliyetiyle değil, içeriğiyle de kapitalisttir: Eğitim, sermaye için kalifiye işgücü üretmeye, piyasaya uygun bilgi üretimine ve rekabete odaklıdır.

Bu yüzden “paralı/parasız tüm kapitalist eğitime hayır” şiarı, yalnızca ücretsiz eğitim talebinden ibaret değildir. Bu şiar:

Eğitimin sermaye tarafından belirlenmesine,

Piyasa odaklı müfredatlara,

Üniversitelerin şirketlere bilgi üreten ar-ge merkezlerine dönüşmesine,

Eğitimin toplum yerine patronlar için işgücü yetiştirme süreci olmasına karşı bir itirazdır.

Aynı şekilde “öğrenciye iş, çalışana öğrenim hakkı” talebi de yalnızca bir dayanışma çağrısı değil, sınıfsal bir barikattır. Bugün öğrenciler mezun olduklarında işsizlik, esnek ve güvencesiz çalışma, düşük ücretli yaşamla yüzleşmektedir. Diğer yandan, milyonlarca işçi genç yaşta eğitim dışına itilmiş, öğrenim hakkından mahrum bırakılmıştır. Bu talep:

Eğitimin yaşam boyu bir hak olarak yeniden tanımlanmasını,

Öğrencilerin güvenceli iş koşullarına kavuşmasını,

Çalışanların da öğrenim hakkına erişmesini,

Eğitim ile üretimin ayrılmasını değil, toplum yararına birliğini savunur.

Bu talepler, ancak antikapitalist bir mücadele hattı içinde devrimci bir anlam kazanabilir. Aksi takdirde, “parasız eğitim” gibi talepler, sistem içi sol partilerin ağzında içi boş bir reform vaadine dönüşmektedir.
4. Reformizme Karşı, Özgür Emekçiler Üniversitesi Programı

Bugün üniversite içi muhalefet hareketlerinin önemli bir kısmı, “özerk ve demokratik üniversite” sloganı etrafında şekilleniyor. Bu söylem, ilk bakışta haklı ve ilerici bir talep gibi görünse de, sınıfsal açıdan içi boşaltılmış bir reformist zemine oturur. Rektörlerin seçimle belirlenmesi ya da akademik özgürlüğün güvence altına alınması gibi öneriler, üniversitelerin hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiği sorusunu es geçer.

Oysa yaşadığımız deneyimler gösteriyor ki:

Seçimle gelen rektörler de sermaye ile işbirliği içinde hareket edebilir.

Akademik özgürlük, şirket sponsorluğundaki araştırmalarla ve proje destekleriyle kuşatılmıştır.

“Özerklik” çoğu zaman devlet bürokrasisine karşı değil, sermayeye karşı “bağımsızlığı” değil, tam tersine ona bağımlılığı pekiştirir.

Bu nedenle “özerk demokratik üniversite” söylemi, devrimci bir kopuşun değil, üniversitenin kapitalist sistem içerisindeki konumunun makyajlanması anlamına gelir. Reformizm, gençliğin radikal enerjisini sistemin sınırlarına hapsetmekte, gençliğin potansiyelini bir muhalefet vitrinine indirgemektedir.

Buna karşı bizim bayrağımıza yazacağımız şiar: Özgür Emekçiler Üniversitesi olmalıdır.

Bu şiar yalnızca bir talep değil, bir programdır. Üniversiteyi patronların ve devletin denetiminden çıkarıp emekçilerin, öğrencilerin, bilim insanlarının denetimine açmayı hedefler. Bu üniversite:

Tüm özel yükseköğretim kurumlarıyla birlikte kamulaştırılmalı,

İşçi sınıfının ve toplumun denetiminde, halkın ihtiyaçlarına göre yeniden örgütlenmelidir,

Bilim, araştırma ve eğitim sermayeden koparılmalı, toplumun özgürleşmesine hizmet edecek şekilde yeniden tanımlanmalıdır.

Aynı şekilde, “Paralı/Parasız Tüm Kapitalist Eğitime Hayır!” ve “Öğrenciye iş, çalışana öğrenim hakkı!” sloganları da yalnızca birer talepten ibaret değildir. Bunlar:

Eğitimin metalaşmasına,

Gençliğin işsizlikle ve geleceksizlikle terbiye edilmesine,

İşçilerin eğitim hakkından dışlanmasına karşı
birleşik sınıf mücadelesinin devrimci şiarlarıdır.

Eğitim hakkı, ancak üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırıldığında ve eğitim toplumun ortak çıkarları için örgütlendiğinde gerçek anlamını kazanabilir.

İşte bu nedenle, Özgür Emekçiler Üniversitesi perspektifi, ne reformizmin sol makyajlı vaatlerine, ne de faşist gericiliğin cehalet kutsamasına mahkûmuz diyenlerin haykırışıdır. Bu perspektif, üniversite gençliğinin işçi sınıfının safına geçmesi için stratejik bir geçiş programıdır.

5. Devrimci Gençlik Hareketi: İşçi Sınıfı Saflarında Örgütlemek

Üniversite gençliğinin enerjisi, entelektüel donanımı ve hareket kabiliyeti; tarih boyunca devrimci mücadelelerin öncü kollarından biri olmasını sağlamıştır. Ancak bu öncülük, kendiliğinden bir ayrıcalıktan değil, sınıf mücadelesine bilinçli bir bağlanmadan doğar. Gençlik, kendi başına bir sınıf değil, toplumsal konumuna göre yön alabilecek geçici bir kesimdir. Dolayısıyla devrimci gençlik hareketinin tarihsel görevi, kendini işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetine bağlamak, bu siyasetin taşıyıcısı ve yayılmacısı olmaktır.

Gençliğin Ayrı Örgütlenmesi Değil, Sınıfa Bağlanması Esastır

Reformist ve Stalinist gelenekler içinde gençlik, çoğu zaman “geleceğin kadrosu”, “ileride işçi sınıfının müttefiki olacak bir yedek kuvvet” gibi kavramlarla tanımlanmış, üniversite içinde “gençlik birliği” türü yapılarla sınıftan kopuk bir şekilde örgütlenmiştir. Bu anlayış gençliği pasifize etmiş, üniversite sınırlarına hapsederek sınıf mücadelesinin dışında bir aydın kuşağı yaratmıştır.

Devrimci Marksist geleneğe göre ise gençlik, geleceğin değil bugünün siyasal öznesidir. Dolayısıyla gençliğin örgütlenmesi, işçi sınıfının çıkarları temelinde ve onunla bütünleşmiş biçimde ele alınmalıdır. Ayrı gençlik hareketi değil, devrimci işçi hareketinin bir parçası olan gençlik örgütlenmesi gereklidir.

Sınıfla Temas Noktaları: Öğrenci-İşçi Birliği Sloganı Somutlaşmalı

Bu stratejik yaklaşım, yalnızca ideolojik düzeyde değil, pratik görevler açısından da belirleyicidir. Gençliğin sınıfa bağlanması, şu başlıklar altında somutlaştırılabilir:

Stajyer sömürüsüne karşı kampanyalar: Üniversite öğrencilerinin ücretsiz veya düşük ücretli staj adı altında sömürülmesine karşı işçilerle ortak mücadele zeminleri yaratmak.

Kampüs işçileriyle ortak eylemler: Yemekhane, temizlik, güvenlik gibi taşeron işçilerin hak mücadelelerine öğrenci desteği sağlamak, eylemleri birlikte örmek.

Meslek lisesi ve üniversite gençliğinin ortaklaşması: Özellikle sanayiye ucuz işgücü olarak sürülen meslek lisesi öğrencileriyle bağ kurmak, ortak etkinlik ve kampanyalar geliştirmek.

Genç işçi havzalarına yönelmek: Üniversite dışı genç işçilerin yoğunlaştığı organize sanayi bölgeleri, kuryelik, çağrı merkezi gibi sektörlere siyasi yönelim geliştirmek.
Bu başlıklar gençliğin sınıfa entegre edilmesinin yollarıdır. Sadece öğrenci haklarına değil, işçilerin devrimci çıkarlarına odaklanan bir gençlik hareketi yaratmak esastır.

İşçileşen Gençlik Gerçeği: Geleceksizliğe Karşı Devrim

Bugün üniversiteli gençliğin önemli bir bölümü aynı zamanda işçidir. Okurken çalışmak zorunda kalan, mezun olduğunda işsizlikle ya da güvencesiz işlerle karşılaşan gençler, doğrudan kapitalist sömürünün hedefindedir. Bu durum, gençliğin kendi kurtuluşunu yalnızca bireysel başarıda değil, kolektif devrimde aramasını olanaklı kılar.

Devrimci gençlik hareketi, “geleceksizliğe karşı gelecek biziz” şiarını, sadece moral veren bir slogan olarak değil, işçi sınıfının devrimci programıyla donanmış bir siyasal eylem çizgisi olarak ele almalıdır.

Gençliğin Devrimci Görevi: Parti ve Konseyler İçin Mücadele

Devrimci gençlik hareketinin görevi yalnızca protestocu bir muhalefet değil, devrimci iktidar perspektifiyle donanmış bir kuşak yaratmaktır. Bu, şu anlamlara gelir:

Gençliğin partiyle bütünleşmesi: Devrimci gençlik hareketi, işçi sınıfının devrimci partisini inşa sürecinde aktif rol almalı, parti çalışmalarının ayrılmaz parçası haline gelmelidir.

Konsey hareketlerinde öncülük: Mahalle meclisleri, işçi konseyleri gibi taban örgütlenmelerinde gençlik inisiyatif almalı, bu yapıları kuran ve savunan dinamik bir güç haline gelmelidir.

Enternasyonal devrimci bağların kurulması: Gençlik, uluslararası mücadele deneyimleriyle bağ kurmalı, farklı ülkelerdeki devrimci gençlik hareketleriyle ortak çalışmalar yapmalıdır. Devrimci gençliğin görevi, yalnızca üniversiteyi değil, tüm toplumu sarsacak bir devrimci enerji üretmek ve bu enerjiyi sınıfla birleştirmektir. Bu kuşak, yalnızca “okuyup kurtulmaya” değil, kurtuluş için örgütlenmeye çağrılmalıdır.

Geleceği Bugünden Kazanmak İçin Enternasyonal Komünist Saflara!

Bugün üniversitelerde kendine “siyaset” diyen her anlayış, devrim fikrinden kaçarken gençliği düzen partilerinin yedek gücüne dönüştürmeye çalışıyor. Oysa gençlik, bugünün sınıf mücadelesinde belirleyici bir dinamik; en radikal, en yaratıcı, en atılgan toplumsal kesimdir. Bu enerjinin reformizmin bataklığında çürütülmesine izin veremeyiz.

Üniversite gençliği ancak devrimci bir programla, sınıf mücadelesiyle birleşerek tarihsel rolünü oynayabilir. Ne Erdoğan’ın gerici düzeni ne de CHP’nin sermaye yanlısı “normalleşme” masalları gençliğe bir gelecek sunabilir. Biz geleceğimizi kampüs duvarlarının ardında değil, sokakta, grev alanlarında, barikatlarda ve enternasyonal bir devrimci gençlik hareketinin saflarında arıyoruz.

Devrimci gençlik hareketi için şimdi seferberlik zamanı! İşçi sınıfının iktidar mücadelesiyle birleşmiş, reformizmin zincirlerini kırmış, Enternasyonal Komünist bir gençlik için ileri!

Erdoğan’ın Kutsal Ailesi ve Kadın Özgürleşmesi

1. Kutsal Aile Söyleminin Sınıfsal ve Siyasal Arka Planı

2025 yılını “Aile Yılı” ilan eden Erdoğan, sermaye devletinin kadına ve aileye yönelik ataerkil kuşatmasını bir kez daha güncelledi. “En az üç çocuk”, “kutsal aile”, “manevi değerler” söylemi yalnızca muhafazakâr bir ideolojik formasyon değil, aynı zamanda kapitalizmin çoklu krizine karşı bir tür toplumsal tahkimattır. Burjuva sınıfı için aile, hem ekonomik hem ideolojik hem de siyasal bir yeniden üretim aracıdır. Emek gücünün yeniden üretimi, kadın emeğinin görünmeyen ve karşılıksız sömürüsü, çocukların birer milli-yerli yurttaşa dönüştürülmesi ve burjuva ahlakının sürekliliği, bu “kutsal aile” zırvasının taşıdığı tarihsel işlevlerdir.

Türkiye’de kapitalist kriz derinleştikçe, devlet aygıtı daha da otoriterleşmekte; kadın düşmanlığı, LGBTİQ+ karşıtlığı, aile kutsaması ve milliyetçi-mukaddesatçı ideolojik tahkimat güçlenmektedir. AKP iktidarı, bu ideolojik aparatları sadece toplumu denetlemek için değil, aynı zamanda kitleleri rıza temelinde bu çürüyen rejimin payandalarına dönüştürmek için de kullanmaktadır.

2. Kapitalizm ve Patriyarka: Erkek Egemen Düzenin İkiz Kardeşliği

Kapitalizm ile patriyarka arasında rastlantısal değil, tarihsel ve yapısal bir bağ vardır. Kapitalizm, en demokratik biçimiyle dahi erkektir. Sömürü ilişkileri sadece sınıfsal değil, aynı zamanda cinsiyetli ilişkilerle iç içedir. Kadın emeği, ev içinde ücretsiz; işyerlerinde ise güvencesiz, esnek ve düşük ücretli biçimlerde sömürülür. Kadınlar bir yandan üretim araçlarından uzak tutulurken, öte yandan ataerkil ideolojiyle sürekli denetim altında tutulur. Bu sistemin temel direklerinden biri olan erkek egemenliği, sadece kültürel değil, aynı zamanda ekonomik bir şiddet biçimidir.

“Kadının yeri evidir” diyenler, onu işsizliğe, bağımlılığa ve yoksunluğa mahkûm etmektedir. Burjuvazi, patriyarkayı yalnızca muhafazakâr duygularla değil, üretim ilişkileriyle iç içe sürdürülebilir kılmaktadır. Erkek egemenliğinin yıkılması, yalnızca kültürel değişimle değil; üretim araçlarının kamulaştırılması, tüm emek sürecinin toplumsallaştırılması ve ev içi emeğin kolektifleşmesiyle mümkündür.

Patriyarka, kapitalizmin ikiz kardeşidir. Birini yıkmadan diğeri de yıkılamaz!

3. Faşist Odakların Kadın ve LGBTİQ+ Düşmanlığı: Kriz Karşısında Burjuvazinin Yedek Gücü

Kapitalizmin çoklu kriz dönemlerinde ırkçılık, cinsiyetçilik, dinci fanatizm ve göçmen düşmanlığı gibi tüm gerici ideolojiler toplumsal alanda kabarıyor. Türkiye’de bu süreç, özellikle 19 Mart 2024’ten itibaren alanlara çıkan kadın ve LGBTİQ+ hareketine yönelik faşist karşı saldırıyla görünür hale geldi. Zafer Partisi ve etrafındaki neo-Nazi gruplar, AKP karşıtı bir muhalefetmiş gibi sunulmakta; oysa onların asıl derdi kadın özgürleşmesini ezmek, LGBTİQ+’ları hedefe koymak ve emekçilerin birliğini bozmaktır.

Kadın düşmanlığı, tüm faşist hareketlerin asli mayasıdır. Çünkü faşizm, kapitalist sistemin kriz dönemlerinde burjuvazinin kitleleri hizaya sokmak için başvurduğu zorba yönetim biçimidir. Ve bu yönetimin ilk hedefi, özgürlük isteyen kadınlar ve toplumsal cinsiyet normlarına uymayan LGBTİQ+ bireylerdir. Bu nedenle kadın özgürlük mücadelesi, faşizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.

Neo-faşist çeteler, sokağı teslim almak, devrimci enerjiyi boğmak ve toplumsal muhalefeti yozlaştırmak istiyor. Onlara karşı devrimci, militan ve birleşik bir mücadele hattı örmek zorundayız.

4. Kadın Özgürleşmesi İçin Devrimci Bir Program

Kadınların özgürleşmesi, sadece erkeklerle eşit bireyler olmakla sınırlı değildir. Kadınlar bu düzenin tüm yapısal eşitsizliklerine karşı savaşmadan özgürleşemez. Eşit işe eşit ücret, ücretsiz ve erişilebilir kreşler, güvenli kürtaj hakkı, kadına yönelik şiddete karşı etkin korunma, cinsiyetçi müfredata ve medya diline karşı mücadele… Bunların hepsi birer acil taleptir.

Ancak bu taleplerin hiçbiri, kapitalist sömürü düzeni yıkılmadan kalıcılaşamaz. Kadınların özgürlüğü için kadın emeğinin sömürüsüne son vermek, patriyarkal aile yapısını dağıtmak, kadınları üretim ve toplumsal yaşamın her alanında örgütlemek gerekir.

Devrimci bir program şunu haykırır:

Ev içi emek kolektifleştirilsin!

Tüm sağlık, eğitim, bakım hizmetleri kamulaştırılsın!

Kadınlara yönelik şiddetle mücadele, devrimci özsavunma komiteleriyle örgütlensin!

Kadın ve LGBTİQ+ emekçiler öncü örgütlenmelerde yerini alsın!

Aile kurumuna karşı, özgür birliktelikleri savunan toplumsal yaşam örgütlensin!

5. Kadınlar, LGBTİQ+’lar, İşçiler: Gericiliğe, Erdoğan Diktatörlüğüne, Faşizme Karşı Enternasyonal Komünist Saflara!

Bugün bir tercih değil, bir zorunlulukla karşı karşıyayız. Ya kapitalist barbarlıkla birlikte uçuruma yuvarlanacağız ya da enternasyonal komünist bir devrimle özgürleşeceğiz. Erdoğan diktatörlüğü, kutsal aile yalanı, faşist çeteler, sermaye devleti, polis copu, grev yasakları, linç kültürü, cemaat tarikat ağı… Bunların hepsi tek bir gerçeğin parçasıdır: çürüyen kapitalist düzenin iktidarını koruma savaşımı!

Kadınlar bu düzende ya öldürülüyor, ya itaat ettiriliyor. LGBTİQ+’lar ya yok sayılıyor, ya düşman ilan ediliyor. Gençlik geleceksizleştiriliyor. İşçiler açlığa, sefalete, güvencesizliğe mahkûm ediliyor. Göçmenler günah keçisi ilan ediliyor. Kürt halkı her gün bombalanıyor, her gün inkar ediliyor.

Bize “milli birlik”, “aile”, “ahlak”, “makul vatandaşlık” yalanlarıyla diz çöktürmeye çalışıyorlar. Oysa biz bu düzenin tüm maskelerini gördük. Bu yalanlara karnımız tok! Devrimci yol, bu düzenin her biçimine karşı militan bir kopuş ve örgütlü bir karşı saldırıdır.

Bugün, bu kopuşun adı enternasyonal komünist mücadeledir. Erkek egemen kapitalist düzeni alt etmek için kadınların ve LGBTİQ+’ların özgürlük mücadelesini sınıf mücadelesiyle birleştirmek, işçi sınıfının devrimci partisini kurmak, mahallelerden kampüslere, fabrikalardan meydanlara yeni bir mücadele dalgası örgütlemek zorundayız.

Sömürüye, gericiliğe, yoksulluğa, savaşa, erkek egemenliğine karşı tek çözüm:
Enternasyonal Komünist Devrim!

Kadınlar, LGBTİQ+’lar, gençler, işçiler! Safları sıklaştıralım. Fabrikada, sokakta, üniversitede, mahallede birleşelim. Erdoğan diktatörlüğüne, gericiliğe ve faşizme karşı ayağa kalkalım. Devrimin sancağını birlikte yükseltelim!

Gelecek değil, bugünün özneleri olarak: Enternasyonal Komünist Saflara!

Savaşa Karşı Sınıf Savaşı: Erdoğan’ın Savaş Politikalarına ve Militarizme Karşı Mücadele

Erdoğan’ın savaş politikaları, sadece Türkiye’nin içini değil, Ortadoğu’yu da kanlı bir bataklığa sürüklüyor. Bu savaşlar, halkların birbirine düşman edilmesinin yanı sıra, işçi sınıfının ve emekçilerin üzerindeki baskıyı artırmak için bir araç olarak kullanılıyor. Ancak, devrimci bir bakış açısıyla savaşın karşısında durarak, kapitalizme, faşizme ve militarizme karşı durmak gereklidir. İşçi sınıfı, halkların özgürlüğünü savunarak, bu savaşlara karşı mücadele etmeli ve enternasyonal bir dayanışma göstermelidir.

1. Halkların Savaşına Sınıfların Barışına Hayır!

Erdoğan’ın yürüttüğü savaş, yalnızca Suriye, Kürtler ve Ortadoğu’nun ezilen halklarını hedef almakla kalmaz; aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçilerin de haklarını çalmaya yönelik bir harekettir. “Halkların savaşına sınıfların barışına hayır!” şiarı, işçi sınıfının kendi mücadelesinin öncelikli olduğunu vurgular. Kapitalizm ve militarizm halkları birbirine düşman ederken, işçi sınıfının birliği tehlikeye atılmaktadır. Halklar arasındaki düşmanlık, emperyalist güçlerin çıkarlarını koruma arzusundan başka bir şey değildir. Bu nedenle, işçi sınıfının savaşa karşı durması ve kendi çıkarlarını savunması gerekmektedir.

2. Savaşın Bedelini İşçiler ve Emekçiler Ödüyor!

Kapitalizm, savaşları halkları birbirine düşürmek, emekçilerin direncini kırmak ve kaynakları kendi çıkarları için kullanmak için sürdürür. Erdoğan’ın savaş politikaları da bunu pekiştiren bir araçtır. Savaşın bedelini işçiler ve emekçiler öderken, savaş sanayisinin sahipleri kârlarına kâr katmaktadır. İktidar, halkların yaşadığı sefaletin ve yoksulluğun üstünü örtmek için savaş alanında masum halkları hedef alır. Bu savaşların ekonomik ve toplumsal bedelini işçi sınıfı ödemektedir. Savaşın öncesinde ve sonrasında yapılan kesintiler, işçi sınıfının yaşamını daha da zorlaştırır. Kapitalizmin savaş politikalarına karşı çıkmak, işçi sınıfının bu bedeli ödemek zorunda kalmaması için gereklidir.

3. Ulusalcıların Savaşına Karşı Devrimci Direniş!

Erdoğan’ın savaş politikaları, sadece emperyalist müdahalelerle sınırlı değildir. Aynı zamanda ulusalcı ideolojiler ve milliyetçi politikalarla pekiştirilir. Bu politikalar, halkları birbirine düşman eder ve devletin baskı aygıtını güçlendirir. Ulusalcılar, savaşın etkilerini halklar arasında bölüştürürken, bu savaşları halkın çıkarlarına hizmet eden bir mücadeleymiş gibi sunar. Ancak, “başkasını ezen ulusun işçisi özgür değildir” şiarı, ulusalcıların savaşına karşı devrimci bir duruşu ifade eder. Ulusalcıların savaşına karşı durarak, halkların gerçek birliğini savunmalı, yalnızca milliyetçi bir söylemin değil, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin peşinden gitmeliyiz.

4. Kürtlerin Özgürlük Mücadelesi ve Kendi Kaderini Tayininin Savunulması

Erdoğan’ın savaş politikaları, özellikle Kürt halkını hedef almakta ve bu halkı özgürlük taleplerinden alıkoymaktadır. Kürt halkının özgürlüğü, aynı zamanda işçi sınıfının özgürlüğüdür. Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı, halkların özgürlüğü için verilen mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Erdoğan’ın Suriye’deki müdahalesi, Kürtlerin özgürlüğüne ve bağımsızlık taleplerine karşı yapılan bir soykırım girişimidir. “Kürtlerin özgürlüğü, bizim özgürlüğümüzdür” şiarı, tüm devrimci hareketlerin temeline oturmalıdır. Kürtlerin özgürlük mücadelesi, sadece Kürt halkını değil, tüm işçi sınıfını, tüm ezilen halkları özgürleştirme mücadelesidir.

5. Savaşın Gerici Hedeflerine Karşı Militan Mücadele!

Savaşın arkasındaki gerçek hedefler, kapitalizmin ve emperyalizmin çıkarlarını korumak, halkların birleşmesini engellemektir. Erdoğan’ın savaş politikaları ve militarizmi, sınıf mücadelesini geriye çekmek için kullanılan gerici bir araçtır. Savaş ve militarizm karşısında militan bir mücadele, halkların ve işçi sınıfının birleşmesini engelleyen bu gerici güçlere karşı koymak için gereklidir. Emperyalist savaşa karşı durmak, işçi sınıfının kendi özgürlüğü için verdiği mücadelenin bir parçasıdır. Faşizmin ve otoriterliğin, halkları bölme ve birbirlerine düşman etme stratejilerine karşı net bir tavır almak, devrimci bir perspektifin gereğidir.
Kahrolsun Burjuva Otoriter Erdoğan Rejimi ve Onun Koltuk Değneği CHP! Yaşasın İşçi Emekçi Hükümeti!

Erdoğan’ın diktatörlüğü, sadece bir hükümetin kontrolü altında olmanın ötesine geçmiştir. Bu, işçi sınıfının ve ezilenlerin özgürlüklerini, haklarını, hayatlarını tehdit eden bir yapıdır. Kapitalizmin çürümüşlüğü ve her geçen gün derinleşen krizi, Erdoğan’ın diktatörlük rejimi ile taçlanmıştır. Bir kez daha hatırlatmak gerekirse: Erdoğan’ın diktatörlüğü, emekçilerin, ezilenlerin ve halkların yeminli düşmanıdır! O, yalnızca bir hükümetin başı değil; onun her kararında, işçilerin, kadınların, LGBTİQ+ bireylerin, Kürtlerin ve tüm ezilenlerin geleceği kararmaktadır.

Bu diktatörlük, devrimci mücadeleleri yok etmek, toplumsal muhalefeti tasfiye etmek ve halkın iradesini tamamen yok saymak amacıyla varlığını sürdürmektedir. Erdoğan’ın iktidarının ne kadar güçlü olduğundan bahsetmek, bu gücün nereden ve kimden geldiğini unutmamak demektir: Bu güç, sermayenin ve burjuvazinin çıkarlarından, işçi sınıfının kanı ve gözyaşından beslenmektedir!

Erdoğan, kapitalizmi ve onun ikiz kardeşi patriyarkayı savunuyor. Kadınları, işçileri, gençleri ve tüm ezilenleri, onlara ait her türlü hakları ve özgürlükleri yok etmek, geriye götürmek istiyor. Bu rejim, sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da bir emperyalist kuklası gibi hareket etmekte, halkların ve işçilerin mücadelelerini ezmektedir. Bu nedenle, Erdoğan’ın diktatörlüğünün yok edilmesi, işçi sınıfının en büyük görevidir.

Ve unutmayalım ki bu karanlık rejimin en büyük destekçisi, en büyük yardımcı gücü CHP’dir.

CHP’nin Koltuk Değneği İşlevi

Her dönemde Erdoğan’ın diktatörlük yolundaki hamlelerine karşı “muhalefet” gibi görünen CHP, aslında her adımda bu rejime alan açtı. CHP, Erdoğan’la çatışmak yerine, ona dolaylı yollardan yardım etti, işçi sınıfının mücadelesinin önünü tıkadı ve ondan bağımsız bir hareketin yükselmesini engelledi.

2015 yılında Erdoğan tek başına iktidar olamadığında ve hükümeti kurma görevini yerine getiremediğinde, CHP, Erdoğan’a yardımcı oldu ve 1 Kasım seçimlerinin takvimini onayladı. Bu, sadece bir seçim takvimi onayı değildi; bu, Erdoğan’ın iktidarını pekiştiren, Kürt halkına yönelik imha savaşının ve sömürgeci saldırıların zeminini hazırlayan bir adımdı. 2016’da Kılıçdaroğlu’nun “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğim” açıklaması, Erdoğan’ın ve AKP’nin faşizan adımlarının önünü açtı, HDP’li vekillerin vekilliklerinin düşürülmesini ve cezaevlerine atılmalarını hızlandırdı.

CHP’nin tutumu, sadece burjuvazinin çıkarlarını savunmakla kalmadı, aynı zamanda Erdoğan’ın otoriterleşmesini kolaylaştırdı. 2017 başkanlık referandumu gibi hileli bir süreçte, CHP sadece “hayır” demekle kalmayıp, her fırsatta toplumsal muhalefeti kriminalize etmeyi tercih etti. Erdoğan’ın faşizmi karşısında gerçek bir toplumsal muhalefet hattı kurmak yerine, sistemin diyalektik bir parçası oldular.

CHP, Erdoğan’ın diktatörlük sürecinde rakip değil, tam anlamıyla bir yardımcıydı. Hem Erdoğan’a karşı bir alternatif sunmuyorlar, hem de işçi sınıfının mücadelesini yükseltmeye yönelik hiçbir adım atmıyorlar. Gerçek bir devrimci çözüm bu burjuva partilerinin kuyruğunda değil, işçi sınıfının mücadelesinde bulunur.

Yaşasın İşçi Emekçi Hükümeti!

Artık net bir şekilde görülüyor: Erdoğan’ın diktatörlüğü, burjuvazinin ve onun koltuk değneği CHP’nin işbirliğiyle güçlenmektedir. Ama bu mücadelede asıl güç, işçi sınıfındadır! Yegâne alternatif, işçi sınıfının öncülüğünde kurulan bir işçi emekçi hükümetidir. Bu hükümet, kapitalizmin ve patriyarkanın tüm kölelik sistemini yıkacak, işçilerin, emekçilerin, kadınların ve ezilen halkların özgürlüğünü sağlayacak olan bir hükümettir!

Bizim mücadelemiz sadece Erdoğan’ı devirmekle bitmez. Bu sadece bir başlangıçtır. Asıl hedef, sermaye düzenini, burjuvazinin iktidarını ve patriyarkanın köleliğini yerle bir etmektir. Bu devrimci mücadelenin başını çekecek olan ise işçi sınıfıdır!

Erdoğan’a karşı gerçek bir alternatif yaratmanın yolu, burjuvazinin tüm temsilcilerini, koltuk değneği olan CHP’yi de içerecek şekilde, etkisiz hale getirmekten geçiyor. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi, ancak bir işçi hükümeti ile zafer kazanabilir. Sınıf mücadelesinin öncü gücü olarak bizler, sadece bu topraklarda değil, tüm dünyada ezilenlerin zaferi için mücadele edeceğiz!
Yaşasın İşçi Emekçi Hükümeti!

Kahrolsun Burjuva Otoriter Erdoğan Rejimi!

Proleter Devrimci Önderliğin İnşası İçin İleri

1. Devrimci Önderlik, Sınıfın Kurtuluşunun Anahtarıdır:

İşçi sınıfı, sadece kapitalizmin bir kölesi değildir, aynı zamanda toplumsal devrimin ve özgürlüğün öncüsüdür! İşçi sınıfı devrimci önderliğini bulduğu andan itibaren, sadece kendi geleceğini değil, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin geleceğini şekillendirecektir. Kapitalist sistemin her geçen gün daha fazla halkı açlığa, yoksulluğa ve savaşa sürüklemesi, işçi sınıfının devrimci önderliğini yaratma zorunluluğunu her an daha acil hale getiriyor.

Unutmayalım ki devrimci bir önderlik sadece sokaklarda “slogan atmakla” değil, kapitalizme karşı sınıf mücadelesini en ileri noktaya taşıyacak bir bilinç, bir örgütlenme ve bir kararlılıkla mümkündür. Bugün, işçi sınıfının kurtuluşu, ancak devrimci bir partinin, devrimci bir önderliğin ve halkın mücadelesinin bir arada örülmesiyle gerçekleşebilir!

2. İşçi Sınıfı Partisi: Halkın Devrimci Gücü, Emperyalizme Karşı Öncü:

Devrimci önderlik, ancak işçi sınıfının devrimci partisinin inşası ile mümkün olur! Bir işçi partisinin olmadığı bir dünyada, halkın mücadelesi sadece parça parça kalır, bölünür ve kolayca yok edilir. İşçi sınıfının devrimci partisinin varlığı, onun sınıfsal bilincinin, örgütlenmesinin ve gücünün bir ifadesidir. Bugün devrimci bir parti inşa etmek, sadece kapitalizmin bugünkü çürümüş yapısına karşı değil, aynı zamanda o yapıyı yıkacak halk önderliğine de ihtiyaç olduğunun bir göstergesidir.

Kapitalizm, sadece sınıf mücadelesi üzerinden değil, halkın her türlü talebini boğacak şekilde varlık gösterir. Bütün dünyada işçi sınıfı, emperyalizme, feodalizme ve her türlü gericiliğe karşı birleşmelidir. Bu birleştirici güç, sadece proletaryanın politik gücüyle mümkün olacaktır. Bu parti, halkın bilinçli bir şekilde kendi kaderini tayin etmesi için, tüm toplumun devrimci mücadelesini örgütlemeli ve onun önünü açmalıdır.

3. Sürekli Devrim: Toplumu Temelden Dönüştürmek ve Kapitalizmi Yıkmak İçin Mücadele!

Kapitalizm, her geçen gün daha fazla yok edici güçler yaratıyor. Herkesin bildiği gibi, kapitalizm tek bir devrimle yıkılmaz! Kapitalizmi yıkacak bir devrim, sadece tek bir sınıfın değil, bütün halkların sürekli bir devrim mücadelesi vermesini gerektirir. Bugün bu mücadeleye katılmayan her ses, kapitalizmin sistematik işleyişine dolaylı bir destek sunmaktadır.

Bu nedenle, devrimci hareketin “sürekli devrim” perspektifini benimsemesi zorunludur. Her aşamada işçi sınıfının denetiminde, halkın doğrudan katılımıyla toplumun her alanı dönüştürülmelidir. Kapitalizmin en büyük savunma kalesi olan devlet yapıları, bürokrasi, ordu ve güvenlik sistemleri işçi sınıfının denetimine alınarak her türlü sömürü ortadan kaldırılmalıdır. Bu sadece işçi sınıfının zaferi değil, aynı zamanda tüm halkların zaferi olacaktır.

4. Sınıf Bilinci: İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin İleriye Doğru!

İşçi sınıfı ne kadar bilinçli olursa, o kadar güçlü olur! Ancak bu bilinç, sadece ekonomik taleplerle sınırlı kalmamalıdır. Devrimci bir işçi partisinin görevi, sınıf mücadelesinin ötesinde, işçi sınıfının tüm toplumsal dönüşüm süreçlerini anlamasını sağlamak olmalıdır. Bu bilinç, işçi sınıfını yalnızca kapitalist sömürüye karşı değil, aynı zamanda patriyarka, ırkçılık ve tüm gerici ideolojilere karşı da savaşa sokmalıdır!

Bugün sınıf bilinci eksik olan bir işçi sınıfı, sadece sömürüye karşı değil, aynı zamanda faşizme, diktatörlüğe ve otoriterliğe karşı da zaaf gösterir. Sınıf bilinci, devrimci bir önderliğin inşası için zorunludur! İşçi sınıfı, kendisini ezilenlerin kurtuluşu için tek gerçek önder olarak görmeli ve bu bilinci her yerde, her an, her mücadelede somutlaştırmalıdır.

5. Enternasyonal İşçi Hareketi: Sınıfın Uluslararası Mücadelesi!

Dünya üzerinde her geçen gün işçi sınıfı daha fazla mücadele ediyor, daha fazla isyan ediyor. Ancak bu mücadelenin birleşmesi gerekir! Bizim mücadelemiz sadece Türkiye’yle sınırlı değil; bütün dünyanın işçileri, emperyalizme karşı, kapitalizme karşı birleşmek zorundadır. Türkiye işçi sınıfı, sadece yerel değil, global devrimci mücadeleye de katılmalıdır!

İşçi sınıfının en güçlü devrimci gücü, enternasyonal birliği inşa etmekle sağlanır. Bugün bu birliği kurmayan bir işçi hareketi, sadece zayıflar ve bölünür. Enternasyonal işçi hareketi, kapitalizme, emperyalizme ve her türlü burjuva egemenliğine karşı mücadelede işçi sınıfının en güçlü silahıdır. Bu birlik, sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın kurtuluşunun temelidir!

Sonuç:

Proleter devrimci önderlik, ezilenlerin ve işçi sınıfının kurtuluşu için tek gerçek yol haritasıdır! Bugün devrimci bir parti ve önderlik, işçi sınıfını ve ezilen halkları sadece kapitalizme karşı değil, tüm gerici ve otoriter sistemlere karşı örgütlemek zorundadır. Bu önderlik, halkın devrimci mücadelesini yönlendirecek ve tüm toplumu temelden dönüştürecek güce sahip olmalıdır. İşçi sınıfı, sadece kendi işini değil, bütün insanlığın kurtuluşunu sağlamalıdır!

Bütün bu perspektifleri somutlaştıracak olan şey, İşçi sınıfının devrimci partisidir. Devrimci partinin inşası, tüm halkların kurtuluşunun anahtarıdır! Bu parti, işçi sınıfının öncüsü olmalı, halkların özgürlüğünü kazanmalarını sağlamak için mücadele etmelidir. Devrimci parti, proletaryanın kurtuluşu için her türlü mücadelenin, her türlü fedakarlığın teminatıdır.

İleri!