Kadın cinayetleri, şiddet, tecavüz, cinsel istismar, LGBTİ cinayetleri, nefret suçları, çoçuk istismarı gibi suçlar her geçen gün çığ gibi büyümektedir. Gün geçmiyor ki toplumda infial uyandıran kadın cinayetleri ve tecavüz gerçekleşmesin.

Gün geçmiyor ki hükümet kadın haklarına karşı yeni bir saldırı içeridinde bulunmasın.

Ataerkil, eril devlet yapısı her geçen gün dahada sertleşerek gündelik hayatın olağan durumuna dönüşmeye başlamıştır. Bu çalışmamızda son günlerde toplumda infial uyandıran Duygu Delen ve İpek Er cinayetlerini, bunların sosyolojik, politik boyutlarını ele alacağız.

Kadın cinayetlerinin neden politik ve sınıfsal olduğunu, kollektif bir erkek alt kültürü olan tecavüzün sosyolojik boyutunu inceleyerek, kadına karşı işlenen suçların temelinde ne yatar sorusuna yanıt arıyacağız. Kadın cinayetleri, çoçuk istismarına karşı ciddi bir tepki varken, bu tepki üzerinden konsolide olan kitlesel dinamik bir kadın hareketi varken neden somut kazanımlar elde edilemiyor?

Kadın cinayetlerine karşı yürütülen mücadelede somut kazanımlar için nasıl bir perspektif ve somut talepler öne sürülmeli?

Patriyarkayı nasıl tanımlamalıyız?

Kadınları görece koruyan yaşam hakkı için kazanım olan, ancak daha çok kağıt üzerinde kalan, kadınların mücadelesiyle zaman zaman uygulanan İstanbul sözleşmesi Erdoğan rejiminin hedefi konumunda. İstanbul Sözleşmesini savunacağız; fakat bununla yetinecek miyiz?

İstanbul Sözleşmesi ve feminist argümanların düzen güçleri tarafından aileyi yıktığı iddia edilmekte. Düzen güçlerinin can siperhane korumaya çalıştığı kutsal aile tam olarak nedir? Bu kutsal aileye karşı nasıl mücadele yürütmeliyiz Yerine nasıl bir alternatif sunmalıyız?

Tüm bu sorulara devrimci marksist yanıtlar verip, somut devrimci görevler çıkarmaya çalışacağız.

Duygu Delen Cinayeti ve Düşündürdükleri

Gaziantep’te 17 yaşındaki Duygu Delen, Mehmet Kaplan isimli katil tarafından öldürülerek 4. kattan aşağı atılarak intihar süsü verilmeye çalışılmıştır. Mehmet Kaplan ifadesinde, “Tartıştık, birkaç kere vurdum, elimi yıkamaya gittim, geldiğimde olay gerçekleşmişti. Olay anını görmedim” diye ifade verdi. Duygu Delen’in ön otopsi raporunda; Delen’de düşmeye bağlı olmayan darp izleri görüldüğü söylendi. Duygu’nun yakın arkadaşlarının ifadesi ise şu şekildeydi:

“Duygu ayrılmak istedi, Mehmet Kaplan ayrılığı kabul etmedi. Ayrılık sürecinde defalarca tacize uğradı, şiddete uğradı.”

Duygu’nun arkadaşları sosyal medyada #Duyguiçinadalet kampanyası başlatınca dosyaya jet hızıyla gizlilik kararı geldi. Hemen akabinde sosyal medyada adalet arayan arkadaşlarına ölüm tehtidi mesajları geldi. Katilin ilk cinayeti değildi bu. 16 Ocak 2019 tarihinde ehliyetsiz ve alkollüyken aşırı hız nedeniyle Berna Zeynep Atay’ın ölümüne sebep olduğu ortaya çıktı. Dava süresi boyunca tutuksuz yargılanan katilin adli kontrol ve ev hapsi tedbirlerine dahi tam uymadığı ortaya çıktı. Tutuksuz yargılandığı davada 2 yıl 20 gün hapis cezası aldı. Dosya istinaf mahkemesine gönderildiği için kesin bir hüküm henüz verilmemiştir. İstinaf mahkemeleri gelen cezaları bozabilme yetkisine sahip fakat artırma yetkisine sahip değildir. Eğer katilin cezası onansaydı dahi o denetimli serbestlik ile infazını tamamlayacaktı. Normal şartlarda bu tarz cezalara (8-10) yıl arası hüküm verilirken nasıl oluyor da bir kişinin ölümüne yol açan bir şahıs hiç hapse girmeden elini kolunu sallaya sallaya özgürce gezebiliyor ve 1 yıl gibi kısa bir süre sonra yeni bir cinayet işleyebiliyor? Bu soruların cevabı katilin ailesinin sınıfsal konumunda saklıdır.

Katil yaşadığı şehrin en zenginlerinden ve Türkiye’nin halı tekellerinden Atlantik Halı’nın sahibi Bileç Kaplan’ın oğludur. Bugüne dek istediği her şeye hiç zorlanmadan ulaşan, sahip olduğu mülkiyetin verdiği güvenle her şeyi yapabilen, cinayet işlediğinde dahi elini kolunu sallayarak büyük burjuva Mehmet Kaplan belki de hayatta ilk kez istediği bir şeyi elde edemedi. Elindeki büyük mülkiyete güvenerek her şeyi yapabileceğini zanneden Mehmet Kaplan bir kadın tarafından rededilmişti. Bunu kabul edemezdi, o yüzden şiddet, taciz, kaçırma ve akla gelecek her türlü zorbalığı yapmak onun hakkıydı. Ne de olsa kendisi Türkiye’nin en zengin ailelerindendi ve asla ondan kimse hesap soramazdı! Ona göre tüm insanlık onun parası ve gücü karşısında hazır kıta dikilmeliydi.

Anlatılan kriminal bir vaka değildi, anlatılan politik ve sınıfsal bir cinayetin öyküsüydü.

İpek Er Cinayeti ve Düşündürdükleri

Batman’ın Beşiri ilçesinde 16 Temmuz’da intihar girişiminde bulunan, sonrasında da bıraktığı mektupta TSK mensubu uzman çavuş Musa Orhan tarafından tecavüze uğradığı ortaya çıkan İpek Er yaşamını yitirdi. Tecavüz haberinin medyaya yayılmasını sağlayan gazeteci tecavüzcüden çok daha önce tutuklandı! İpek Er’i günlerce alıkoyan, tecavüz eden, iç organlarını parçalanmasına sebep olan Musa Orhan tüm tecavüzü kanıtlayan adli tıp raporlarına rağmen, savunmasında alkolüydüm hatırlamıyorum dediği için serbest bırakıldı.

İpek Er’in bıraktığı mektupta katilin “Bana bir şey olmaz, defalarca yaptım, sana kimse inanmaz” dediği ortaya çıktı. Sosyal medyada günlerce #MusaOrhanTutuklansın kampanyası yapıldı ve bu kampanya milyonlarca katılımcıya ulaştı. Bunun sonucunda Musa Orhan’ın önce TSK’daki görevinden açığa alındığı, daha sonra da tutuklandığı bilgisi geldi. Tecavüz açık bir şekilde somut delilerle kanıtlanmasına rağmen üstü örtülmeye ve aklanmaya çalışıldı. Sosyal medyada kampanya kitlesel bir boyuta ulaşmasa, tecavüzcü katil şuan elini kolunu sallayarak özgürce dolaşmaya devam ediyordu!

Bu olay salt bir sapkınlıkla veya erillikle açıklanamaz! Bunun yapılması olsa olsa olayın altında yatan politik ve sosyolojik nedenlerinin üstünü örtme görevi görecektir. Son zamanlarda Kürdistan’da sömürgeci savaş yürüten TC’nin kolluk kuvvetlerinin gerçekleştirdiği taciz, tecavüz, çocuk istismarı suçları hızla artmaktadır çünkü devlet kendi kolluk güçlerini korumakta, onlara sahip çıkmaktadır. Musa Orhan’ın “Bana bir şey olmaz, daha önce çok yaptım, sana kimse inanmaz” ifadesi bu özgüvenin bir göstergesidir.

Evrensel gerçek şudur: İşgal edilen bölgelerde taciz, tecavüz işgalci güçlerin politik bir eylemidir.

Tecavüz Kollektif Erkek Altkültürüdür

Hiçbir suç yalnızca kriminal bir vakadan ibaret değildir. Tüm suçlar toplumsaldır ve suçu yaratan, süreklilik hâline sokan düzenin kendisidir. Aynı şekilde kadına karşı işlenen tüm suçlar da asla kriminal vakalardan ibaret değildir. Mevcut düzenin politik, sınıfsal ve sosyolojik tezahürüdür.

Komünist manifesto da “günümüze kadar ki bütün toplumların tarihi (yani yazılı tarih) sınıf mücadeleleri tarihidir” diye başlar. Bunu başka bir cümle de özetlemek de mümkündür; Bugüne kadarki tüm yazılı tarih, kadınların ezilmesi ve yok sayılmasının tarihidir. Çünkü sınıflı toplumlar tarihi, ataerkil bir toplumsal formasyon olarak kendisini örgütlemiştir. Eski Mezopotanya’da köle sözcüğü “tutsak dişi” manasına gelmektedir. Tüm sınıflı toplumlar tarihi, erkeğin kadın üzerinde kurduğu hegomonyanın tarihidir. O yüzdendir ki erkeklik biyolojik bir kimlik değildir, sosyolojik bir kimliktir. Sistemin bu biyolojik cinsiyete yüklediği tüm anlamlar ideolojiktir. Tüm burjuva devletlerin resmi ideolojisi, eğitimi, ürettiği toplumsal normlar erkeklik ideolojisini barındırır. Bu erkeklik ideolojisi her zaman kadını cinsel obje, erkeğin sahip olduğu meta olarak belleklere kazır. Üretmiş olduğu tüm kollektif erkek alt kültüründeki ögeler kadın bedenine zorla sahip olma eylemini yani cinsel saldırıyı merkeze alarak kendisini var eder. Toplumda yaygın kullanılan tüm küfürlerin içinde cinsiyetçilik ve tecavüz eyleminden izler barındırması tesadüf değildir. O yüzdendir ki cinsel saldırıya uğrayan kadınlarda sürekli suç aranması, kıyafetinin, yaşam biçminin tartışmaya açılması tecavüzcülerin suçunu hafifletme girişimidir. Toparlarsak şunu diyebiliriz ki erkeklik salt biyolojik bir kimlik değildir. Erkeklik ideolojik bir kimliktir. Burjuva devletlerin ortak ideolojik kimliğidir. Tecavüz ise kriminal bir olay değildir, kollektif bir erkek alt kültürüdür. Bu kültürü sürekli yaşatan, patriyarkayı üreten bizzat burjuva devlettir. Bunlarla radikal bir hesaplaşmaya girmeden patriyarkaya karşı tutarlı bir mücadele mümkün değildir.

İstanbul Sözleşmesini Savunacağız Fakat Bununla Yetinmeyeceğiz

İstanbul sözleşmesi kadın hareketinin yoğun mücadeleri sonucunda 11 Mayıs 2011’de imzalandı. Yürürlüğe girmesi ise 1 Ağustos 2014 yılında gerçekleşti.

Sözleşmenin dört temel ilkesi; kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların koğuşturulup cezalandırılması ve kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili iş birliğini içeren politikaların hayata geçirilmesidir. Kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali ve ayrımcılık türü olarak tanımlayan, bağlayıcı nitelikteki ilk uluslararası düzenlemedir. Tarafların sözleşme kapsamında vermiş olduğu taahhütler, bağımsız uzmanlar grubu GREVİO tarafından izlenmektedir. Sözleşmede; cinsiyet, cinsel yönelim, cinsel kimlik, yaş, sağlık ve engellilik durumu, medeni hal, göçmen ve mültecilik gibi durumlarda ayrımcılık yapılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu sözleşmenin imzalanması kadın hareketinin son yıllardaki en büyük kazanımlarından birisi olsa da sözleşme maddeleri kağıt üzerinde kalmaktadır. Yine de kadın hareketinin aktif, kitlesel mücadeleri sonucunda sözleşme zaman zaman uygulandı.

Erdoğan rejimi ve tüm muhafazakar, milliyetçi kesimler İstanbul sözleşmesini hedef almaktadır. Sözleşmenin aileyi, örf, adet ve gelenekleri yıktığını, toplumsal ahlakı bozduğunu iddia etmekteler. Peki düzen güçlerinin bahsettiği aile, örf, adet, gelenek gibi kutsallar atfedilerek sunmuş olduğu bu kavramlar ne anlama gelmektedir? Ahlak, gelenek, görenek olarak sunulan bu kavramlar her şeyden önce, egemen sınıfların ezilen kitleler üzerinde hegomonyalarını sürdürmek için koyduğu kuralları kutsayıp, belleklere aşılamasından başka bir şey değildir. Egemen sınıflar ve onların kutsallık atfederek dayattıkları tüm toplumsal normlar kadının erkek karşısında köleleştirmenin adıdır. O yüzdendir ki kadınların özgürleşmesi için kazanmış olduğu her mevzi, onların statükosuna vurulmuş bir darbedir. Egemen güçlerin belirlemiş olduğu, kadına yükledikleri rolün dışına çıkmaya çalışan her kadın bir erkeğin yaptırımıyla karşı karşıya gelmeyi hak etmektedir çünkü ağır tahrik söz konusudur. İstanbul sözleşmesi olduğu sürece, kağıt üzerinde de kalsa, kadınlar mücadele ile o sözleşmeyi uygulayabilme olanaklarına sahiptirler. Bu nedenle İstanbul sözleşmesi düzen cephesine yük olmaktadır. Peki kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, çocuk istismarları konusunda ciddi infal varken, kadın hareketi toplumsal muhalefetin en dinamik ve kitlesel katmanıyken, neden somut bir kazanım elde edilemiyor? Neden sürdürülen mücadele can yakıcı gündemlere anlık kitlesel refleksler vermenin ötesine geçmiyor? Bu sorun toplumsal muhalefetin tüm kesimleri içinde geçerliliğini korumaktadır. Mücadele perspektifi burjuva yasalarının dışına çıkmayan, burjuva hukukun fetişizmini yapan, legalist, reformist, sınıf karşıtlıklarını ele almayan, burjuva demokrasisinin gelişmesine yönelik gerçekleşen sosyal aktivizmden öteye geçememektedir. Tüm sorunların ana kaynağı olan burjuva devletin varlığına dokunmayıp onu ehlileştirme ekseninde bir mücadele hattı yürütülmektedir. Bu eksene uygun bir patriyarka kavrayışı da üretilmektedir.

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi: Eski Mezopotamya’da köle sözcüğü “tutsak dişi” anlamına gelir. Bu durum özel mülkiyet rejimi üzerine inşa edilmiş bulunan sınıflı toplumsal yapının dildeki tezahürüdür. İnsanlar, Tanrıların ve onların yeryüzündeki temsilcileri olarak görülen yöneticilerin buyruğuna boyun eğdirilerek, kendileri için kölelikten başka bir hayat olamayacağına inandırılmıştır. Elbette kadınların ezilmişliğinin kökeni kapitalizmden de önce binlerce yıl sürdürülmüş sınıflı toplum yapısına dayanır. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasından beri ezilen üretici sınıfların yanı sıra kadının ezilmişliği de söz konusu olmuştur. Mülk sahibi kapitalist sınıf, kökeni çok uzun bir geçmişe dayanan ataerkil yapıları devralmıştır. Bu yazımızda sürekli sözünü edeceğimiz ataerki (patriyarka) ifadesini bir egemenlik biçimi olarak üretilmiş erkekliğin yerine kullanacağız.

Yineleyelim: “Patriyarkanın maddi temeli, özel mülkiyet rejimi üzerine inşa edilmiş sınıflı toplum yapısına dayanır. İdeolojik düzlemde ve toplumsal pratikte ise patriyarka sadece erkekliğin kadınlar üzerindeki egemenliğini açıklamaz. Bize göre patriyarka dediğimiz egemenlik biçimi, aynı zamanda yaşlıların gençler üzerindeki iktidarını, aile reisinin ailenin diğer üyeleri üzerindeki iktidarını, eğitenlerin eğitilenler üzerindeki iktidarını ve sendika bürokrasisinin işçiler üzerindeki egemenliğini de kapsar. Mücadelemizde tüm bu yapıları aşağıdan yukarıya parçalamayı hedefliyoruz”

Ataerkilliğin, homofobinin bu düzeyde artış göstermesi, bu durumun yansıması olarak kadınların can güvenliğinin olmaması ve bunun iktidar eliyle normalleştirilmesi, Erdoğan rejiminin siyasal islamcı normlarıyla açıklanamaz. Türkiye’de yaşanan bu durum küresel bir sorunun bölgesel tezahürüdür. Küresel düzeyde kapitalizm krize girdikçe, otoriterleşme ve muhafazakar eğilimler tüm boyutlarıyla ortaya koyar. Bunu her zaman muhafazakarlık, milliyetçilik ve ataerkillik üzerinden gerçekleştirir. Bugün Türkiye’de kadınlar, işçiler, muhalifler, mülteciler ve Kürtlerin yaşam hakkı tehdit altındadır. Bu durumdan da en fazla payını alan yine kadınlardır. Kadın özgürleşmesi mücadelesi, emekçilerin ve ezilenlerin mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamaz. Mağdur kadınların mahkemelerde yargılandıkları bir düzende, mücadeleyi ataerkil kapitalist devletin mahkemelerinin ve kolluk güçlerinin kadınları korumasını talep etmeye indirgemek katliamların muhasebe defterini tutmaktan başka bir yere götürmez. Tüm devlet aygıtları örgütlü bir şekilde sistematik kadın düşmanlığını üretiyorsa, kadınlar sürekli katlediliyorsa, devlet de erkekleri koruyorsa, kadınların yaşam hakkına sahip çıkmak için tek bir alternatif kalmaktadır: örgütlenmek ve öz müdafaa komitelerini kurmak.

Kadınlara yaşam hakkı tanımayan, tüm toplumsal ve cinsel eşitsizliklerin kaynağı olan kapitalizmin devrimci yöntemlerle (sınıf savaşıyla) yıkılıp toplumsal ve cinsel eşitliğin hüküm sürdüğü bir dünya kurmak dışında nihai bir çözüm yoktur. Bunun aracı da işçilerin ve ezilenlerin komunist dünya partisidir.


1. Kadın cinayetleri ve namus kisvesi altında işlenen tüm cinayetlere en ağır cezalar verilsin!

2. LGBTİ bireylere karşı işlenen suçlar nefret suçu kapsamına alınsın!

3. Kadını ve LGBTİ bireyleri aşağılayan, itibarsızlaştıran, ötekileştiren tüm medya, TV, gazete, film, dizilere yaptırım uygulayacak cezalar getirilsin!

4. Eşit işe eşit ücret

5. İş hacmi kadınlar ve erkekler arasında paylaşılsın, işsizlik ortadan kalkana dek mesai süresi kısaltılsın!

6. Her iş yerine kreş

7. İlk öğretimden yüksek öğretime kadar tüm müfredattaki ataerkil, homofobik ögeler kaldırılsın! Toplumsal cinsiyet eşitliği dersi verilsin!

8. Kişinin cinsel yönelimi ne olursa olsun, aşk ve kişinin kendi cinsel özgürlüğü ile diğer kişilerin özgürlüğü ekseninde bilimsel cinsel eğitim verilsin!

9. Kamu sağlık sistemi tarafından yasal ve bedava kürtaj, cinsiyet değiştirme ve doğum kontrol hizmetleri sağlansın!

10. Kadınların metalaştırılmasına hayır!

11. Baskısız, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum için kadın ve erkek emekçilerin hükümeti!