Eski Mezopotamya’da köle sözcüğü “tutsak dişi” anlamına gelir. Bu durum özel mülkiyet rejimi üzerine inşa edilmiş bulunan sınıflı toplumsal yapının dildeki tezahürüdür. İnsanlar, tanrıların ve onların yeryüzündeki temsilcileri olarak görülen yöneticilerin buyruğuna boyun eğdirilerek, kendileri için kölelikten başka bir hayat olamayacağına inandırılmıştır.
Elbette kadınların ezilmişliğinin kökeni kapitalizmden de önce binlerce yıl sürdürülmüş sınıflı toplum yapısına dayanır. Özel mülkiyetin ortaya çıkmasından beri ezilen üretici sınıfların yanı sıra kadının ezilmişliği de sözkonusu olmuştur. Mülk sahibi kapitalist sınıf, kökeni çok uzun bir geçmişe dayanan ataerkil yapıları devralmıştır. Bu yazımızda sürekli sözünü edeceğimiz ataerki (patriarka) ifadesini bir egemenlik biçimi olarak üretilmiş erkekliğin yerine kullanacağız.
Yineleyelim: Patriarkanın maddi temeli, özel mülkiyet rejimi üzerine inşa edilmiş sınıflı toplum yapısına dayanır. İdeolojik düzlemde ve toplumsal pratikte ise patriarka sadece erkekliğin kadınlar üzerindeki egemenliğini açıklamaz. Bize göre patriarka dediğimiz egemenlik biçimi, aynı zamanda yaşlıların gençler üzerindeki iktidarını, aile reisinin ailenin diğer üyeleri üzerindeki iktidarını, eğitenlerin eğitilenler üzerindeki iktidarını ve sendika bürokrasisinin işçiler üzerindeki egemenliğini de kapsar. Mücadelemizde tüm bu yapıları aşağıdan yukarıya parçalamayı hedefliyoruz. Bu yazımız özelinde tarihsel bir anlatı sunmaktan ziyade Kadın Özgürleşmesi Hareketini hangi perspektifle örgütlemeye çalıştığımızı aktarmaya çalışacağız.
Feminizm her sınıftan kadını, siyasetin öznesi olarak önerip, soyut bir kadın perspektifinden yola çıkarak siyaset üretmeye çalışır. Bu noktada hem ideolojik hem de toplumsal pratik anlamında egemen ideolojiyi aşamaz. Biz devrimci Marksistler, ataerkil kapitalist sisteme karşı mücadeleye kalkıştığımızda, tüm ezme-ezilme karşıtlığını üreten iktidar mekanizması ve üretim ilişkileri içinde bireylerin konumlanışlarını gözardı edemeyiz. Ataerkil düzene karşı mücadele etmeyi bırakalım, bu sisteme karşı en küçük bir itirazı dahi dile getirebilmemiz için kapitalist sistemi hedef almamız gerekir çünkü cinsiyet ve sınıf çatışması kapitalizm denilen bu eşitsizlik sisteminin ürünüdür.
Yukarıda feminizmin her sınıftan kadını, siyasetin öznesi olarak önerip, soyut bir kadın perspektifinden yola çıkarak siyaset üretmeye çalıştığından söz ettik. Bu bölümde bu kavrayışa dair itirazımızı somut örneklerle dile getirelim:
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınların yönettiği çok sayıda şirket, holding ve hatta TÜSİAD gibi burjuva iktidarın sömürüyü sürekli kılmasını sağlayan çok güçlü işveren kuruluşları var. Hatta ülkemizde de tüm dünyada olduğu gibi kadın başbakanlar ve bakanlar gelip geçmiştir. Bu örneklerde iktidar, hem ekonomik hem toplumsal hem de siyasi olarak kadınların elinde görünmektedir. Ancak bu durum kadınların asgari ücretten de az bir maaşa, esnek, güvencesiz ve sigortasız çalıştırılmalarının önüne geçmez: İş cinayetlerinde ölmeye, işyerinde taciz edilmeye devam eder kadınlar. Kadın yöneticiler iktidardadır ama kadına yönelen cinayetler cezasız kalmaktadır. Kadın yöneticiler iktidarı elinde tutar ama işyerinde örgütlenme hakkı hâlen gaspedilmektedir. İşte feminizm bunu açıklayamaz. O zaman biz açıklayalım:
Sermaye düzeninin kumanda masasında kadınlar da yer alsa sömürü düzeni tüm vahşeti ve zorbalığıyla emekçi sınıfın kanını emmeye devam edecektir çünkü gerek TÜSİAD gibi sermaye kuruluşlarında gerekse de firmalar ve devletlerde yönetici olarak yer alan kadınların sınıfsal aidiyetleri cinsel kimliklerinden önce gelir. Kadın olmak hiç kimseye ayrı bir iyilik, güzellik, eşitlikçilik özelliği katmaz. Sermaye düzeninin kumanda masasında olan bu kadınlar, iktidarlarını borçlu oldukları sınıfın, yani burjuvazinin temsilcisidirler.
Başka bir ifadeyle bir kez daha tekrar edelim: Bu kadınlar burjuva etkinliğinin temsilcileridir ve sınıfsal aidiyetleri cinsel kimliklerinden çok daha önce onları belirler. İşçileri ezen ve sömüren de kadın ve erkek tüm burjuvalardır. Ezilen halkları katleden de emperyalist-kapitalist devletlerin yönetiminde bulunan kadın ya da erkek tüm burjuvalardır..
Bize göre kadınların özgürleşmesi hareketi, emek ile sermaye ilişkisinin zorunlu olarak aşılması gereken bir ilişki biçimi olduğu gerçeğinden yola çıkmalıdır. Kadınların ezilmişlik deneyimini bu noktadan çözümleyebilmeli ve kadınların özgürleşme mücadelesini bu temelden hareket ederek eyleme dönüştürebilmelidir.
Son olarak yalın ve açık örneklerle bitirelim: Patron kar etsin diye Bursa’da gece vardiyasında üzerlerine kapı kilitlenerek öldürülen kadın işçilerin, Novamed’de (1) ve Desa’da esnek, güvencesiz çalışma koşullarına ve düşük ücretlere karşı direniş destanı yazan kadın işçilerin, İstanbul’da ve Ceylanpınar’da işçi servislerinde patronların cebine daha fazla para girsin diye boğularak öldürülen kadın işçilerin burjuva kadınlarla ortak bir kadın perspektifi geliştirmeleri mümkün değildir. Ataması yapılmadığı için kadrolu ve güvenceli bir biçimde istihdam edilmeyen ve sonunda intihar etmek zorunda bırakılan genç eğitimcilerin, özel arabası olmadığı ve devlet öğrencilere nitelikli, güvenceli ulaşım imkanı sağlamadığı için tecavüz edilen ve yakılarak öldürülen Özgecan’ların, sermayenin kadın patronlarıyla burjuvazinin kadın bakan ya da başbakanlarıyla ortak bir perspektif edinmesi mümkün değildir. En ucuz marketi bulabilmek için saatlerce yol kateden, ekonomik krizin en korkunç yükünü omuzlarında hissederken evde yenmezi yenilir, giyilmezi giyilir kılmaya çalışan, doğalgaz faturaları can yakmasın diye çocukları okuldan eşi de işten gelene kadar kombiyi yakmayarak ev işi görmeye çalışan yoksul ev emekçisi kadınları, gününü lüks AVM’lerde, kuaförde, partilerde geçiren burjuva kadınlarla bir tutmak ezilen tüm kadınlara yöneltilmiş bir hakarettir. Evini ısıtamadığı için çocuğunun eline saç kurutma makinesi vererek ısıtmaya çalışan ve hemen sonrasında yan odaya geçip, kendini asarak intihar eden Emine’lerle burjuva kadınların ortak bir kadın perspektifine sahip olduğunu savunmak emekçi kadınların yoksulluğu ve çaresizliğiyle alay etmektir. Sömürünün nesnesi olan kadınlar her durumda hem ücretli işçiler hem de emeğin yeniden üretiminin ücretsiz işçileri olarak sermayenin saldırısına ve erkek egemenliğine göğüs geriyor.
Feminizmin önerdiği gibi biz emekçi kadınların, mülk sahibi sınıfın kadınlarıyla ortak bir perspektif geliştirmesi mümkün değildir. Onlar bizim emeğimizi sömürerek o onuma gelmişlerdir ve varoluşlarını egemen olarak sürdürebilmeleri bizden çaldıkları emeğimiz ve hayatımız sayesindedir.
Yoldaşlar, kimse bizlere bir hayat bahşetmeyecek. Biz çalınan hayatlarımızı onlardan geri alacağız çünkü sömürünün ve ataerkil tahakkümün koşulları aynı zamanda mücadelenin de koşullarını oluşturuyor. Bu yüzden ezilenler sadece bedel ödeyen değil, aynı zamanda hesap soran özneler de olmalı. Teorimizi ve pratiğimizi bu gerçeklik üzerine örgütlemeye çabalıyoruz.
Toplumsal gerçekliği devrimci bir anlayışla çözümleyemeyen bir kadın hareketi, yaklaşık son otuz yıldır birçok kadın örgütlenmesinin pratiğe taşıdığı eylem ve etkinliklerde gördüğümüz gibi burjuva liberal sınırlar içerisine hapsolur; Kentin sokaklarında yalnızca tuzu kuru kadınların Ajda Pekkan şarkılarını söyleyerek küçük-burjuva özgürlükleri dile getirdiği bir kitle gösterisi olarak kalır (2). Bu durumda ne yürekli bir isyana ne de yaratıcı bir protestoya ait olabilir. Yalnızca yavaş yavaş tükenip bitmek zorunda kalan bir kitleye dönüşür.
Dipnotlar
(1) 2006’da serbest bölgelerdeki ilk grevi Novamed’de gerçekleştiren kadın işçiler günlerce süren bir direniş sonucunda sadece kadın işçileri ilgilendirdiği varsayılan kimi taleplerin artık emek hareketinin genel talebi olarak yükseltilmesini sağlamıştır.
(2) Son yıllarda 8 Mart kadın eylemlerinde dillerden düşmeyen, neredeyse bir marş gibi söylenen eski bir Ajda Pekkan şarkısı var:
“Bu kalp benim değil mi? severim severim / Canım nasıl isterse gezer eğlenirim. Her günüm mutlu benim kim ne derse desin / Canım nasıl isterse gezer eğlenirim. Kime ne sana ne”
Yine kadın eylemlerinde söylenen bir başka şarkı:
“Sağ eller havaya / Pırlantalar buraya / Tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım / Girmesinler havaya”
İşte tam da bu şarkılar eylemlerin nasıl bir anlayışla örgütlendiğini göstermekte. Yoldaşlar, eylemlerde kullandığımız sloganlar, talepler vs. tüm bunlar bir tür kollektif bilinç üretiminin ifadesi olmalıdır. Burada bu arkadaşların yaptıkları tam anlamıyla bir bilinç bulandırmadır. Özellikle belirtmeliyiz ki bu şarkıları kadın eylemlerinde dilden düşürmeyen aktivistlerin çoğu Türkiye’de yaklaşık 40-45 yıldır varlığını sürdüren sol siyasi fraksiyonların üyeleri, sempatizanları ve sendikalar gibi kurumsal yapıların içinde yönetici pozisyonunda olan kadınlardır. Emekçi kadınların gerçek gündemini ise şöyle özetleyelim: Güvencesiz işler, ağır ve sağlıksız koşullar, sürekli işsizlik tehdidi ve tüm bunların karşılığında da asgarinin asgarisi bir ücret… Sendika yok, sigorta yok ve genellikle işçilik geçici… Böylesi acımasız bir cenderede öğütülüp duran kadınların omuzlarında bir de ücretsiz ev işçiliği… Bizim sınıfın kadınlarının mahkum edildiği yaşam koşulları güvenli bir gelecek sunmaktan uzak… Son 30 yıldır kadın hareketine egemen olan zihniyetin söylediği şarkıların ve yaptığı söylemlerin ana ekseni maalesef ki sömürü düzenini meşrulaştırmaya hizmet ediyor.