Bugün her ne kadar kapitalizm kriz içinde olsa da, küresel düzeyde piyasa eğrileri aşağı yönlü hareket etse de, ekonomik darboğazlar yaşansa da olağanüstü düzeyde askerî yatırımlar sürüyor. Aynı şekilde, kapitalist buhranların yükseldiği ve sistemin krize girdiği dönemler, aynı zamanda askerî harcamaların en fazla yoğunlaştığı zamanlarla paraleldir. Bu durum, kapitalizmin kendisini ayakta tutabilmek için silahlanmaya ve sürekli bir savaş hazırlığına ihtiyaç duyduğunu açıkça gösterir. Kapitalist sistem, hem emperyalist paylaşım savaşları hem de içsel ayaklanmalar ve kendisine karşı gelişebilecek toplumsal gerilimlere karşı tetikte bekler.
Sınıflı toplumlar, bir sınıfın diğer sınıf üzerinde tahakküm kurması demektir. Bu tahakkümü sürdürebilmenin en temel araçlarından biri güç ve kaba kuvvettir. Silah ve ordu gücünü elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda iktidarı da elinde tutar. Ancak yalnızca silaha sahip olmak yeterli değildir; iktidarın sürdürülebilirliği için silahlanma zorunludur. Feodalizmden köleci toplumlara, kapitalizm öncesi sınıflı toplumlara kadar her dönem için bu geçerlidir. Silahlanma, yalnızca egemen sınıfın kontrolünde bulunan ordulara aittir. Ezilen sınıflar silahlandırılamaz; hatta silahlanma girişimleri sistematik olarak bastırılır.
Bu durum kapitalizmde de değişmemiştir. Ordu yapıları, silah teknolojileri ve savaş yöntemleri farklılaşsa da özünde sistemin işleyiş mantığı aynıdır. Sınıflı toplumların tarihi aynı zamanda militarizmin tarihidir. Ortak özellikleri şudur: Yönetici sınıflar tepeden tırnağa silahlıdır, ezilenler ise silahsız bırakılmıştır. Günümüzde de burjuva hukuku bu düzeni korumaktadır. Örneğin, Türkiye’de silah ruhsatı alabilmenin temel koşullarından biri mülk sahibi olmaktır. Yani, devlet yalnızca burjuvazinin kendisini korumasına izin verir. İşçi sınıfı ve ezilenler için silahlanma yasalarla ve cezalarla engellenir. Kapitalist sistem içinde, yalnızca burjuva devletin ordusu için silahlanmaya izin verilir.
Ancak burjuvazi, yalnızca zor ve cebirle kendi egemenliğini sürdüremez. Aynı zamanda ideolojik aygıtlarıyla propagandasını yapar. Devleti, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı olarak değil, toplumun huzur içinde yaşaması için var olan bir mekanizma olarak sunar. Ordu da bu söylemin bir parçasıdır. Burjuva sistem içinde hükümetlere muhalefet etmek mümkündür; ancak ordunun sorgulanması bir “kırmızı çizgi”dir. Antimilitarist çıkışlar, ordunun varlığını sorgulayan fikirlerin yayılması ve bu doğrultuda eyleme geçilmesi, en “demokratik” burjuva devletlerde bile baskı ile karşılaşır.
Oysa işçi sınıfının ezilenlerin iktidar sorunu, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve silahsızlandırılması sorunudur. Devletin ortadan kaldırılması da bu sürecin bir parçasıdır. Antikapitalist olmanın temel koşullarından biri antimilitarist olmaktır. Burjuva devletin lağvedilmesi, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ve silahsızlandırılması ile mümkündür. Devrimci işçi sınıfının bir antimilitarizm programına sahip olması zorunludur. Böyle bir programı olmayan bir partinin işçi sınıfının nihai zaferini kazanma şansı yoktur. Burjuva devletin ordusu, burjuva düzeni korumak için vardır ve dünyanın her yerindeki ordular kendi korumakla yükümlü oldukları sınıftan ve rejimden daha ilerici olamazlar.
İşçi milisleri kurmak, özsavunma aygıtları oluşturmak ve silahlı bir ayaklanmayı örgütleyebilmek, devrimci bir mücadele stratejisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Küçük burjuva pasifizmi, anarşizmin antimilitarizm programı, orduların varlığına yalnızca bireysel vicdanî reddi savunarak karşı çıkar. Küçük burjuva radikalizmi ise dar grupçu silahlı mücadeleleri çözüm olarak görür. Bu anlayış, işçi sınıfını devrimci bir özne olarak değil, kendi yerine eylem yapacak bir izleyici olarak konumlandırır. Oysa işçi sınıfının görevi, kendi özsavunma birliklerini oluşturmak ve burjuvazinin tüm kararlarına karşı örgütlü bir şekilde ayaklanmayı örgütlemektir.
Burjuva devletin baskı aygıtlarının hangi sınıfa hizmet ettiğini teşhir etmek, işçi sınıfının her eyleminde kendi güvenlik ve savunma mekanizmalarını oluşturması gerektiğini anlatmak, faşist çetelerin saldırılarına karşı mahkemelere değil kendi milislerine güvenmesi gerektiğini vurgulamak, devrimci bir hareketin antimilitarist programının temel unsurlarıdır.
Bugün herhangi bir işçi grevinde, öğrenci yürüyüşünde polis veya jandarma saldırısı karşısında Türkiye’de sol hareketin genel tepkisi, “Bu sizin göreviniz değil, yanlış yapıyorsunuz, sizi şikâyet edeceğiz” gibi söylemler üretmek oluyor. Bu, kitlelerde şu bilinci yaratıyor: “Mevcut ordu, halkın koruyucusudur. Sorun, liyakatsizlik ve antidemokratik uygulamalardır. Bunu düzeltecek olan şey hukuk reformlarıdır.” Oysa bu anlayış, burjuva ordusunun gerekliliğini, egemen sınıfların silahlı, ezilenlerin ise silahsız olması gerektiği fikrini pekiştirir.
Oysaki gerçek şudur: Burjuvazinin ordusu, burjuvazinin çıkarlarını korumak için vardır. İşçi sınıfı, kendi özsavunma organlarını inşa etmek ve burjuva düzenin baskı aygıtlarına karşı bağımsız bir direniş hattı oluşturmak zorundadır. Devrimci işçi hareketinin başarısı, bu bilinci yaratmaktan ve mücadeleyi buna göre örgütlemekten geçer.
Silah kullanımı ve askeri güç, burjuva devletin sınıfsal karakterini koruma aracı olarak işlev görür. Burjuva ordular, proletaryayı sindirmek, ezmek ve burjuva düzenin devamını sağlamak için vardır. O yüzden proletaryanın burjuva ordulara karşı kendi özsavunma mekanizmalarını inşa etmesi zorunluluktur.
Peki, işçi sınıfı kendi iktidarını kurduğunda, sosyalist bir toplum inşa edildiğinde ordu nasıl bir yapıya sahip olacak? İşçi devleti, burjuva devlet gibi sürekli bir orduya sahip olmayacaktır. İşçi sınıfının devleti, silahlı halktan oluşan işçi milislerini temel almalıdır. Sürekli bir ordunun varlığı, toplumda yeni bir bürokrasinin ve ayrıcalıklı bir askeri kastın oluşmasına yol açar. Bunun önüne geçebilmek için işçi devletinde silahlı kuvvetler, doğrudan üretimden kopmayan işçi ve emekçilerin denetiminde olmalıdır. Paris Komünü deneyimi, bunun en iyi örneğidir: Tüm yöneticiler ve silahlı güçler, işçiler tarafından seçilmeli ve her an geri çağrılabilmelidir.
Ancak bu perspektif, bir geçiş sürecini de gerektirir. Kapitalizm koşullarında proletarya, burjuva devletin baskı aygıtları tarafından sürekli olarak saldırıya uğramaktadır. Bu yüzden işçi sınıfının, emperyalist burjuvaziye ve onun yerel uzantılarına karşı bir özsavunma mekanizması oluşturması gereklidir. İşçi milisleri, özsavunma komiteleri ve nihayetinde devrimci bir Kızıl Ordu, devrim sürecinin ve sosyalist iktidarın korunmasının temel unsurlarıdır.
Bu noktada, mevcut burjuva devletlerin ordularına karşı yürütülecek mücadele sadece “NATO karşıtlığı” gibi reformist bir söylemle sınırlandırılamaz. NATO’nun emperyalist bir savaş aygıtı olduğu doğrudur, ancak bu karşıtlığı sadece NATO üyesi devletlerin ordularının dışlanması eksenine oturtmak yeterli değildir. Asıl mesele, burjuva orduların kendisini dağıtmak ve proletaryanın kendi silahlı örgütlenmelerini inşa etmesidir. Avrupa’da sağcı partilerde NATO’dan çıkmayı yerine sadece Avrupa’nın ordusunu oluşturmayı veya tepeden tırnağa milli bir ordu inşa etmeyi savunabilmektedir. Burada belirleyici olan unsur yalnızca NATO’dan çıkışı savunmak değildir. Belirleyici unsur burjuvazinin milli ordusunu merkeze alıp ona karşı devrimci anti militarist bir programla mücadele etmektir.
Türkiye özelinde TSK, yalnızca NATO’nun üçüncü büyük ordusu olmakla kalmaz, aynı zamanda yerel burjuvazinin baskı ve sömürü aygıtı olarak işlev görür. 12 Mart, 12 Eylül darbeleri, 28 Şubat süreci, askeri vesayet dönemi ve AKP dönemindeki TSK içindeki klik savaşları bunun göstergesidir. TSK sadece emperyalizmin ordusu değil, aynı zamanda yerel kapitalistlerin ve Türk sermaye devletinin koruyucusudur. İşçi sınıfı, ezilen halklar, Kürtler, Aleviler ve tüm ilerici kesimler için TSK her zaman bir baskı mekanizması olmuştur.
O halde devrimci bir perspektifle antimilitarist mücadelenin şu eksende gelişmesi gerekir:
1. TSK’nın teşhiri: NATO karşıtlığı, yalnızca emperyalizmin savaş örgütü olarak NATO’yu hedef almakla kalmamalı, onun bir parçası olan TSK gibi orduların da emekçi düşmanı karakterini teşhir etmelidir.
2. İşçi milisleri ve özsavunma komitelerinin oluşturulması: Devrimci sürecin bir parçası olarak işçi sınıfı, sendikalar, devrimci örgütler, mahalle komiteleri gibi yapılar özsavunma örgütlenmelerini oluşturmalıdır.
3. Burjuva ordunun iç çelişkilerini derinleştirme: Burjuvazinin ordu üzerindeki hegemonyasını kırmak için ordu içindeki alt rütbeli askerler, zorunlu askerlik yapan emekçi çocukları gibi kesimler devrimci bir propaganda ile kazanılmalıdır.
4. Uluslararası düzeyde devrimci anti militarist hareketler desteklenmelidir. Tüm NATO ülkelerinde ve kapitalist devletlerde burjuva orduların devrimci yöntemlerle lav edilmesi, yerine işçi milislerine dayanan kızıl ordu inşasını savunan devrimci program kuşanılmalıdır.
5. Silah tekeline karşı mücadele: Silahların burjuvazinin tekelinde kalmasına karşı, işçi sınıfının silahlanma hakkını savunan bir program oluşturulmalıdır.
6. Kızıl Ordu perspektifi: İşçi devleti sürecinde, işçi sınıfının denetiminde bir Kızıl Ordu’nun inşası gereklidir. Bu, emperyalist devletlerin karşı-devrimci müdahalelerine karşı proletaryanın örgütlü savunma gücü olacaktır.
Özetle, burjuva ordularına karşı mücadele yalnızca “NATO’dan çıkalım” veya “askeri üsleri kapatılsın” gibi taleplerle sınırlandırılamaz. Burjuva devletin ordu mekanizması tamamen parçalanmalı, yerine işçi sınıfının özsavunma organları geçirilmelidir. NATO karşıtlığı, burjuva ordularının tamamen tasfiyesi ve Kızıl Ordu’nun inşası eksenine oturmalıdır. Enternasyonal komünist hareketin görevi, her ülkede bu mücadeleyi yükseltmek, uluslararası düzeyde devrimci anti militarist hareketlerini güçlendirmek ve proletaryanın silahlı iktidarını kuracak araçları yaratmaktır.