Covid-19 pandemisiyle harlanan küresel kapitalist kriz birleşik bir kriz içerisine girdi. Kapitalizm içine girdiği bu birleşik krizden çıkamamakla birlikte, yeni krizlere yelken açtı. Dünyanın birçok yerinde hükümetler şirketleri kurtarmak için piyasalara, ekonomiye müdahale etmekte, korumacı önlemlere geçmekte, vites yükselterek otoriterleşmektedir. Burjuva hükümetlerin şirketleri kurtarmak için giriştiği tüm bu korumacı tedbirler aptal liberaller tarafından bir tür “sosyalist” politika olduğu iddia edilmekle birlikte, Putin,Trump, Erdoğan gibi bonapartist eğilimlere sahip birçok burjuva diktatörü sosyalist olarak yaftalanmaktadır.
Türkiye özeline gelecek olursak eğer, 2023 yılı yaklaştıkça seçim havası hızla esmekte, seçim ittifakları, itifakların adayları, seçim programlarını somutlama rotasına doğru ilerleyiş başlamıştır. Burjuva muhalefet seçim programına anti neo-liberalizm öğelerinin olacağının altını çizmekte bununla ilgili şimdiden sinyaller vermektedir. Özellikle AKP döneminde palazlanıp hükümet desteğiyle büyüyen Beşli Çete ( Kolin, Limak, Cengiz, ) olarak tanımlanan şirketlerin aldığı ihalelerden elde ettiği haksız kazancın sağladığı mülkiyeti kamulaştıracağını şimdiden deklare etmektedir.
Sosyalist solda da seçim itifakları oluşturulmakta, bu ittifakların ana programatik ilkelerinin başında kamuculuk, kamulaştırma yer almaktadır. Bir sosyalist partinin grubun kamulaştırmayı savunması kadar doğal bir durum yoktur. Sorun kamulaştırmayı savunmak değil kamulaştırmadan, kamu mülkiyeti, toplumsal mülkiyetten ne anlaşıldığı, burjuva muhalefetten ne gibi keskin ayrımları olduğu sorunudur. Burjuva muhalefetten tek farkları kamulaştırma işleminde hiçbir koşulda tazminat ödenmeyeceğini deklare etmeleri. Ki burjuva muhalefeti de henüz tazminat ödeyeceğine dair herhangi bir beyanda bulunmadı. Buradaki asli sorun şudur: Burjuva devlet mülkiyetini kamu mülkiyeti olarak mütalaa edip, devletin sınıf karakterine örtü çekmeye, onu bulanıklaştırmaya neden olmasıdır.
2023 yılının yaklaşması aynı zamanda Türk burjuva devletinin yüzüncü yılına gelmesine tekabül etmektedir. Sosyalist solun önemli bir gövdesi bu sürece burjuva Türk Cumhuriyetinin yüzüncü yılını selamlayarak, onun tarihsel kazanımlarını savunarak, Akp’yi gönderip Cumhuriyetin tasviye edilen kazanımlarının yeniden kazanılmasını hedefleyen pozisyon almaktadır. Cumhuriyetin kazanımlarından bahsedilirken, devlet eliyle yapılan fabrika ve devlet işletmelerine methiyeler düzülmekte, devlet işletmelerinin halkın vergisiyle yapıldığı bu yüzden halkın malı olduğu öne sürülerek, AKP’nin de buna çöreklenerek yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekildiğinden dem vurulmaktadır. Burjuva devlet mülkiyetini tüm toplumun kamusal mülkiyeti olarak tanımlanmaktadır. Bu eğilim yeni olmakla birlikte özellikle 90’lı yıllarda başlayıp AKP döneminde tavan yapan özelleştirme dalgasına karşı sosyalist solun önemli bir kesimi buna karşı muhalefeti dar, ulusalcı ve devletçi bir perspektifle gerçekleştirdi. Sosyalizmi devletciliğe, kaba bir devlet mülkiyeti üzerinden tariflendirip, ulusal kalkınmacı model olarak kavrayan kökenleri Lassalcılığa dayanan Stalinci şablonlar sistematiği Türkiye sosyalist solu içinde hâla keskin bir şekilde varlığını korumaktadır.
Sosyalizm komünizm denilince sadece devletçiliği anlayan sadece sosyalist hareketin bu kesimleri olmamakla birlikte tüm burjuva akımlarda benzer kavrayışlara sahiptir. Trajikomik bir örnek verecek olursak; 90’lı yılların Başbakanlarından Tansu Çiller özelleştirme politikasını savunmak için ” Komünizm sadece Türkiye’de ayakta” beyanında bulunmuştu. Devletçi ekonomi politikasını savunmayı sosyalizmle adeta eş anlamlı gibi algılanmasına neden olan ana unsur dar ulusalcı devletçiliği sosyalizm olarak pazarlayan Stalincilik ve onun türevleri olan akımlardır.
Sınıflar üstü herkese eşit mesafede yaklaşan bir devletten söz edilemeyeceği gibi, sınıflar üstü bir devlet tanımından ve devlet mülkiyetindende bahsedilemez. Bu çalışmamızda enternasyonal Komünist devrimcilerin özel devlet kamu mülkiyetinden ne anladığını kalın çizgilerle somutlaştıracağız. Enternasyonal Komünist devrimcilerin diğer tüm siyasal akımlardan farklı olarak kamulaştırma talebine nasıl yaklaştığını, nasıl bir perspektif kuşandığını ortaya koyarak, diğer tüm siyasal akımlardan farklı olarak nasıl bir kamulaştırma programına sahip olduğunu Devrimci Marksizmin ışığında açıklayacağız.
Devlet ve Kamu Mülkiyeti Aynı Şey midir ?
Kamu kavramı kelime anlamı olarak ” hep, herkes, toplum, tüm topluma ait olan” anlamına gelmektedir. Aynı şekilde kamu mülkiyeti de tüm toplumun ortak mülkiyeti yani ” toplumsal mülkiyet” anlamına gelmektedir. Tüm burjuva iktisatçılar ve burjuvazinin ideolojik hegemonyasının etkisi altında olan odaklar tarafından devlet mülkiyeti ve kamu mülkiyeti eş anlamlı sözcükler olarak kullanılmaktadır. Burjuvazinin en temel yaşamsal argümanlarından birisi de devletin tüm toplumun devleti olduğu sınıflar üstü bir kuruluş olduğu fikrine dayanmaktadır. Burjuvazinin bu öğretisi emekçi kitlerde sorgulanmayan genel doğru olarak görülen köklü bir puta dönüştükçe burjuvazinin iktidarı sağlamlaşacaktır. Bu öğreti emekçi kitlelerde sorgulanan ve kopulan bir duruma dönüştükçe burjuvazinin iktidarı tehlike altına girmeye başlayacaktır. Burjuvazi emekçi kitlelere tüm ideolojik aygıtlarıyla sistematik olarak yılmadan yorulmadan şu mesajı verir: Devlet tüm vatandaşlara aynı uzaklıkta bulunur. Herkese eşit mesafededir. Sınıflara ve sınıf mücadelesine karşı tarafsız bir hakem işlevi görür. Devletin varlığı ve gücü tüm toplumunun yaşamsal faaliyeti için zorunluluktur. Eğer kötü giden bir şeyler varsa o da hükümetlerin beceriksizliğidir. Hükümetlere muhalefet edilebilir bu demokratik bir haktır, fakat devlete muhalefet devletin varlığına düşmanlık tüm topluma yönelik bir düşmanlık olarak tanımlayıp, bu durumu kriminalize etmek için terör yaftası yapıştırmaktan geri durmaz.
Kamu mülkiyeti ve devlet mülkiyetinin eş anlamlı olarak kullanılması tam da burjuvazinin yaşamsal fonksiyonlarını sağlıklı şekilde devam etirebilme ihtiyacına dayanmaktadır. Devlet mülkiyetini kamu mülkiyeti olarak gören yanılsama yalnızca işçi sınıfının geniş kesimleri arasında değil, işçi sınıfının temsilcisi olduğunu, işçi sınıfının siyasetini yaptığını öne süren sol, sosyalist parti grupların büyük çoğunluğunda da kendisini göstermektedir. Özellikle özelleştirmeye karşı tutum alma, kamulaştırma gündemlerinde bu konulara dair siyaset üretme süreçlerinde bu sakat oportünist çizgi kendisini daha berrak şekilde göstermektedir. Bu kesimlere göre devletin tüm mali kaynakları, devlete ait işletmeler yerli ve yabancı kapitalistlere peşkeş çekilmiştir. Bu işletmeler halkın vergileriyle yapılmış olup tüm toplumun ortak mülkiyetidir. AKP eliyle tüm halka ait mallar yağmalanmıştır. O yüzden AKP sonrası Türkiye’de halkın malını tekrar halka iade etmek için devlet işletmesine geri dönmelidir. Bu temelden yapılan itirazlar burjuvazinin kamu mülkiyeti tanımını doğru kabul ederek, devletin sınıf karakterinin gizlenmesine yardımcı olmaktadır. Aynı siyasal odaklar yeri gelince ulusal onur ve ulusal çıkarlardan bahsederek hem sınıfın geri bilincine seslenerek popülizm yapmakta hem de burjuvazinin emekçi kitleleri kendi saflarına yedeklemek için kullandığı milliyetçilik zehrinin güçlenmesine de katkı sunmaktadır.
Bu durumda Enternasyonal Komünistler şu sorulara odaklanır.
Burjuvazi devleti soyuyorsa, bu devlet kimin devletidir?
Eğer tüm devlet mülkiyetindeki işletmeler halkın vergisiyle yapıldığı için halkın malıysa, özel mülkiyete ait şirket, holdingler ve işletmelerin mal varlıkları burjuvaların babalarının malı mıdır?
Yoksa artı değer sömürüsüyle elde edilmiş işçi sınıfından gasp edilmiş mallar mıdır?
Eğer kapitalist toplumda devlet mülkiyeti tüm halkın malıysa, kapitalist devlet işletmelerinde emek sömürüsü yok mudur?
Gerçekte olan şunlardır: Burjuva devlet özelleştirmelerle, kamu ihaleleri ile burjuvazinin bir kesmini diğer kesmine karşı avantajlı konuma getirmektedir. Dezavantajlı duruma düşen burjuvazinin diğer kesmi, tüm enerjisiyle bu durumun halkın çıkarları için yapılmadığını, yolsuzluğa neden olacağı gibi gerekçelerle itirazlarda bulunur. İşçi sınıfı siyaseti yapmak adına, halkın malları peşkeş çekiliyor, yolsuzluklar tavan yapıyor gibi karşı çıkışlar, bu soygundan nasiplenmeyen burjuvaların saflarına işçi sınıfını yedeklemekten başka bir fonksiyonu yoktur. Bugün yalnızca beşli çeteye tutum alıp burjuvazinin diğer kesimlerine karşı topyekûn cephe almamak tam da bu pozisyona denk düşmektedir. Komünist Parti manifestosunda belirtildiği gibi” Devlet tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”
Bu komitenin tüm mülkiyeti, fonları burjuvaziye hizmet için vardır. İşçi sınıfını ilgilendiren ana unsur sınıfın sömürüsü sonucunda elde edilen bu fonların hangi burjuva kesime daha fazla verilip verilmediği olamaz. Onu ilgilendiren ve odaklanılması gereken ana halka bu soygun sisteminin lokomotif motoru olan burjuva devletin devrimci yöntemlerle imha edilmesi, kapitalizmin tarihin çöplüğüne atılmasıdır.
Hangi amaçla olursa olsun kapitalist toplumda devlete ait işletmelerin “halkın malı” olduğu söylemi devletin sınıf karakterinin üstüne atılan örtü olmakla birlikte burjuva mülkiyet hukukunu referans almak onu meşrulaştırmak anlamına gelir.
Bu işletmelerin sahibi devlettir diye bu kuruluşlar halkın malı olmuyor. Asla unutulmaması gereken gerçek şudur ki; devlet burjuvazinin devletidir. Kapitalizm altında devletin hiçbir mülkiyeti kamuya yani tüm topluma ait değildir. Bu açıdan işçi sınıfının patronunun burjuva devlet mi yoksa özel kapitalistler mi olacağının tek başına hiç anlamı yoktur.
Devlet işletmelerinde de özel işletmelerde olduğu gibi sermayesi emekçilerin sömürüsüyle oluşur büyür. Kapitalist toplumda zenginliğin en temel kaynağı emeğin sömürüsünde yatmaktadır.
Devlet mülkiyetinin halkın malı olduğunu iddia etmek, kapitalist devlet işletmelerinde emek sömürüsünün olmadığını öne sürmek anlamına gelir. Oysaki bu kapitalizmin doğasına aykırıdır. İster devlet mülkiyeti olsun ister özel mülkiyet olsun, kapitalizm altında tüm işletmeler kâr amacıyla faaliyet yürütür ve sermaye birikimini emek sömürüsü üzerinden var eder. Kapitalizm altında ne hukuken ne de fiili olarak tüm topluma ait olan kamusal bir mülkiyet yoktur. Devlet mülkiyetini kamusal mülkiyet olarak sunmak devletin sınıfsal karakterini gizleyen ve kapitalist özel mülkiyet hukukunu meşruulaştıran küçük burjuva dar kafalı eğilimlerin tezahürleridir.
Kapitalizm ve Devlet Mülkiyeti
Kapitalizm altında devlet burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü örgütlenmesini sağlayan organ olma dışında herhangi bir işlevi yoktur. Yalnızca baskı aygıtlarıyla değil, devletin sahip olduğu tüm üretim araçları da burjuvazinin kolektif mülkiyetini temsil etmektedir. Burjuva devletlerin devletleştirme, devlet mülkiyetini büyütme politikaları tamamen burjuvazinin ihtiyaçlarına cevap vermek için vardır. Devletleştirme programlarını zaman zaman burjuva partileride öne çıkartabilmektedir. Zaman zaman aynı burjuva partiler hükümetler farklı zamanlarda veya eş zamanlı olarak özelleştirme ve devletleştirmeyi savunabilmektedirler. Bu durum onların tutarsızlıkları olarak değil, tam tersine sınıfsal ihtiyaçlarının dönemsel ifadesi olarak değerlendirilmelidir. Kimi zaman tek tek kapitalist grupların sermayesi yetmediği için kimi zaman bazı sektörler kârlı olmadığı için o alanların devlete bırakılması gerektiğini savunabilmektedirler. Kimi zaman özellikle kriz dönemlerinde komple iflas edip ölme durumuna sektörleri devletin canlandırıp, güvenli yatırım alanları hâline getirilmesi için devletleştirme politikaları savunulabilmektedir. Emekçi kitleler mevcut düzeni sarsan isyanlar ve militan mücadelere giriştiği dönemler, sınıflar arası uçurumları törpülemek ve kitleleri sistem içinde tutabilmek adına sosyal devletçi uygulamalara da geçebilmektedir. Engels Anti-Dühring eserinde konuya dair şöyle bir saptamada bulunur:” Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü itibariyle kapitalist bir makinedir, kapitalistlerin devletidir, toplam ulusal sermayenin ideal kişilesmesidir. Üretici güçleri ne kadar çok kendi mülkiyetine geçirirse, o kadar çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o kadar çok sömürür. İşçiler ücretli işçi, proleter olarak kalırlar. Kapitalist ilişkiyi ortadan kaldırmaz, bilakis doruğuna tırmandırır.”
Kapitalizmin temel çelişkilerinden birisi de üretim ve üretim araçlarının hızla toplumsallaşan karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkide düğümlenmektedir. Özellikle emperyalizm dönemiyle birlikte üretimin toplumsallaşması uluslararası bir düzeye evrilmistir. Bu evrimin geldiği nokta burjuva özel mülkiyetin özünün inkârı olabilecek bir boyuta ulaşmıştır. Bugün dünyanın en zengin kapitalistleri, en büyük uluslararası tekelleri dahi, tektek bireylerinin mülkiyeti olmaktan çıkmıştır. Uluslararası tekelerden yerel orta ve küçük ölçekli işletmelere varıncaya dek mülkiyet geniş ortaklıklara ve karmaşık hiseler zincirine bağlı hâle gelmiştir. Burjuva özel mülkiyet tek tek kapitalistlerin mülkiyeti olmaktan çıkmış, daha geniş kapitalist grup ve kuruluşların kolektif mülkiyetine dönüşmüştür.
Burjuva mülkiyet her durumda tek tek kişilerin mülkiyeti olduğu anlamına gelmemektedir. Bazen bir ailenin mülkiyeti şeklinde, bazen şirket holdingler şeklinde, bazen de kooperatifler şeklinde bir araya gelmiş topluluklar olarak, bazende devlet mülkiyeti olarak kendisini var etmektedir.
Mülkiyet biçimi ne şekilde toplanmış olursa olsun değişmeyen ana olgu şudur: ” Kapitalizmde mülkiyet tek bir toplumsal sınıfın, burjuvazinin elinde toplanmıştır.”
Kapitalizm altında bir işletmenin devlet mülkiyetine geçmesi onun hâlâ burjuva mülkiyet olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi bir devlet işletmesinin özelleştirilmesi ona yeni bir sınıfsal karakter ve mülkiyet biçmi yüklemez.
Engels’e dönecek olursak;” Ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırmaz.” ( Anti-Dühring)
Kapitalist toplumda işçi sınıfı için burjuva devlet mülkiyeti, özel mülkiyete alternatif veya kurtuluş değildir. İşçi sınıfı açısından tek kurtuluş vardır; o da proleter devrimle kendisini egemen sınıf olarak örgütleyip, tüm burjuva mülkiyeti toplumsal mülkiyete çevirmektir.
Marksizm ve Devletçilik
İşçi sınıfının mücadele tarihi boyunca devlet mülkiyeti üzerine birçok tartışma yaşandı. Bu tartışmaların tamamını iki farklı ana eğilim şeklinde kategorize edebiliriz.
Birinci eğilim; devletçiliği ve devlet mülkiyetini fetiş hâline getirip sosyalizmi kaba devletçi bir sistem olarak tasavvur eden eğilimler. Bu eğilimlerin tarihsel kökeni Lassalcı devlet sosyalizmi anlayışına dayanmaktadır. Lassalcı devlet sosyalizmi anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz. Sosyalizme kapitalist toplum içerisinde devletin üretim araçlarını kendi tekelinde toplayarak ulaşılacağını savunmaktadır. Bu anlayışın temel mantığı burjuva devleti yıkamayıp onu içeriden ele geçirerek devletleştirme politikalarıyla sosyalizme varılacağı anlayışıdır. Reformist akımların, sosyal demokrasinin evriminin tarihsel kökeni de bu geleneğe dayanmaktadır. Stalinciliğin sosyalizm tasavuru da Lassalcı devlet sosyalizmi anlayışıyla aynı paydada buluşmaktadır. Sosyalizmi devletçi bir doktrin, tek parti diktatörlüğü altında uygulanan devletçi ekonomiye indirgeyen ulusal kalkınma modeli olarak sunulur.
Bu devletçi geleneğin karşısında devrimci marksizm yer almaktadır. Devlet mülkiyeti söz konusu olduğunda, devrimci marksizm devletin hangi sınıfın devleti olduğu sorusu üzerinden kendisini var eder.
Devrimci marksizm devleti sınıf savaşlarının aracı, bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde diktatörlük kurma aygıtı olarak görür. Burjuva devletin içeriden ele geçirilerek işçi sınıfı lehine düzenlenebileceğini reddeder. Burjuva devletin bizzat proletarya tarafından ilga edilmesi gerektiğini savunur. İlga edilen burjuva devletin yerine daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş işçi devletini koyar. Bu devlet işçi sınıfının öz örgütlerine ( Sovyet, Konsey) dayanması gerektiğini savunur. İşçi devletini var eden bu temel ön koşulun yerine gelmediği koşulda işçi sınıfı adına hareket eden ayrıcalıklı bir bürokasi katmanının doğacağını, bu katmanında işçi sınıfının sınıfsız topluma gidişin önünde aşılması gereken yeni engeller olarak var olacağını savunmuştur.
Toparlarsak eğer; Marksizm kendisini devlet fetişizmi üzerinden var eden devletçi bir doktirin değildir. Tam tersine devleti ve devleti yaratan nesnelliği tarih sahnesinden kaldırmayı hedefleyen siyasal akımdır. Geçiş dönemi olarak tariflenen proletarya diktatörlüğü ( işçi devleti) daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş, işçi sınıfının öz örgütlerine dayanan Sovyet organları üzerinden hayat bulan amacı kendi kendisini ortadan kaldırmak olan yarı devlettir.
Enternasyonal Komünist Devrimcilerin Kamulaştırma Programının Ayırt Edici Yönleri Nelerdir?
Makalemizin ilk bölümünde kamu mülkiyetinin ne olup ne olmadığını, neden devlet mülkiyeti ile kamu mülkiyetinin aynı şey olmadığını, bunu aynılaştırmanın veya benzer yakın olgular olduğunu iddia etmenin neden marksizmle bağdaşmadığını uzunca irdeledik. Makalemizin bu bölümde Enternasyonal Komünist devrimcilerin kamulaştırma programının, sosyal demokrat, reformist, stalinci akımlardan ayırt edici yönlerimizin altını kalınca çizerek devam edeceğiz.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; sosyal demokrat, reformist, stalinci, merkezci akımlar kamulaştırma ile devlet mülkiyetini eş anlamlı benzer kavramlar olarak tanımlanmaktadırlar. Kapitalist toplumda da devlet mülkiyetiyle özel mülkiyeti birbirinden kalın çizgilerle ayırt etme, devlet mülkiyeti ne kadar çok ise işçi sınıfı iktidarına, sosyalizme geçişin o düzeyde kolay olacağı, sınıf mücadelesi için mutlak olumlu bir olgu olarak ele alınmaktadır. Devlet mülkiyeti devletin kimin devleti olduğundan bağımsız olarak, işçilerin emekçilerin hem güncel hem de tarihsel çıkarları açısından olumlu tercih edilmesi gereken bir mülkiyet biçimi olarak kutsanmaktadır. Bunun için öne sürülen gerekçeleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1-) Devlet işletmeleri kapitalist piyasaya koşullarına göre daha korunaklıdır. Emekçiler ve halk yararına olumlu faaliyetler içerisinde bulunmaktadır.
2-) Devlet işletmeleri işçi emekçilere daha fazla taviz vermek zorunda kalır. Sosyal haklar, özlük haklar, çalışma saatleri, sendikal haklar bakımından avantajlıdır.
3-) Kapitalizm altında ne kadar çok işletme devlet mülkiyetinde olursa, işçi sınıfı iktidarında kamulaştırmalar o düzeyde rahat gerçekleşir.
Birinci gerekçeye gelirsek, burjuva devletin işletmesi kapitalist piyasaya göre korunaklı olduğunu öne sürmek, burjuva devletlerinin kapitalistlerle savaşan veya onları dizginleyen, emekçileri burjuvazi karşısında koruyacak bir liman olabileceğini öne sürmekle eşdeğerdir. Devlet işletmelerinin varlık sebebi kapitalist işletmeler gibi kâr elde etmektir. Devlet işletmelerinden çıkan ürünlerin daha ucuz ve ulaşımının daha kolay olacağını öne sürmek, ona olumluluk atfetmek, sürümden kazanmak için ucuz ürün satan tekelleri, şirketleri halkçı şirketler olarak görmekten farkı yoktur. Burjuva devletler özelikle ikinci cihan harbinden sonra birçok sosyal haklar, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçların ücretsiz verilmesini sağladığı doğrudur. Fakat bunun nedeni devlet işletmelerinin ve devletçilik politikalarının kendisi değildi. Bunu sağlayan işçi sınıfının radikal devrimci mücadelesiydi. Sosyalist devrim alternatifinin yaşayan somut bir olgu olduğu dönemde, burjuva devletler işçi hareketini sistem içinde tutmak, sınıflar arası keskin uçurumları dizayn etmek, emekçi kitlelerin sosyalist mücadeleye yönelmesini engellemek için birçok tavizler vermek zorunda kaldı. Asla unutulmaması gerek gerçeklik şudur: Şimdiye dek kazanılmış olan tüm reformlar devrimci mücadelenin yan ürünleridir. Kapitalizm altında elde edilen tüm kazanımlar her zaman burjuvazinin tehtidi altındadır. Elde edilen tüm kazanımları kalıcı hâle getirmenin tek yolu burjuva iktidarı alaşağı etmekten geçmektedir.
İkinci gerekçeye gelecek olursak eğer; devlet işletmeleri özel kapitalist işletmelerden farklı olarak kendiliğinden tavizler vermez. Kendiliğinden sosyal haklar, özlük hakları, sendikal faaliyet özgürlüğü tanımaz. Devlet işletmelerinde toplu sözleşme hakkı da, sosyal haklar da, sendikal seçim hürriyeti de işçi sınıfının dişe diş mücadelere kazanmış olduğu haklardır. Burjuva devletler her zaman kendi işletmelerinde kendi güdümünde olan sendikaların girmesi için uğraşır. Bunun dışında oluşacak örgütlenmeleri engellemek için elinden geleni ardına koymaz. Toplu sözleşme, özlük hakları gibi konularda olabildiğince işçilerin minimum seviyede kalması için çaba harcar. Bugüne dek bu durumu ters yöne çeviren yalnızca işçilerin mücadelesi olmuştur. Türk sermaye devleti kuruluşunda bolca devlet işletmesi kurmuştur. Bu devlet işletmelerinde işçilerin hiçbir hakkı olmamakla birlikte, iş hayatını düzenleyen kanunlar dahi yoktu. Sınıflardan bahsetmek, sınıf temelinde teşkilatlanmak dahi suç kapsamına girmekteydi. 30’lu 40’lı yılların işçi hareketinin ana talepleri iş kanunun oluşması, Çalışma Bakanlığı’nın kurulması, sendikal haklar, grev hakkı gibi taleplerdi. Bu hakların tamamını işçi sınıfı büyük mücadeleler ve bedeller ödeyerek kazandı. Uzun yıllar devlet işletmelerine sendika olarak devlet güdümünde hareket eden sendikalar dayatıldı. Bu ablukayı da işçilere karşı ılımlı tutumları olan hükümetler değil, işçi sınıfının militan mücadelesi dağıttı. Sözün kısası burjuva devlet işletmelerinin işçilere karşı refleksleriyle özel işletmelerin refleksleri arasında geniş bir açı farkı yoktur.
Üçüncü gerekçeyi irdeleyecek olursak; her şeyden önce öne sürülen bu gerekçe düz bir reformist anlayışı temsil etmektedir. Çünkü bu anlayış işçi sınıfının kapitalist düzeni yıkma mücadelesini burjuva devleti ilga etme mücadelesi olarak değil, onu ele geçirme, olduğu hâliyle kabul edip, kendi ihtiyaçlarına göre restore etme süreci olarak tasavvur edilmektedir.
Kapitalizmi ortadan kaldıran bir devrim süreci burjuva devleti ve onun kurumlarını ele geçirme, basit bir iktidar değişikliği değil, tüm burjuva devletin ilga edilme sürecidir. Kapitalist düzeni ortadan kaldıran bir devrim süreci demek bir bütün olarak kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermek anlamına gelir. Kapitalist mülkiyet ilişkilerine son vermek, yalnızca kapitalist özel mülkiyeti değil, kapitalist bürokrasinin denetimindeki burjuva devlete ait mülkiyetinde ortadan kaldırılması demektir. Proletaryanın iktidarını inşa etme süreci kuşkusuz zor ve çetin bir süreçtir. Proletarya iktidarını inşa etme sürecinde burjuvazinin karşı direnciyle karşılaşacaktır. Burjuvazinin karşı direnci yalnızca özel kapitalist işletmelerin ele geçirilme süreciyle değil, burjuva devlet işletmelerinin ele geçirilme sürecinde de karşı karşıya kalınılacaktır. Devlet mülkiyetinin kapitalist biçimiyle, proleter biçmi arasında koca bir proleter devrim yer almaktadır. İşçi devletleri altında gerçekleşecek kamulaştırmalar mülkiyetin basit bir el değiştirme süreci değildir. Burjuvazinin mülksüzlestirilmesi kamulaştırmanın olmazsa olmaz olan bir ayağıdır. Diğer ayağı ise mülksüzleştirilen burjuvazinin mülkiyetinin işleyişinin örgütlenmesini, toplumsal mülkiyete doğru gidecek olan sürecin temellerini atmaktır. Bunun yolu da üretim araçlarının yönetiminin işçi konseylerine, işçi şuralarına dayanmasıdır. Bu ayak oluşturulmazsa kamulaştırma sekteye uğramakla birlikte işçi sınıfı adına karar veren, hareket eden asalak bir bürokatik kastın yeşermesinin büyümesinin tohumları atılmış olur. Tam da enternasyonal komünist devrimciler kamulaştırma meselesine karşı programatik kalkış noktasını buradan yapar. Enternasyonal komünist devrimcilerin kamulaştırma programını şu sloganlarla özetleyebiliriz: ” Ne devlet mülkiyeti ne özel mülkiyet üretimde işçi kontrolü!
İşçi denetiminde kamulaştırma! ”
Stalinci, reformist teşkilatların program anlayışları asgari program ve azami program olarak ikiye ayrılmaktadır. Asgarî program kendisini burjuva düzen sınırları içerisinde gerçekleştirebilecek asgari bir programla sınırlamaktadır. Azami programları ise kapitalizmim yerini sosyalizmin alacağını savunan, bu hedefe ne zaman nasıl ulaşılacağı muğlak bir şekilde kalan, uzak belirsiz bir geleceğe erteleyen anlayıştır. Asgarî program ile azami program arasında herhangi bir köprüleri, işçi sınıfının gündelik mücadelesini sosyalist devrim mücadelesine bağlayan herhangi bir stratejiye sahip değildir. Enternasyonal komünist devrimciler ise gündelik mücadeleleri sosyalist mücadeleye bağlamak için geçiş talepleri sistemini savunurlar.
“Bugünkü taleplerle sosyalist devrim programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere günlük mücadele süreci içerisinde yardımcı olmak gerekir. Bu köprüyü günün koşulları ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin bugünkü bilincinden kaynaklanan ve kaçınılmaz bir biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesine varan bir geçiş talepleri sistemi oluşturmalıdır.” [ Troçki Geçiş Programı]
” Dördüncü Enternasyonal’in stratejik görevi, kapitalizmi ıslah etmek değil, onu devirmektir. Politik hedefi burjuvazinin mülksüzleşmesi amacıyla proletaryanın iktidarı ele geçirilmesidir. Bununla birlikte, bu stratejik görev, en küçük ve kısmiler de dahil olmak üzere tüm taktik sorunlar titiz şekilde ele alınmadan başarılamaz. Proletaryanın her kesimi, her tabakası, meslek grupları devrimci harekete çekilmelidir. Çağımızın ayırt edici özelliği, devrimci partinin en basit güncel sorunlara ilişkin çalışmaları gereksiz kılması değil, onun bu çalışmaları devriminin görevleriyle ayrılmaz bir biçimde bir arada yürütmeyi olanaklı kılmasındadır.”
İşçi sınıfının gündelik mücadelelerinde de, enternasyonal komünistler bu mücadeleye de proleter devrim perspektifiyle dahil olurlar. Verilen mücadelede yalnızca ekonomik kazanımlar elde etmek için değil, burjuva devlette yapısal çatlakların oluşması, işçi sınıfının mücadele içerisinde sosyalist bilincin gelişmesini hedefler. Kamulaştırma sorununa müdahil oluşları da bu doğrultudadır. İşçi sınıfının patronunun özel kapitalistler mi yoksa burjuva devlet mi olacak iklemini reddeder. Enternasyonal Komünistlerin görevi işçi sınıfına iyi patron bulmak değil, işçi sınıfını patronsuz bir dünya için savaşa hazırlamaktır. Her durumda burjuva özel mülkiyetle savaş halindedirler. Fabrikaların, iş yerlerinin mülkiyetinin burjuva devlete geçmesi için değil, işçilerin öz örgütlenmelerini oluşturarak, zor yoluyla üretim araçlarını burjuvazinin elinden almak için işçi sınıfının müfreze birliklerini oluşturmaya odaklanırlar. Devlet işletmeleri ve kurumlarında yalnızca işçilerin ücret artışları ve özlük hakları için mücadelede yürütmezler. Bu iş yerlerinin yönetimin ve mülkiyetinin işçi konseylerinin eline geçmesi için mücadele verirler. Tüm faaliyet ve stratejilerini bu amaç doğrultusunda belirlerler.
Enternasyonal Komünist devrimcilerin kamulaştırmadan anladığı, üretimin ve yönetimin işçi kontrolüne geçtiği, işçi denetiminde kamulaştırmadır.