Arthur, kendi insanlarını öldüren ünlü Britanya’lı ya da Zinedine Zidane, nam-ı diğer Zizou; kendi insanlarını öldürenlere hizmet eden Cezayir asıllı Fransız futbolcu. Fransız Cezayir. Çok sevilen ama hiç sevilmeyen. Kavgacı, esmer, cesur, korkak… Sömürülen halkların kahramanı olmak varken bir hain olmayı tercih eden ünlü maestro.

Zidane, Cezayir kurtuluş mücadelesinden on yıl sonra geldi dünyaya. Yani o dünyaya gelmeden on yıl evvel, çoktan bir buçuk milyon Cezayir’li Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesi verirken hayatını kaybetmişti.

Maradona, mükemmel olmayanların en mükemmeli. Bir ikon. Hızlı ve öfkeli. Mağrur ve bir o kadar da mütevazi. Öyle sevildi ki İtalya Arjantin maçında Napoli’ler Arjantin’i tutmak zorunda kaldılar. Bir Yılmaz Güney filminden fışkırmış gibi. Ondan bahsetmek eski bir tanıdığa rastlamak gibi. Yarım yamalak hatırladığınız bir rüyada ısınmak gibi. Soğuk savaşın sahipsiz halkların kanını dondurduğu günlerde sabah güneşi gibi.

Zidane, Maradona’nın futbolu bıraktığı yıllardan hemen sonra ortaya çıkan en büyük yetenek. Yeteneklilerin en korkağı belki de. İşgalcisine yedi göbekten bağlı, onun için savaşan, onun için sahada kavga eden, onun için rakiplerine kafa atan bir fenomen.

Fransa, ileri dünyanın medeni ülkesi. Dönemin İngiltere’den sonraki en büyük sömürge imparatorluğu. Öyle ki bugün Afrika topraklarında 150 milyon insan Fransızca konuşurken bu sayı Fransa’nın kendisinde 65 milyon civarıdır. Sadece sömürgelerinden yılda 500 milyar dolar gelir elde eden bir imparatorluk. Sömürge anlayışı, bulunduğu, işgal ettiği topraklarda kendisine bağlı siyasal rejimler kurmak üzerine dayalı olan Fransa, özellikle 1700’lü yıllardan itibaren Afrika kıtası üzerinde büyük bir hakimiyet kurmaya çalışmış, 1800’lü yıllarda Çad, Gine, Fildişi Sahili, Cezayir gibi ham madde konusunda kendisine büyük bir büyüme sağlayan geniş bir alana kısa zamanda yayıldı. Aynı dönem, Osmanlı’nın da gerilediği dönemlerdir. Osmanlı’nın denizler üzerindeki etkisinin yittiği zamanlarda Fransa, Cezayir’i işgal etme fırsatını kaçırmamış ve Cezayir açıklarına gelerek yaklaşık 11 yıl gibi süren bir savaşın sonunda Cezayir’i egemenliği altına almayı başarmıştır. Yaklaşık 250 yıl kadar işgal altında olan Cezayir, ikinci dünya savaşının sonunda bağımsızlık mücadelesi vermeye başlamış, bunun ilk adımlarını 50’li yılların başında atmış ve 1952 yılında başlayıp 10 yıl sürecek olan savaşın fitilini ateşlemiştir. Aklıma gelmişken demeden edemem, Fransa’nın son dünya kupası finalinde sahaya çıkan 11 oyuncusundan 8 tanesi Afrika kökenli. Öyle bir sömürge imparatorluğu.

Zidane, böyle bir ortamdan kaçmış olan bir ailenin çocuğuydu. Göçmen bir ailenin beşinci çocuğu olarak geldi dünyaya ve Fransa’nın gettolarında ırkçılığın her türlüsüne maruz kaldı küçük yaşta. Zamanı gelince Cezayir milli takımından teklif almış ama kabul etmemiş, Fransa için oynamayı tercih etmiştir. Hiçbir zaman politik bir insan olmadı, hiçbir zaman politik demeçler vermedi ama politika da onun yakasını hiç bırakmadı. Başarısız olduğu zamanlarda spor medyası tarafından Cezayir’li olarak lanse ediliyordu, başarılı olduğu zamanlarda da Fransız. Bir dönem Fransa’da en çok sevilen insan olsa da asla onların gözünde gerçek bir Fransız olmayı başaramadı. O, her ne şart altında olursa olsun bir Cezayir’li idi. Cezayir iç savaşının doruklara ulaştığı zamanlarda dahi kendisine bu konuyla ilgili uzatılan mikrofonlara sessiz kalmıştır. Halkını katledenlere karşı onlar için savaşmak adına amansız bir mücadeleyi çoktan tercih etmişti o. Yine de kimseye yaranamamış.

Maradona, mükemmel olmayanların en mükemmeli. Napoli komününün kralı. Bir futbolcudan çok daha fazlası. Kimine göre bir tanrı, kimine göreyse şeytan. Öyle bir tanrı ki İngilizlerin arka ceplerinden sessizce cüzdanlarını aşırır gibi atmıştı golünü eliyle. İngilizlerin yıllarca dünyanın arka bahçelerinden yürüttüklerinin yanında ne ki bir gol? Ama yine de fena bir gol atmıştı.

Şeytanlığı da buraya dayanır aslında. Sömürge halklar adına atmıştı o golü eliyle. Ama ne yapsındı? Falkland adaları için yapılan savaş henüz bitmiş, ardından Arjantin ve İngiltere kaderin ya da tarihin bir cilvesi olarak dünya kupası maçında karşı karşıya geliyordular. Maradona, karşısında bir futbol takımından ziyade, emperyalist bir haydut görüyordu ve savaş Maradona için henüz bitmemişti olsa gerek. Ona göre ölen çocukların intikamını alacaktı kendi deyimiyle. Ona göre futbol ve siyasetin birbirine karıştırılmaması gerektiği bir düzmece bir sahtekarlıktan ibaretti. Hayatını kaybeden, sakat ya da geride kalan diğer insanlar için çıkacaktı o maça. Hadi tanrının eli olsun o gol, peki ya sadece 4 dakika sonra 7 oyuncuyu çalımlayıp attığı yüzyılın golü de tanrının ayakları mıydı yoksa? Çim sahada tekme yiyen onun ayakları değil de Castro dövmesiydi sanki. Hayatı boyunca bilinçli bir şekilde politik bir insan olarak yaşadı ve öyle öldü. Kokain kullanırken bile. En azından diyordu Hiroşima’yı kastederek, Amerika gibi binlerce masum insanı katletmedim.

Zidane, Cezayir’in milli takımı çalıştırma çağrısını kabul etmemiş, sürekli dem vurduğu geçmişine olan borcunu ödeme şansını bir kez daha geri çeviriyordu.

Maradona, Napoli taraftarından destek isterken İtalyan’lar için şöyle diyordu: İtalya sizden 1 gün için destek isteyecek ama geri kalan 364 gün size Afrika’lı diyecek. Önceki sezon 1 puan fark ile lige tutunmuş olan Napoli’yi, yani İtalya’nın ötekisini ertesi yıl şampiyon yapacaktı. Napoli bunu asla unutmadı.

Yalnız ne golmüş arkadaş, 40 yıldır konuşuluyor. ‘’Bir hırsızı soyanın günahları 100 yıl affolur.’’ diyecek kadar cesur. Öyle ya, savaşta her şey mübahtır. Böyle öğretmediler mi bize soykırımlarını meşru göstermek için egemen sınıflar.