Türkiye tarihinin en büyük ekonomik buhranlarından birini yaşamaktadır. Ekonomik krizle birlikte, dış politikasında da çöküşler, emperyalist kutuplarla diplomatik krizlerin sonucu olarak uluslararası arenada yalnızlaşmaya ve ekonomik ambargolar yaşama sürecine doğru koşar adımlarla ilerlemektedir.
İptal edilen İstanbul seçimleriyle birlikte Erdoğan rejimi siyasal meşruiyet krizi içinde boğulmaktadır. Erdoğan diktatörlüğü kök saldıkça, demokratik hürriyetleri rafa kaldırdıkça, burjuva devlet aygıtlarının tüm kurumları işleyemez hâle gelip teltel dökülme süreci yaşamaktadır.
Kitlelerde demokrasi, hukuk, adalet kavramları en çok tartışılan konular olmaktadır. Özellikle 31 Mart seçim süreciyle birlikte demokrasi ittifakları, demokrasiye sahip çıkma çağrıları sıkça dillendirilir duruma gelmiştir.
Türkiye kapitalizmi telafisi güç bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir, tam da bu noktada sosyalist solun kendi öz programıyla kitleleri düzenden kopartma mücadelesi yürütmesi gerekirken tüm enerjisini emekçi kitlelerin sistem içerisinde taraf değiştirmesi yönünde harcamaktadır.
Bu broşürümüzde demokrasi kavramını devrimci Marksizmin öğretileriyle irdeleyip, devrimci komünistlerin demokrasi mücadelesinden ne anlaması gerektiğini, demokrasi mücadelesine nasıl müdahil olmaları gerektiğini somutlaştırma gayreti içinde olacağız.
Burjuva Demokrasisi
Demokrasi kavramı tüm ders kitaplarında ve burjuva ideologların doktorinlerinde halkın kendi kendisini yönetmesi olarak tanımlanmıştır. Burjuvazi demokrasiyi en iyi ve en gelişmiş yönetim biçmi olarak her zaman parlatmaktadır. Demokrasiye kutsallık atfedilerek, mevcut burjuva rejimlerine meşruiyet kazandıran en temel araç haline getirilmiştir.
Demokrasi kavramı ilk olarak Yunanistan’da ortaya çıkmış, kelime anlamı “Halkın yönetimi” olarak tercüme edilmektedir. Bu halkın yönetiminde; ne kadınlara ne de kölelere ne de Atina’nın yerlisi olmayanlara söz hakkı vardı. Demokrasi yalnızca dönemin egemen sınıfları için söz konusuydu. Yani ayrıcalıklı zümrenin dışında kalanların hiçbir hakkı söz konusu değildi. Bugün burjuva ideologları demokrasinin herkes için varolduğunu, eşitlik ve hiçbir ayrımcılığa sebebiyet vermediğini iddia ederler. Oysa ki hakikat bunun tam tersidir. Hem tarihsel seyri açısından hem de bugünkü mevcut durumu açısından koca bir aldatmacadan ibarettir. Uzun yıllar yalnızca devlete vergi verenlerin hâliyle mülk sahibi sınıfların rey hakkı vardı. Aynı şekilde kadınlar ve zencilerinde uzun yıllar rey hakkı yoktu. Bugün tüm yurttaşların rey hakkının olması burjuvazinin bağışlamış olduğu bir hak değildir. Ezilenlerin dişediş mücadeleler sonucu kazanmış oldukları haklardır.
“Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen, birbiriyle sürekli bir karşıtlık içinde bulunmuş, birbirine karşı gizli ya da açık kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya tüm toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle, ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.”
Tarihin seyrini ilerleten motor gücü her zaman sınıf mücadeleri olmuştur. Tüm ilerici dönüşümler ezilen sınıfların mücadelesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Egemen sınıflar her zaman kendi hegomonyalarını hedef alan değişime karşı savaş açmışlar ve de zor aygıtlarını kullanmışlardır. Değişim dalgasını engelleyemeyince, ezilenlerin mücadelesini kendi düzenine entegre etmeye çalışırlar. Bu entegrasyon başarıyla sonuçlandığında ezilenler cephesinin kazanımlarını kendi lütfuymuş gibi sunar. Ezilenlerin mücadele tarihinin bir sonraki kuşaklara geçmesini engellemek için çaba sarf ederler. Genel oy hakkı evrenselleşince burjuvazi bunu kendi düzenine fayda sağlayacak bir formata sokmak için sistematik olarak faaliyet içinde bulunmaktadır. Bugün toplumun tamamının genel rey hakkı vardır fakat mevcut parlemento ve demokrasi yalnızca mülk sahibi sınıfların çıkarlarına hizmet etmektedir. Demokrasi, parlemento ve seçimler yalnızca burjuvazinin düzenine rıza üretmek, meşruiyet sağlamak için vardır.
Burjuvazinin demokrasisi, yani parlamenter demokrasi son derece biçimsel ve yüzeyseldir. Demokrasi salt bir yönetim biçimi değildir, aynı zamanda sınıf egemenliğidir. Demokrasi kavramı tam da burada burjuvazinin imdadına yetişmektedir. Kendisini seçime indirgeyen burjuva demokrasisi kendi sınıf egemenliğinin üstünü örterek mevcut yönetimin çoğunun oylarıyla iktidar olduğunu ve o yüzden ona saygı duyulmasının propogandasını gerçekleştirir. Eğer mevcut iktidardan memnun değilseniz, onun politikalarından rahatsızsanız, bir sonraki seçimde onu cezalandırın! Burjuvazinin dayattığı demokrasi anlayışı budur.
Parlementer demokrasi, genelde birbirinin aynısı burjuva adaylar çıkarır, emekçi kitlelere mevcut burjuva adaylardan birini seçmelerini ister. Seçimler, yani adını net koyalım, burjuvazinin kurumlarından olan parlemento ve yerel yönetimlerde hangi burjuva adayın getirileceğini seçme organizasyonudur. Halk kitleleri parlemento ve yerel yönetime seçtiği adayların orada ne iş yapacağını belirleyemez, onları geri çağıramaz, onları denetleyemez. Burjuva devletin diğer organları olan ordu, polis, yargı halkın dışında bırakılmıştır. Oraya herhangi bir müdahalede bulunamaz, bulunması teklif dahi edilemez. Seçime katılma koşullarını, parti kurma koşullarını, burjuvazinin hukuku tayin eder.
İşçi sınıfının kendi iktidarını hedefleyen, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan yasal bir parti kurmanın önünde türlü engeller vardır. Bu fikirleri savunmak daha baştan anayasal düzeni yıkma suçuyla yargılanmanın önünü açmaktadır. Sandık fetişizminin bu düzeyde yapılmasının asıl nedeni emekçi kitlelerin sandık dışında mücadele araçları aramasının önüne geçmektir.
Toplumun küçük bir azınlığını oluşturan kapitalistler, aynı zamanda kitlesel propoganda araçlarına da sahiptirler (Gazete, Televizyon Kanalları, Medya). Bu araçlarla istedikleri adayı, partiyi parlatabilmekte, kitleleri istedikleri adayın kazanmasına manipüle edebilmektedir. Toplumsal muhalefeti kriminalize edebilmekte, itibarsızlaştırabilecek güce sahiptir.
Bununla da kalmazlar, politikaları kendi çıkarlarına uygun düşen partileri doğrudan finanse ederler ve sonuç olarak en çok parayı kapan en çok reklamını yaptırıp seçimde de en çok oyu kapar.
İşçi Demokrasisi
Kapitalizmin temelinde baskı ve zorbalık vardır. Baskı ve zorbalıktan arınmış bir kapitalizmin hiçbir koşulda mümkün değildir. Kapitalistler üretim araçları ve tüm üretilen zenginliğe zor yoluyla el koymaktadırlar. Bununla kalmamakta, toplumsal yaşamı da kendi zor aygıtlarıyla sınıfsal arzularına göre dizayn etmektedirler. Bu düzeni korumak için devleti kendi zorbalıkları için sınırsızca kullanırlar.
Yasaları, ordusu, polisi, bürokrasisi, meclisi, okulları, dini kurumları tamamen zorbalığa dayalı kapitalist tahakkümlerinin devamı için vardır. Bu zorbalıkların üstünü örtmek için sınırlı bir demokratik alan açarlar. Kendilerine oluşacak tepkilerin düzen içinde kalması amacıyla bunu yaparlar. Kapitalist parlementer demokrasinin nasıl işlediğininden broşürümüzün önceki bölümlerinde uzunca bahsettik. Broşürümüzün bu bölümünde işçi demokrasisinin nasıl olduğunu, nasıl kendisini örgütlediğini irdeleyeceğiz.
İşçi demokrasisi kapitalistlerin demokrasisinden fersah fersah gelişmiştir. Çünkü tüm üretim araçları ve var olan zenginlik toplumsal mülkiyete dönüşmüştür. Yönetimde parlementer demokrasi değil doğrudan demokrasi hakimdir. Doğrudan demokrasinin araçları olan şurâlar; iş yerlerinden başlayarak ilçe düzeyine oradan il düzeyine uzanan geniş ve dinamik bir örgütlenme sistemi yaratır. Halk belli süreler için kendi Sovyet üyelerinin içinden temsilciler seçerek, seçtiklerini istediği zaman görevden alma yetkisini elinde bulundurmaktadır. Yönetimden memnun kalmadığı temsilcileri istediği zaman geri çağırabilmektedir. Sovyet örgütlenmesi sadece yasama işleriyle sınırlı değildir, hem yasama hem yürütme işlerini birlikte yürüten dinamik bir örgütlenme modelidir.
Klasik burjuva devletteki gücü elinde küçük bir zümrenin bulundurduğu daimi profosyonel ordu bulunmaz. Onun yerine tüm halkın silahlandığı, ordudaki yöneticilerin de seçimle belirlendiği Milis sistemi varlığını korur. Burjuva devletlerdeki gibi şiddet araçlarını küçük bir zümrenin tekelinde bulundurduğu denetlenemez bir militarist baskı aygıtı olmayacaktır.
Kamuda çalışanlar, ortalama bir işçi ücretinden fazla ücret alamazlar. Bu uygulamayla bu türden devlet görevlileri ayrıcalıklı bir konuma ulaşması sekteye uğratılmış olur.
Sözün kısası işçi demokrasisinin burjuvazinin temsili demokrasisi ile hiç bir benzerliği söz konusu değildir. İşçi demokrasisi özyönetim organları üzerinden şekillenen doğrudan demokrasinin mutlak iktidarıdır. O yüzdendir ki, burjuva siyasetçiler ile proleter devrimcilerin demokrasiden anladıkları taban tabana zıt olan anlayışlardır.
Demokrasiyi Korumak ve Geliştirmek Kimin Harcıdır?
Kapitalizmin yükselişi dünyanın geri kalanına büyük bir şiddet uygulaması ile meydana gelmiştir:
Bazen soykırım ile daima yağma ile ve sömürü ile hayat bulmuştur. Amerika, Afrika ve Asya kıtalarının sömürgeleştirilmesi, küresel kapitalizmin piyasaya hammade sağlayan Kuzey Amerika’daki modern kölelik ırkçılığının icadına eşlik etmiştir.
Ancak eski egemen sınıfları devirerek ve eski üretim şekillerini bozarak burjuvazi 15. Yüzyıldan 19. Yüzyıla kadar görece ilerici bir rol oynamıştır. (17. Yüzyılda Hollanda devrimi, 18. Yüzyılda Amerikan ve Fransız devrimleri) Burjuvazi o dönemde hanedanlara, devlet dinine ve hakların eşitsizliğine karşı geliyor, akla ve bilime güveniyordu. Burjuvazi bu ilerici barutunu tamamen kaybetmiştir. 20. Asırda baskın ülkelerde vatanseverlik mevcut sosyal düzenin kabulü, hatta ırkçılık ve yabancı düşmanlığına dönüşmüştür. Bu durum en “demokratik” ülkelerde de gerçekliliğini korumaktadır (Fransa, Almanya, Büyük Britanya, ABD, Japonya). 20. Asırda, burjuvazi ruhban sınıflara karşı verdiği mücadeleyi terketmiş, dinci ideolojileri kendi iktidarına karşı kalkan olarak kullanmaya başlamıştır. Gerek dinci, gerek ırkçı, faşist grupları devrimci hareketlere karşı silahlandırmış ve beslemiştir. Bunun neticesi insanlık için felaketler olmuştur.
20. Yüzyıldaki tüm demokratik hak ve hürriyetler işçi sınıfının ve ezilenlerin mücadelesiyle kazanılmıştır. Sosyalist devrimlerin güncel olması, SSCB’nin fiili varlığı, işçi sınıfının ve ezilen ulusların devrimci mücadelesinin artan eğride gitmesi burjuvaziye demokratik, sosyal hak ve hürriyet talepleri konusunda tavizler verdirmeye sürüklemiştir. Grev, sendika, örgütlenme, siyaset yapabilme hürriyeti, kadınlar için seçme seçilme, kürtaj hakkı, milli azınlıklar ve azınlıktaki inanç grupları için demokratik hak ve hürriyetler kazanılmıştır.
Seksenli yıllarla birlikte işçi sınıfının mücadelesinde gerilemeler başlamıştır. Devrimci mücadelenin yüksek olduğu üçüncü dünya ülkelerinde ABD destekli askeri darbeler gerçekleşir. Seksenli yılların sonuna doğru SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla birlikte burjuvazinin eline tarihi fırsatlar geçti. Burjuvazi için neoliberal politikaları dizginsizce uygulama alanları doğdu.
Yüzyılda sosyalist devrimlere karşı emekçi kitleleri düzen içinde tutma aracı olarak doğan sosyal devlet uygulamasına karşı cadı avı başladı. Sosyal hakların baltalanmasına paralel olarak demokratik hürriyetler baskı altına alınma sürecine girdi. Savaş, göç, güvensiz istihdam, ırkçılık, yoksulluk, işsizlik, homofobi, nefret cinayetleri, ataerkillik arttıkça küresel düzeyde aşırı sağın hızla güçlenmesi ve iktidar olma sürecini beraberinde getirdi.
Demokrasi, askeri diktatörlük, bonopartizm, faşizm salt bir yönetim biçmi değildir. Herşeyden önce bu yönetim biçimleri birer sınıf egemenliğidir. Kapitalizmin ihtiyaç hâlinde kullandıkları enstürmanlardır. Elbette ki bu yönetimler arasında biçimsel olarak keskin farklar vardır, fakat iktidardaki sınıf egemenliği konusunda hiçbir farklılık yoktur. Kapitalizmin iktidarını sağlama alabilmek için hiç çekinmeden askeri darbeler tezgahlayabilmekte, faşist partileri parlatıp iktidara gelmesinin zeminini hazırlayabilmektedir.
Bonopartizm, askeri diktatörlükler, faşizm kapitalizmin olağan akışından bir sapma değildir, tam tersine bu olağanüstü baskı rejimleri kapitalizmin ta kendisidir. Burjuvazinin tüm ilerici barutunu kaybetmesiyle birlikte demokrasiyi korumak ve geliştirme mücadelesi bir asırdan fazla bir süredir devrimci proletaryanın asıl görevi hâline dönüşmüştür. Faşizm, Bonopartizm, askeri diktatörlükler de birer burjuva rejimi olsa da proletarya sınıf mücadelesini sürdürmek için, gerekli olan demokratik özgürlükler için, demokratik hürriyetleri korumak ve geliştirmek için mücadele yürütür.
Demokrasi mücadelesi devrimci mücadelenin yan ürünleridir, içiçe geçmişlerdir, bunlar birbirlerinden kopartılarak ele alınamaz. Lakin devrimci proletarya bunu kendi araçları, yöntemleri, kendi programları ve sosyalist devrim programına köprü kuracak geçiş talepleriyle gerçekleştirir. Devrimci proletarya demokrasi mücadelesini, muhalefetteki burjuva kliklerle ittifak gerçekleştirerek yürütmez. Burjuva klikler arası çatışmalardan faydalanmaya, emekçi kitleleri savaş halindeki burjuva kiliklerin saflarında bölünmesini engellemeye yönelik strateji ve taktikler geliştirir. Devrimci proletarya mücadelesini yalnızca kendi öz teşkilatları aracılığıyla yürütür. Devrimci proletarya yalnızca ezilen unsurlarla ittifak halinde olur. Bunlar milli azınlıklar, kadın hareketi, LGBTİ hareketi vb… Bu unsurları da burjuva devletin devrimci yöntemlerle yıkılışı için mücadeleye davet eder. Devrimci proletaryanın demokrasi mücadelesindeki tüm talepleri ve stratejileri, işçi devletinin temelini teşkil eden baskı güçlerinin silahlarının alınmasından ve emekçi kitlelerin (maaşlı çalışanların, kentlerin ve kırsal kesimlerin, diğer çalışanların, işsizler, eğitim gören emekçiler, askere çağrılanlar….) şurâlarının kurulmasına yönelik olmalıdır. Sözün kısası 21. Yüzyılda demokratik hürriyetleri korumak ve gerçek bir demokrasi kurmanın yolu işçi demokrasisinden (proletarya diktatörlüğünden) geçmektedir.
İmamoğlu, Erdoğan, Demokrasi ve Sosyalistler
Skandal YSK kararından sonra, Türkiye’nin ana gündemi haline gelmiş İstanbul seçimleri tüm yakıcılığıyla varlığını korumaktadır. Tekrarlanacak olan İstanbul seçimleri yerel seçimden çok genel seçim havasında geçmektedir. Erdoğan’ın yeni inşa ettiği Başkanlık rejiminin bir ürünü olarak iki partili bir siyasal seçim sistemine hızla gidilmektedir. İstanbul seçimleri tam anlamıyla iki partili seçim sisteminin izdüşümü görünümündedir. Yaklaşan İstanbul seçimlerinde sol sendikalar, meslek odaları, HDP, sosyalist solun ezici çoğunluğu CHP-İYİP blokunun adayı İmamoğlu’nu destekleyeceğini açıklayarak, İmamoğlu için aktif kampanya sürecine başladı. HDP, Haziran Hareketi, ÖDP, Halkevleri, EMEP, HKP, TİP İmamoğlu’na destek çağrılarında bulundu; EHP, SİP-TKP, SİP-TKH, kendi adaylarını İmamoğlu lehine yarıştan çektiğini açıkladı. Sendikalar ve Meslek odaları “Demokrasi Nöbetine” başladı, TİP ise “İstanbul Seninle Kazanacak” adlı bir platform oluşturdu. Sosyalist sol somut durumun somut tahilini “Faşizmi sandık yoluyla geriletmek” olarak kodladı. Bu durumdan da kendisine çıkartmış olduğu temel devrimci görev İmamoğlu’nun en ateşli ve sadık dostluğunu yapmaktı. Türkiye kapitalizminin geleneksel sermaye kanadı olan TÜSİAD’ın tüm gücüyle parlattığı, Faşist İYİP’in tüm varlığıyla desteklediği, Türk sermaye devletinin kurucu partisi CHP’nin burjuva adayı İmamoğlu’na HDP ve sosyalist solun ezici çoğunluğu amasız, lakinsiz, fakatsız açık çek vermektedir.
İmamoğlu HDP’nin, sosyalistlerin , sendikaların vs. oyunu almak ve kampanyasının aktivisti yapabilmek için ne vaat etmektedir? İmamoğlu’nun seçim programında işçiler, emekçiler, kürt yoksulları için ne vardır? Bu soruların cevabı koca bir hiçtir. İmamoğlu bu kesimleri kazanmak için hiçbir çaba dahi harcamamamıştır? Seçim programında ne işçier için herhangi bir vaat ne de kürtler için ne de demokratik hürriyetler için hiçbir vaat sözkonusu değildir. Yoksulluktan, ekonomik krizin etkilerinden bahsetmekte fakat buna dair somut çözüm önerileri söz konusu değildir. Seçimleri kürt seçmen sayesinde kazanmasına rağmen olabildiğince kürtlerden bahsetmemeye çalışmaktadır. HDP’nin tutuklu eşbaşkanı Demirtaş’ın siyasi dilini beğendiğini dile getirmesi dışında Kürt sorununa dair hiçbir açıklamsı yoktur.
İstanbul’un en demokratik Belediye Başkanı olacağını idda etmektedir, fakat bu demokrasinin somut pratiklerinin ne olacağına dair herhangi bir netlik yoktur. 2010 Anayasa referandumunda solun bir kısmı “Yetmez ama Evet” çıkışında bulunarak AKP’nin anayasa paketine eleştirel destek sunmuştu. Referandumda solun hayır diyen kısmı bu kanada karşı yıllar boyunca yapılabilecek tüm eleştiri ve hakaretlerde bulundu. 2010 Referandumunda üç kutuba (yetmez ama evet, hayır, boykot) ayrılan solun tamamı “Yetmez ama Evet” kampanyasının çok daha gerisinde kalan bir siyasal hat üzerinden “Yeterde artar bize İmamoğlu” kampanyasında birleşmiş durumdalar. Erdoğan solun bir kısmını “Yetmez ama evet”e ikna etmek için üst düzey çaba harcamıştı. Yeni anayasayla askeri vesayetin gideceğini, AB kriterlerinde bir demokrasi geleceğini, Kürt sorununun çözümünde demokratik adımlar atılacağını, 12 Eylül’ün darbeci komutanlarının yargılanacağını, sendikalaşmanın önündeki engellerin kalkacağını, hatta iki sendikaya birden üye olunabilineceği vaatlerinde bulunmuştu. Buna rağmen “Yetmez ama Evet”çi kanat bu vaatlerin iyi fakat yeterli olamayacağını daha fazlası için mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamaktaydı.
Bugün İmamoğlu sola, işçilere, kürtlere dair hiçbir somut vaadi olmaması, hatta böyle bir kaygı dahi yaşamamasının dışa vurumu olarak seçim kampanyasını olabildiğince sağda yürütmesine rağmen HDP ve sosyalist solun tereddütsüz desteğini almaktadır. Adnan Menderes’in 50’li yıllarda meşhur bir sözü Türkiye siyasal hayatında kendisine yer buldu: “Ben odunu dahi milletvekili yaparım” Bu sözün karşılığı benim oy aldığım tabanım siyaseten o kadar alternatifsiz ve çaresiz ki, benim kimi aday gösterdiğimin hiçbir önemi yok. O yıllarda da iki partili bir seçim sistemi egemendi, bir yandan devletin kurucu partisi CHP, diğer yandan Menderes’in Demokrat Partisi…
Bugünkü siyasal arena ve seçim sistemi koşar adımlarla aynı noktaya gitmektedir. Bir yandan AKP-MHP cephesi bir yandan CHP-İYİP cephesi. Tüm siyasal argümanlarını anti-AKPcilik, Erdoğan’ın gerilemesi üzerinden kuran HDP ve sosyalist sol, CHP için çantada keklik hâline gelmiştir. Olabildiğince sağcı faşist adayları çıkartmasına rağmen, sağcılıkta Erdoğan’la kıyasıya rekabet içinde olmasına rağmen sosyalist solun desteğini sorgusuz sualsiz alabilmektedir. CHP bugün “Odunu da aday gösterse” HDP ve sosyalist sol onu desteklemekten geri kalmayacaktır. HDP ve sosyalist sol bu durumu demokrasiye sahip çıkma, faşizmi sandık yoluyla geriletmek olarak tariflemektedir. Oylarını CHP-İYİP blokuna ve onun adaylarına değil toplumsal demokrasi iradesine verdiklerini idda etmektedirler. Gerekçe olarak; Erdoğan rejiminin baskıcı, otoriter, hukuk tanımaz, demokrasi düşmanı uygulamalarını geriletmek olarak tariflemektedir. Bu durumuda birleşik cephe, demokrasi ittifakı gibi kavramlarla teorize etmektedir. Siyaseten bu kadar aciz duruma düşülmesinin nedeni, ideolojik pusulasızlıktır.
Kendi siyasal tutumunu “Anti-Cilik” üzerinden kodlamanın dayanılmaz hafifliğinin kaçınılmaz sonucudur. Eğer ki siyasal kalkışınızı sadece anti-Erdoğancılık üzerinden kodlarsanız, Erdoğanla çatışma içinde olan tüm burjuva kliklerle eninde sonunda ortak bir paydada buluşursunuz. Erdoğan’ı yaratan sınıfı ve Türk sermaye devletinin devrimci yöntemlerle yıkılışı temelinde bir siyasal stratejiniz yoksa düzen muhalefetinin vitrininin sol köşe taşı olmaya mahkumsunuz. Aynı şekilde siyasal konumlanışınızı salt içi dolmamış bir antiemperyalizm üzerinden kurarsanız, antiemperyalizm adına milliyetçi aforizmalar içinde ABD düşmanlığından öteye gidemezsiniz. Bunun siyasal sonuçları da, ABD karşıtı her rejimi antiemperyalizm adına koşar adımlarla savunmaya gidiş başlar. Bu antiemperyalizmin içine Çin-Rus emperyalizminin bölgesel çıkarlarını savunmakta girer, Ortadoğu’daki tüm Baas rejimleriyle yoldaş olmakta girer, Ortadoğu’daki her devrimci kalkışmadan ABD emperyalizminin derin oyunlarını arama paronoyası eksik olmaz. Türkiye’de Erdoğan’a karşı laikliğin militanlığını yaparken, İran’da antiemperyalist savunu adına molla rejimini destekleme oportünizmini beraberinde getirir. “Anti-ciliğin” sonu Türkiye’de Erdoğan karşısında CHP dostluğu yapmak, küresel ölçekte ise Çin-Rus emperyalizminin çıkarlarının savunuculuğunu yapmaya denk düşer.
Sözün kısası salt anticilik her zaman kötünün iyisini aramaktan geçer. Düzen içerisinde kötünün iyisini bulmak sosyal demokrasinin, sosyal reformcuların görevidir. Sosyalistler kötünün iyisini seçmez, düzen cephesindeki kutuplaşmalardan yana taraf olmaz, kendi devrimci programı dahilinde devrimci alternatifini inşa etmeye çalışır. Tam da Türkiye sosyalist hareketinin siyaseten böyle bir çaresizliğe ve intihara sürüklenmesinin nedeni devrimci programa sahip olmamasında düğümlenmektedir. Devrimci program yerine sosyal demokrasinin programını kendisine ikame ederek, bunu sosyalist program olarak pazarlamaktadır. Bu durum gündelik siyasetteki karşışığı fiili olarak iki partili sisteme dönen siyasal rejimde görece solda gördükleri siyasal kutubu hak, hukuk, adalet ve demolrasiye sahip çıkmak adına desteklemektedir. Sınıf kimliğinden ayrı olarak ele alınan her kavram (Demokrasi, hak, hukuk, adalet) burjuvazinin kurmuş olduğu tuzağa düşmektir. Bu kavramları icat edenlerin maksatları da budur. Sınıf aidiyetlerini arkaplana iterek kendi sınıf egemenliklerini tüm halkın egemenliği olarak yutturmaktır. Sosyalist solda burjuvazinin yaratmış olduğu ideolojik kuşatmanın taşıyıcısı ve yaygınlaştırıcısı konumundadır. Bizim için savunulması gereken; demokrasi, adalet, hak, hukuk değildir. Savunulması geteken; ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, eylem özgürlüğü, basın özgürlüğü, daha geniş yaşam haklarına sahip olma mücadelesidir.
Tel tel dökülen, işleyemez hâle gelen, tüm meşruiyeti ağır darbeler alan burjuva devlet aygıtlarının yeniden resterasyonunun parçası olmak biz devrimci komünistlerin işi olamaz. Devrimci Komünistlerin görevi burjuva kutuplaşmalara sıkıştırılmış emekçilerin ve ezilenlerin devrimci alternatifini öne çıkartmak, bu amaca uygun geçiş talepleri öne sürmek, tüm enerjisi ve gücüyle Devrimci Komünist Partinin inşasına odaklanmak.
Unutmamak gerekir ki; taşı delen suyun gücü değildir, damlaların sürekliliğidir. Bizim devrimci kalkışımız burjuva etkinliğinin tüm yeryüzünde ortadan kalkması imkanını zorlayan şiirsel bir adalet arayışı olarak başlayacak, eşitlikçi ve militan bir özgürlük yürüyüşü olarak gelişecek, sömürünün, yoksulluğun, ezilmişliğin, baskı ve ötekileştirmenin yaşandığı tüm coğrafyalara taşınacak ve çoşkulu bir ırmak gibi bütün ülkelerin sınırlarını aşacak ve güçlü bir kasırga gibi burjuvazinin tüm kalelerini yıkacaktır. Bu yürüyüş sosyalist dünya devrimine kadar sürecektir.
Gelecek Her Yerde Bolşevizme Aittir!