Derin Devlet mi? Burjuva Devletinin Kendisi mi?

TC kuruluşundan bugüne değin tek dil, tek devlet, tek millet ideolojisini dayattı. Kendi ideolojik varlığını bununla sağlamaya çalıştı. Kimi zaman gayrimüslimlere, kimi zaman Alevilere, yıllardır da Kürtlere, kısacası kendi profiline uymayan her ulusu, etnik yapıyı, inanç gruplarını, siyasi özneleri bir devlet politikası olarak ötekileştirdi. Asimile etmeye, Türkleştirmeye çalıştı. Bu devlet politikasında uzun yıllar ısrar eden TC hiçbir zaman toplumu tek tipleştirmeyi başaramadı. Her zaman bilindik yöntemleri uygulayarak, sürekli olarak ötekileştirdiği grupları “dış mihrakların etkisiyle hareket eden bozguncular” olarak hedef gösterdi. Bunun kronolojik sırası o kadar uzun ki, hepsini incelemek için ayrı bir çalışma gerekmektedir. Zilan, Koçgiri, Dersim, 6-7 Eylül, Sivas, Çorum, Maraş ve onlarca benzeri katliam TC’nin bu sistematik olarak uygulanan devlet politikasından vazgeçemeyeceğinin göstergesidir. Yıl dönümü vesilesiyle 6-7 Eylül 1955 yılını mercek altına alıp bugüne dek devam eden devlet politikasını inceleyelim.

6-7 Eylül 1955 saat 13:00’te devlet radyosunda, Selanik’te bulunan Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı haberleri Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü. Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin çağrısıyla Taksim’de miting düzenlendi. Taksim mitingi sonrası faşist güruh İstiklal Caddesi’nde gayrimüslimlere ait işyerlerini yağmaladı. İstiklal Caddesi’yle sınırlı kalmayan faşist güruhlar, Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy ve Adalar’ı yağma alanına döndürdü. Devletin kolluk güçlerinin olaylara müdahale etmemiştir, hatta günler öncesinden gayrimüslimlerin ev ile işyerlerinin işaretlenip polisin yönlendirmesiyle bu eylemler gerçekleştirilmiştir. Bütün bunlardan hemen sonra, yayınlanan haberin yalan olduğunun ortaya çıkması ile olayın da bir tiyatrodan ibaret olduğu gün yüzüne çıkar.

Resmi kayıtlara göre olaylar sonucunda 4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 5317 tesis saldırıya uğradı ve tahrip edildi. Olaylar sonucunda birçok Rum ve Ermeni vatandaş evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kaldı. Bu durumun birebir sorumlularından olan dönemin başbakanı Menderes’in bir demokrasi kahramanı ilan edilmesi, RTE’nin de kendine örnek aldığı tarihi politik bir figür olması bu devlet geleneğinin devam ettiğinin en açık göstergesidir.

2000’li yılların ortaları, AKP’nin yeni iktidar olduğu dönemde Türkiye burjuvazisi iç çatışmaya girdi. Bir yandan eski statükocu kanat, bir yandan da liberal kanat. Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla statükocu kanat alaşağı edildi. AKP hükümeti de bunun üzerinden “derin devleti tasfiye ettik” propogandası üzerinden kendine demokrat imajı verdir. Solun bir kısmı Ergenekon diye bir örgütün olmadığını, bu operasyonların AKP eliyle orduyu tasfiye ettiği, Cumhuriyet’in kazanımlarına karşı bir saldırı olduğunu savundu. “Yetmez Ama Evet” kampanyasıyla şekillenen sol liberal siyasi özneler ise, Ergenekon, balyoz vs. operasyonların derin devleti tasfiye ettiğini ve bunun demokratik bir kazanım olduğunu savundular. Peki neydi bu derin devlet olarak tariflenen şey, mevcut burjuva devletten ne farkı vardı?

Derin Devlet ve Burjuva Devletin Bir Farkı Var Mı?

Devlet, her şeyden önce sınıf savaşının bir aracıdır. İktidardaki sınıfın başka bir sınıf üzerinde hakimiyet kurma aracıdır. Burjuva demokrasisinin darlığı ve genişliği sınıf mücadelesinin örgütlülüğünü ve güçlülüğünü belirlemektedir. Kimi zamanlar sınıf mücadelesinin kazanımları olarak ortaya çıkan demokratik haklara burjuva devletlerde uymazlar. Hatta kendi anayasalarına aykırı işler yapacak illegal suç örgütleri kurarlar. Bu sadece Türkiye için geçerli değildir. Daha önceleri Avrupa’nın birçok ülkesinde gladyo gibi örgütler kurulmuş, devrimci hareketlere karşı savaşmışlardır. Kimi zamanlar bu örgütlerin tetikçileri yargılanıp, “temiz eller operasyonu” vs. popülist söylemlerle burjuva devletler kendini temize çıkarmaya çalışmıştır. Burjuva devletler her zaman kendine bağlı illegal suç örgütlerine ihtiyaç duyarlar. Bunlardan vazgeçmeleri, şeffaflığa bürünmeleri kapitalist devletin özüne aykırıdır.

Bu noktada sadece kendi suç örgütlerini zaman zaman gözden geçirme ihtiyacı duyarlar. Bu süreçlerde de bunun üzerinden demokrasi naraları atarlar. Bugün burjuva devletini derin devletten bağımsız bir olgu olarak ele almak ikiyüzlü liberal burjuva demokratlarının saflarına girmektir.

6-7 Eylül’de gayrimüslimlere yapılan uygulamanın türevleri yıllarca Kürtlerden, Alevilere, Ermenilerden, LGBTİ bireylere varıncaya kadar toplumun geniş bir yelpazesi bu uygulamalardan nasibini almıştır.

Biz Devrimci Marksistlere düşen görev ötekileştirilme üzerinden yükseltilen ırkçı dalgaya karşı Enternasyonal bir perspektifte birleşik sınıf cephesi örmektir. 6-7 Eylül 1955’te olan saldırılar bugün Suriyeli mültecilere karşı uygulanılmaya çalışılmaktadır. Zaman zaman bunun provaları da gerçekleşmekte. Bunun için faşist güruhların eyleme geçmesini beklemeden işçi sınıfının içinde enternasyonalizmin devrimci ruhunu canlandırdığımız ölçüde bu tarz ırkçı dalgaları bertaraf edebiliriz. Bunun için yılmadan, sabırlı bir çalışma ile devrimci komünist partisinin inşasına odaklanmak Enternasyonal Komünist Militanların tarihsel sorumluluğu ve görevidir.

Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!