Sendikaların Devlet ve Sermayeyle Bütünleşmesinin Tarihsel Seyri
İşçi örgütlenmesinden söz edildiği zaman, ilk akla gelen teşkilatlar sendikalar olmaktadır. Sadece sendikalı ve sendikasız emekçi kesimleri tarafından değil, sosyalist solun militanları tarafından da ilk akla sendikalar gelmektedir. Bu durumun temel nedenlerinden birisi sendikalara alternatif işçi kitle örgütlerinin olmamasında düğümlenmektedir. Sendikalar; kökenleri, üyeleri ve toplumsal bilinçteki yerleri bakımından tartışmasız işçi örgütleridirler. Fakat sendikalar çok uzun zamandır bu özelliklerine komple yabancılaştılar. Devlet ve sermayeyle kurmuş oldukları bağlar ve yürüttükleri siyasetin sonucu olarak sendikalar, işçilerin mücadelesini kontrol altında tutan dev bürokratik aygıtlara dönmüşlerdir. Bu dev bürokratik aygıtlar, işçi mücadelesinin militanlaşmasının ve devrimcileşmesinin önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. İşçilerin sendikalara olan güvenleri her geçen gün erimekte fakat her şeye rağmen sendikalar mücadeleye karar veren işçilerin ilk uğradıkları yerler olma özelliğini korumaktadır. Sosyalist solun da, işçi hareketinin tüm kesimlerinin de, sendikal bürokrasiye ve sendikaların izlemiş olduğu mevcut politikalara yönelik eleştirileri vardır. Fakat bu eleştirilerin boyutu sendikal bürokrasiyi yaratan nesnellikle ve onun tarihsel süreciyle hesaplaşmaya girilmeden yapılmaktadır. Sendikal bürokrasi sorununa, yeni sendikalar kurarak veya mevcut sendikal yönetimin değiştirilmesi hedeflenerek çözüm önerileri üretilmektedir. Kısacası sendikalizm sorunu yine sendikalizmle çözülmeye çalışılmaktadır. Sendikalar sorununa sağlıklı cevaplar verebilmek, devrimci programatik perspektifler çıkartabilmek için sendikaların devletle ve sermayeyle bütünleşmesinin tarihsel evrimini mercek altına almak zorunluluktur. Britanya’da sanayi devriminin doğması ve bu sürecin Avrupa’nın diğer ülkelerinde de yaşanmasıyla birlikte kapitalizmin doğma süreci başladı. Bu süreç üretim formasyonlarının ve tüm toplumsal yapının köklü şekilde değişmesine yol açtı. Kapitalizmin doğmasıyla birlikte kırlar kentlere bağımlı hâle geldi. Bu durumda kentleşmeyi ve yoğun bir göçü beraberinde getirdi. Küçük atölyeler tasfiye olarak yerlerini büyük fabrikalara bıraktı. Fabrikalar sistemi işçilerin kitlesel olarak bir arada çalışmasının ve ikamet etmesinin önünü açtı. Tekstil ve pamuk ipliği üretimindeki endüstriyelleşmeyle birlikte kadın ve çocuk işçiliği hızlı bir şekilde yayılmaya başladı. Kapitalizm, işçileri kitleler hâlinde belli merkezlere hapsetti. Çalışma ve yaşam koşullarının gittikçe ağırlaşması, işçilerin bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına dikilmesinin nesnel olanaklarını sağladı. İlk işçi eylemleri kendiliğinden şekilde makine kırıcılığı eylemleriyle tarih sahnesine çıktı. Bireysel makine parçalama eylemlerinden sonuç alamayan işçiler, kendi aralarında birliklerini sağlayan örgütlenmelere girdiler. İşçi birliği temelindeki bu örgütlenmeler sendikaların doğmasını sağladı. 19. Yüzyılın ilk yarısı boyunca birkaç işçinin bir araya gelmesi gibi basit bir olgu, kapitalistler tarafından gizli komplo sayılarak cezalandırılabiliyordu. İlk sendikalar, işçi birlikleri İngiltere’de 1820’li yıllardan başlayarak marangozlar, denizciler, tekstil ve manifaktür işçileri tarafından kuruldu. 1840’lı yıllara sendikalı işçi sayısı 800.000 kadardı. 1868 yılına gelindiğinde işçi sınıfı içinde Çartizm olarak bilinen akım doğdu, bu da büyük işçi ayaklanmalarına yol açtı.

Britanya okullarında okutulan resmi tarih derslerinde Çartizmi, kaçınılmaz yenilgisinin mahkum olmuş küçük bir hareket olarak tanımlar. Oysaki ne kitlesel olarak, ne siyasal etki gücü olarak, ne de sonraki kuşaklara bıraktığı mücadele geleneği olarak asla küçük bir hareket olarak kalmadı. Çartizm 19. Yüzyılda Britanya’da ki en büyük kitle hareketiydi. 1838-39’da yüzbinlerce işçi, Çartist programın okunduğu, tartışıldığı kitle gösterilerine katılmış, hükümet sanayi bölgelerine asker gönderecek kadar korkmuştur. Güney Galler’deki Newport’ta silahlı işçi birliklerinin ayaklanması gerçekleşmişti. 1842’de Lancashine’de, işçilerin fabrikadan fabrikaya yürüyerek fırınları söndürerek üretimi durdurmuş, bunu tüm ülke geneline yayarak tarihteki ilk genel grevi gerçekleştirmiştir. Çartist hareket dünya işçi sınıfına genel grev silahını kazandırmıştır. Çartist hareketin bir diğer önemli özelliği ise işçi sınıfının siyasal taleplerle harekete geçtiği ilk ayaklanma olma özelliğini taşımasıdır. Çartist hareketin politik reform programında yer alan 6 maddelik somut talepler yer almaktaydı.
1-) Suçlu olmayan ve akıl sağlığı yerinde olan, 21 yaş üstünde her erkek oy verme hakkına sahip olmalıdır.
2-) Oylamanın gizliliği sağlanmalıdır.
3-) Parlamento üyesi olmak için, “zenginlik” veya “toprak sahibi olma” zorunluluğu olmamalı, herkesin seçilme hakkı olması sağlanmalıdır.
4-) Parlamenterlere, yaptıkları bu iş karşılığında yeterli bir ücret ödenmelidir.
5-)Tüm seçim bölgeleri, eşit sayıda seçmene denk gelecek sayıdaki oyla temsil edilmelidir.
6-) Seçimler her yıl yenilenmelidir.”
Resmi programında toplumun sosyalist örgütlenmesi yerine erkeklere genel oy hakkı ve yıllık parlamentolar talep eden demokratik reform programından ibaretti. Her kitle hareketi gibi Çartist harekette içinde farklı eğilimlere sahip grupları barındırmaktaydı. Çartist hareketin içinde de iki farklı eğilim vücut bulmuştu. Mevcut hükümet yöneticilerinin kazanılabileceğini savunanlar ile onların fiziki güç kullanarak devrimcileşmesi gerektiğini savunanlar şeklinde ikiye bölünmüştü. Hükümetin fiziki güç kullanarak devrilmesi gerektiğini savunanlar bu amaca nasıl ulaşacakları konusunda net bir fikre siyasal bir eylem programına sahip değillerdi. Çartist hareketin yenilgisine sebep olan en büyük handikapı buydu. Burjuvazi, feodalizmin enkazını temizleme savaşını henüz tamamlamamıştı. Fakat Fransız devriminde kullandığı devrimci dili artık ona karşı kullanan başka bir sınıf boy veriyordu. Bu sınıf devrimci proletaryaydı. Her geçen gün bu sınıfla arasındaki keskin uçurum derinleşmekteydi. Fransız şair ve tarihçi Lamartine şu yorumda bulunmaktaydı: ” Proletarya sorunu, eğer toplum ve hükümetler onu kavrayamaz ve çözemezse, günümüz toplumunda korkunç patlamalara neden olacak şeydir” Çartist hareket, tüm eksikliklerine ve amatörlüğüne rağmen gelecekteki işçi kuşaklarına önemli tecrübeler bıraktı. Her şeyden önce aşağıdan yukarıya örgütlenmiş kitlesel işçi mücadeleleri deneyimi bırakmıştır. İşçi sınıfının politik taleplerle burjuvazinin karşısına bir sınıf olarak çıkma geleneğini mayalamıştır. İşçi sınıfına genel grev silahını miras bırakmış, ayaklanma sanatıyla ilgili bugünde faydalanabileceği tecrübeler bırakmıştır. 1868’de, Çartist ayaklanmalardan sonra var olan işçi birlikleri merkezileşmeye başladı. Fransa’da CGT( Genel İş Konfederasyonu) 1895’de kuruldu.
Almanya’da 1863’te sosyalist militanlar tarafından iki kamu emekçileri derneği kuruldu. Sendikalar o dönem burjuva devletin yasalarına tabi olmayı kökten reddeden, fiili meşru mücadele yürüten bir noktadaydı. Öncü işçiler devlete karşı derin bir düşmanlık beslemekte, devletin işçiler lehine çıkardığı yasaklara da şüpheyle yaklaşmaktaydı. Fransız hükümeti sendikaları yasallaştıran bir yasa çıkartmıştı. Bu yasaya göre sendika sorumlularının adlarının devlete bildirmek zorunluluktu. Sendikaların tamamı bu yasaya karşı çıkmaktaydı. 1914-18 birinci cihan harbine kadar sendikalar içinde devrimci eğilim baskın konumdaydı. O tarihe kadar devletle bütünleşmek asla söz konusu değildi. Hükümetlerin getirdiği sosyal haklar ve işçiler lehine getirilen yasalara kuşkuyla yaklaşılmaktaydı. Sendikalar patronların sert baskılarıyla karşılaşsa da emekçilerin savunuculuğunu sınıf temelinde yapmaktaydılar. Bu duruma karşılık yeni bir eğilim sendikalar içinde vücut buluyordu. Sendikaların patronlarla uzlaşmasını reddeden ama devletle uzlaşmaya gidebileceğini kabul eden eğilimdi. Devletler baştan beri kapitalistlerden daha etkin bir şekilde sendikalarla uzlaşma olanakları arayışındaydı. Burjuvalar yalnızca kendi sınırlı ve acil çıkarlarını görebilmekteydiler. Devletler ise burjuvazinin genel ve uzun soluklu çıkarlarını görmekteydiler. İşçi sınıfının bu radikalliğinin başlarına bela olabileceğini çok önceden tespit ederek, sendikalar aracılığıyla onları sisteme kanalize edip, etkisizleştirme arayışı içindeydiler. İlk sendika tipi örgütlenmeler, meslekler ve mesleki uzmanlık temelinde örgütlenmişlerdi. Bu birlikler tüm işçilerin çıkarlarından ziyade kendi üyelerinin çıkarlarını ve aralarındaki yardımlaşmayı baz almaktaydı. İlk oluşan sendikalar işçi sınıfının vasıflı kesimleri arasında oluştu. İngiliz burjuvazisi de bu kesimleri koruyarak bir işçi aristokrasisi oluşmasına zemin hazırlayıp, sınıfı bölmeyi amaçlamaktaydı. 1892 yılına gelindiğinde İngiliz sendikaları daha çok teknik sorunlarla ilgilenen 600-700 sürekli profesyonel sendikacıya ücret vermekteydi. Profesyonel sendikacılar ile sendika üyesi işçiler arasında önce ayrıcalıklı bir katman oluşması akabinde, kendi tabanına yabancılaşma süreci başladı. Patronlar bu çelişkiyi fırsata çevirebilme eğilimine girdiler. Patronlar için birçok işçiyle uzlaşmaktansa, küçük bir sendika temsilcisiyle uzlaşmak çok daha kolaydı. O dönemim bir işçisi sendika temsilcilerinin içinde bulunduğu durumu şu şekilde özetlemektedir. ” Günümüzde büyük bir sendikanın ücretli elemanı burjuvaların dalkavukluğunun ve yaltakçılığın hedefidir. Onlarla akşam yemeğine davet edilir, onların şık mobilyalı güzel halılarına ve lüks yaşamına hayrandır. Giderken kendi yaşam biçimi de değişir ve kendini sendika üyeleriyle çelişki içinde bulur” 1900’lü yılların başında bir işçinin yapmış olduğu bu gözlem bugün tüm yakıcılığıyla geçerliliğini korumaktadır. Ortaya çıkan bu sendikal bürokrasi hızla patronlar ve devlet tarafından işçi mücadelesini etkisizleştirme aracına dönüştü. İngiliz liberal politikacıları, artık sendikalardan yararlanabileceklerini anladılar. Sendika önderlerini kendi partisinden aday göstererek, hem işçilerin oyunu almakta hem de işçi mücadelesini komple burjuva devletin yasalarına bağlı hâle sokmaktaydı. Bu süreçten sonra burjuva partilerin ve bakanlıkların kapıları sendika yöneticilerine açılmış oldu. 1912 yılına gelindiğinde, İngiliz devletinin çeşitli kuruluşlarında sendikaların bulunduğu 400 makam vardı. Aynı dönemde, Alman sendikaları da hızlı bir evrim geçiriyordu. Geçmiş yıllarda gerçekleştirilen sayısız grev ve 1890’da anti sosyalist baskı yasasının iptal edilmesi, birçok şeyi değiştirdi. Sendikaların üzerindeki yasaklar kalkınca hızla kitleselleşme süreci başladı.1912 yılına gelindiğinde 2 milyona yakın aidat ödeyen üyesi olmuştu. Sendikalar sosyal hayatı düzenleyen, kendisine danışılan kurumlar hâline gelmişlerdi. Kamu hizmetinde de taraflardan biri hâline gelmişti. Çeşitli sendikaların (emekli sandığı) işletmesine giriyordu, toplu sözleşmeler imzalayabiliyordu. Almanya’daki işçi hareketi ve sosyalist hareket için asli amaç sahip oldukları demokratik özgürlükleri korumak ve eski anti-sosyalist yasaların geri gelmemesini sağlamak. Bunun içinde olabildiğince ılımlı bir politika izlemekteydi. Sendikaların izledikleri bu ılımlı politikaların kaçınılmaz sonucu hızla devletle ve sermayeyle bütünleşmek olarak hayat buldu. Şirketlerin büyümesinden kendisine pay ve imtiyaz alan, kendi geleceğiyle şirketlerin geleceğini birlikte gören sendikal bürokrasi ve işçi aristokrasisi kurumsallaştı. Tüm sendikal kanunlar, grev kanunları hazırlanırken işçi hareketini kontrol altında tutma ve pasifize etme perspektifiyle hazırlanmıştır. Sendikaların, sermaye ve devletle bütünleşmesinin en kritik dönemeci Birinci Cihan Harbinde yaşandı. 2. Enternasyonal’in en güçlü partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi savaş kredilerini onaylayıp, işçi sınıfını kutsal birliğe davet etmesiyle, gerek 2. Enternasyonal partileri, gerekse de onun kontrolündeki sendikalar kendi burjuva devletinin bir aparatı hâline dönüştüler. Savaştan önce gerek 2. Enternasyonal partileri, gerekse de sendikalar kendilerini devrimci olarak tanımlamaktaydılar. Emperyalistler arası oluşan bu savaş yalnızca sosyalistler için değil sendikalar içinde hayati bir sınavdı. Bu hayati sınavdan burjuvazinin saflarında birleşerek, sosyal şoven zehri işçi sınıfına kusarak çıktılar. Birçok sendika yöneticisi bu süreçte savaş hükümetine bakan oldular. Sendikalar savaş sürecinde işçi sınıfına daha fazla çalışmasını vaaz ettiler. Sendikalar devlete vasıflı ve vasıfsız işçilerin listesini dağıttılar. Vasıfsız işçiler cepheye sürülürken, vasıflı işçiler savaş mühimmatı için en ağır şekilde çalışmaya mahkum edildiler. Savaş sonrasında burjuvazi sendikalara hizmetlerinin bedelini hiç olmadığı kadar kötü biçimde verdi. Savaşı kazanan ülkelerin emperyalist burjuvazisi kendisini rahat hissederek sendikalara daha az gereksinim olacağını hissetti. Savaşın ekonomik daralmasını telafi etmek için patronlar daha fazla işçi haklarına saldırmakta, burjuva devletler sendikaları etkisiz hâle getiren yasalar çıkarmaktaydı. 1928 buhranıyla birlikte, işçi hareketini kontrol altında tutabilmek için sendikalara yeniden ihtiyaç duyuldu. Sendikalar burjuva demokrasisinin yaşamında gerekli olan sivil toplum kuruluşlarına dönüşmüşlerdi. Faşizmin Avrupa’da hızlı bir şekilde yayılmasıyla birlikte sendikalar komple lav edildiler. 2. Dünya savaşının arifesinde sendikalar yine birinci dünya savaşındaki gibi kendi burjuva devletini destekleyen, savaş hükümetinin parçası hâline gelen milliyetçi politikalar izlediler. İkinci Dünya savaşı sonunda oluşan yeni düzeni inşa etmek için, burjuvazi sendikaların epey yardımını aldı. İkinci Dünya savaşından sonra, burjuvazi işçi sınıfının sosyalist devrimlerine yönelmesini engellemek için Keynesçi ekonomi modelini uyguladı. Bu model serbest piyasacı bir Kapitalizm yerine işçilere çeşitli sosyal haklar veren sosyal devletçi kapitalizmdi. Bu modelin inşasında sendikalar, burjuvaziye bağlı sivil toplum kuruluşları gibi çalıştılar. Sendikalaşma oranları hızla arttı, sendikaların bu süreçteki ana misyonu işçi sınıfını devrimci fikirlerden ve militanlardan korumaktı. Anti-sosyalist bir politikaya sahip olduklarını birçok ülkede açıkça belirtmekteydiler. İşçi sınıfını siyasal mücadeleden uzaklaştırarak, ekonomik mücadeleye hapseden bir politika izlemekteydi. İşçi sınıfı radikalleştiği oranda sendikal bürokrasi de radikalleşmekte bunu da işçi mücadelesini kontrolünden kaybetmemek için yapmaktaydı. İkinci Dünya savaşı sonrası Kapitalizm’in altın çağı olarak değerlendirilen 30 yıllık ekonomik krizsiz dönemde sendikalar her yerde hiç olmadığı kadar büyüdüler, küresel düzeyde işçilerin üzerindeki dev bürokratik aygıtlara dönüştüler. Bu dev bürokratik aygıtlar devletle ve sermayeyle sıkı sıkıya bağlı olmakla birlikte kapitalist işletmelere dönüşme sürecine de evrildiler. Sendikalar devletle ve sermayeyle bütünleştikçe yalnızca işçilerin üzerinde denetim kuran bürokratik bir aygıt olarak kalmadı. Aynı zamanda da kendi içinde bir kapitalist işletmeye dönüştüler. Sendikaların ekonomik olarak büyümesinin temelinde üye aidatlarıyla gerçekleşmektedir. Bir çok yerde devlet ve sermayenin fon yardımlarını da alırlar. Sendika aidatları, grev sandığı için toplanmakta, işçiler greve çıktığında iş kaybından doğan maddi kaybı karşılamak için kullanmaktadır. Ama her grev gündeminde sendikalar sandıkların yeterli olmadığını dile getirir. Her grev sendika bürokrasisi için ekonomik kayıptı. İşçiler greve çıkarken grevin ne kadar süreceğini, grev sonunda ne kadar ücret artışı olacağını hesaplayıp, kapitalist işletme gibi kâr-zarar hesabı yaparlar. Sendikaların taşınmaz malları, ticari işletmeleri, işletmelerde çalışan sigortasız, sendikasız işçileri vardır. Ne kadar az grev olursa o kâr sağlanır ve yeni yatırımlar yapılabilir. Aynı şekilde sendika yöneticilerinin ücretlerinde artış yaşanabilir. Ortalama bir sendika yöneticisi ile işçi arasında ücret farkında muazzam uçurum vardır. Sendika yöneticiliği aynı zamanda milletvekilliğinin, bakanlık yolun açılması anlamına gelir. Sendikalar yapısı ve işleyişi gereği işçi sınıfının tamamını kapsamamaktadır. Daha çok büyük iş yerlerine ve ağır sanayi sektörlerine kök salmaktadırlar. Sınıf mücadelesinin en güçlü olduğu ülkelerde dahi sendikalar işçi sınıfının %30’unu geçmemektedirler. İşçi sınıfının ezici çoğunluğu yine sendikaların dışında kalmaktadır. Sendikalar görece işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimlerini örgütlerler. Ortaya koydukları talepler sınıfın tamamını değil kendi üyelerinin çıkarlarını temsil ederler. Sendikal bürokrasi her şeyden önce işçi aristokrasisine dayanmaktadır. Sınıflar mücadelesinde takınmış olduğu tavır küçük burjuvazinin karakteristik özelliklerini taşır. Sendikal bürokrasi emek ile sermaye arasında yer alır ve üstlendiği nesnel rol bu iki sınıf arasında arabuluculuk yapmaktır. İşçi kitlesine kıyasla ,gelir, çalışma koşulları ve yaşam tarzı açısından ayrıcalıklı bir yere sahiptir.

İşçi bürokrasisinin üstlenmiş olduğu ‘temsilci’ (parlamenter ya da sendikal) rolü onu büyük patronlarla ve patronların devleti ile gündelik olarak bir araya getirir ve bunlardan koparabileceği tavizler, işçiler arasında sahip olduğu desteğe bağlıdır. Kendi örgütlerini yıkacağı için faşizmi, onun arabulucu rolüne bir son vereceği için devrimi aynı ölçüde birer tehdit olarak gören işçi bürokrasisi çok büyük ölçüde muhafazakar bir niteliğe sahiptir. Her şeyden önce, ‘ denetimi elden kaçabilecek ’ örgütlerini dağıtarak ayrıcalıklarını elinden alacak, egemen sınıfı saldırıya geçmeye kışkırtabilecek ve sınıflar arasındaki nazik dengeleyici güç olma konumunun altını oyabilecek kitlesel eylemlerden korkar. Politik açıdan ihtiyaç duyduğu şey, sosyalizmi sözde bırakan, fiiliyatta pasifliği ve uzlaşmayı olanaklı kılan bir ideolojidir. Kendi ücretini ödeyen sendika örgütlerinin ayakta kalması için işçi sınıfına ihtiyacı vardır ; işçi bürokrasisi için işçi sınıfı yeri geldiğinde patronlardan tavizler koparmak ve bunun karşılığında işçilerden kendi örgütlerine yönelik destek kazanmak üzere savaş alanına sürebileceği yedek ordu gibidir.Ancak ihtiyaç duyduğu işçi sınıfı kendisinin istediği yerde duran ve kendi kontrolü altında olan bir işçi sınıfıdır. (1)

Sendikal bürokrasinin işçi sınıfına ve sınıfın devrimci militanlarına her zaman ihtiyaç duyar. Çünkü bürokrasinin varlığı işçilere bağlıdır, tek sermayesi işçilerdir. İşçi sınıfının ve sınıfın devrimci militanlarının sendikal bürokrasiye ihtiyacı yoktur. İşçiler bürokratlar olmadan sendikayı yönetebilme yetisine sahip olmakla birlikte, sendikalara alternatif kitle teşkilatlarını inşa edebilme tecrübesine ve gücüne de sahiptir. Komite, meclis, konsey, sovyet gibi öz örgütlenme teşkilatları deneyimleri işçi sınıfının tarihinde epey yer teşkil etmektedir. Sözü yoldaş Troçki’ye bırakacak olursak:” Sendikalar bundan böyle reformist olamazlar, çünkü nesnel koşullar hiçbir ciddi ve kalıcı reformun yapılmasına olanak tanımamaktadır. Günümüzde sendikalar ya işçilere boyun eğdirmek, onları disiplin altına almak ve devrimin önünü kesmek için emperyalist burjuvazinin ikincil aygıtları işlevini görecekler ya da tam tersine proletaryanın devrimci hareketinin araçları haline geleceklerdir.” (2)

Bu saptama bugünde tüm yakıcılığıyla geçerliliğini korumaktadır. Fakat bugün sendikaların durumu tamamen burjuvazinin ikincil aygıtı konumundadır. Bu durumda önümüze acil yanıtlamamız gereken şu soru karşımıza çıkmaktadır: Peki O Zaman Sendikaları Ne Yapacağız ?

Sendikalar bugün sınıf mücadelesinin önünde büyük bir engel teşkil ettiği gerçeği tüm yakıcılığıyla kendisini göstermektedir. Sendikal bürokrasiyi lav etmeden bu engelden kurtulunamayacağı çok açıktır. Peki sendikaları ne yapmalıyız? Komple sırt çevirip kendi kaderine mi bırakmalıyız? Sendikalar kötü diye ayrı sendikalar mı inşa etmeliyiz? Sendikaları içeriden değiştirmek adına tepeden kurulan ilkesiz ittifaklarla sendikal bürokrasiyi ele geçirip, bürokrasinin sol kanadı mı olmak mı hedeflenmeli? Sosyalist solun öne sürdüğü tüm stratejiler neredeyse bundan ibarettir. Sendikalar tamamen düzenin aygıtın olsa da gerek üye tabanı anlamında gerekse de faaliyet bölgesi olarak işçi kitle örgütleridirler. Sendikaları komple kapsam dışına bırakmak her şeyden önce örgütlenme iradesini kuşanmış olan işçi sınıfının bir kısmını sendikal bürokrasiye bırakmak anlamına gelir. Bu nedenle sendikalara komple sırt çevirmek sınıfın örgütlü kısmını düzene hediye etmek anlamına gelir. O yüzdendir ki devrimci faaliyet alanları arasında sendikalarda olmak zorundadır. Emekçilerin büyük çoğunluğu ister sendikaya üye olsun, ister olmasın sendikal mücadeleye temkinli yaklaşsa da son tahlilde sendikaları kendi örgütleri olarak görürler. Kendi çıkarlarını sendikaların savunmasını isterler. Bu nedenle sendikalara sırt çevirmek ne kadar sakat bir tutumsa, sınıf mücadelesini yalnızca sendikalara ve ücret mücadelesine indirgemekte o düzeyde sakat bir eğilimdir. Sendikal bürokrasinin lav edilmesi perspektif ile yürütülmeyen her sendikal çalışma düzene entegre olmanın farklı bir biçimidir. Biz Devrimci Marksistler açısından sendikal bürokrasiye karşı mücadele yürütmek sınıf mücadelesinin olmazsa olmaz köşe taşıdır. Hem devrimci sınıf siyasetini burjuvaziye ve onun devletine karşı savunmak hem de sendikal bürokrasinin işbirlikçi yönlerini teşhir edip, sendikal bürokrasinin komple lav edilmesi amacı doğrultusunda sendikalar içinde mücadele yürütülmesi gerektiğini savunmaktayız. Sınıf mücadelesindeki görevlerin yalnızca sendikal mücadeleye indirgenmesine şiddetle karşıyız. Komünistlerin asli görevlerinden biri ise işçi sınıfının öz örgütlerinin inşası için faaliyet yürütmekten geçtiğine inanmaktayız. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin ve devrimci bir işçi hareketi inşa etmenin yolunun buradan geçtiğini düşünmekteyiz.

SENDİKAL BÜROKASİYE KARŞI MÜCADELE PROGRAMI
Sendikal bürokrasiyi etkisiz hâle getirebilmek ve nüfus alanlarını daraltabilmek için yürütülecek mücadelenin iki boyutu vardır. Birincisi sendikal bürokrasinin nüfus alanının dışında mevziler kazanıp işçi demokrasisinin hakim kılındığı öz örgütlenmelerin inşasını gerçekleştirmek.

İkincisi sendikalar içinde taban örgütlenmelerine dayanan anti bürokratik bir işçi hareketi inşa etmekten geçer. Sendikal bürokrasiye karşı salt içeriden yürütülecek bir mücadele yetersiz olacaktır. Çünkü sendikal bürokrasinin işleyişi tabanda gelişen muhalefeti tasfiye etmeye veya kendi bürokratik mekanizmasına entegre etme konusunda çok mahirdir. İşçi demokrasisinin mutlak hakimiyetinin hüküm sürdüğü sınıfın öz örgütleri inşa edilip kitlesellik kazanmadan sendikal bürokrasinin etki alanları kuşatılamaz. Bunun yolu da sendikal bürokrasinin ulaşamadığı alanlarda mevzilenmekten geçmektedir. Sendikal bürokrasi her zaman aidat garantisi olan, rahat TİS (Toplu İş Sözleşmesi) gerçekleştirebileceği iş yerlerine yönelir. Bunlarda büyük iş yerleridir ve görece sınıfın ayrıcalıklı kesimlerini kapsar. Sendikal bürokrasi güvencesiz, taşeron, esnek çalışan, işsiz işçilerle asla ilgilenmez. Çünkü bu alanlarda süreklilik yoktur, süreklilik olmadığı için aidat garantisi ve TİS’e dayalı ücret sendikacılığı için uygun alanlar değildir. Bu alanlarda Çalışma Bakanlığı’nın belirlediği yasal mevzuata göre faaliyet yürütmek mümkün değildir. Bu alanlarda sınıf mücadelesi yürütmenin tek yolu taban insiyatifine dayalı fiili, meşru mücadele yürütmekten geçmektedir. Bu alanlarda sınıf mücadelesi vermek daha baştan düzenin yasalarına sığmamayı göze almak demektir. Bu eksende bir faaliyet örebilmek için ihtiyacımız olan iki temel kategori vardır: Sınıfa karşı sınıf perspektifini kuşanmış bir program ve bu programı pratiğe dökecek araçlar. Ekonomik kriz ve savaş gündeminin eksik olmadığı bu dönemde işçi hareketi örgütsüz, parçalı, birbirinden yalıtık hâlde olmakla birlikte olağanüstü bir kalkışma da sendikal bürokrasinin frenleyici pozisyonuyla karşı karşıyadır. Yoksulluk, sömürü, işsizlik ve açlığın veba gibi yayıldığı bu dönemde; işçi-emekçi kitlelerde öfke patlamaları potansiyellerini beraberinde getirmektedir. Fakat proleter devrimciler kendiliğinden bir hareket bekleyip, hareket oluşunca kendilerine dayanışmacı aktivizm görevini biçmezler. Proleter devrimciler böyle süreçlere her dönem hazırlanmak ve sınıfın stratejik noktalarında devrimci perspektiflerin kök salmış bir örgütlülüğe dönüşmesi için faaliyet yürütürler. Her siyasal hareketin hedefi hiç kuşkusuz iktidardır. Komünist hareketin de hedefi iktidardır. Fakat burjuva partilerden ve reformistlerden farklı olarak iktidarı mevcut düzenin daha iyi işletilmesi için değil, onun ilgası için isterler. Komünist devrimcilerin hedefi açıktır: Kapitalist dünya düzenini komple lav edip, sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz bir dünya inşa ederek insanlık tarihinin en gelişmiş medeniyete ulaşmasını amaçlar. Komünist hareket faaliyetlerini ve örgütlenmelerini tasavvur ettiği düzenin bugünden alt yapısını oluşturan formatta yürütmek zorundadır. Bir işçi devletinin temelini oluşturan ana unsur, işçi sınıfının öz yönetim organları olan sovyetlerdir. Bu aygıtlar hem doğrudan demokrasi aygıtlarıdır, hem de öz örgütlenme aygıtlarıdır. Burjuva demokrasisinin dayatmış olduğu temsili demokrasinin, devlet bürokrasisinin burjuva devlet aygıtlarının kökten reddi üzerine kurulur. O yüzdendir ki Komünist devrimciler sınıf içindeki tüm faaliyetlerini sovyetik bir tarzda yürütmek zorundadır. Bunun yolu da işçi demokrasisinin hakimiyetine dayanan öz örgütlenmelerin inşasından geçer.

İŞ YERİ KOMİTELERİ
İş yeri komiteleri, fabrika komiteleri denince sosyalist sol bu kavramın içini boşaltarak, sendikalist bir tanımlama yapmaktadır. Sınıf çalışmasından sadece ekonomizm temelli bir sendikal çalışma kavrayışına sahip olan Türkiye sosyalist solunun ezici çoğunluğu, iş yerinde örgütlenmeye mücadeleye kararlı bir kesimle bağ kurduğu zaman ilk hedef olarak sendikayı gösterir. İş yeri komitesini ise sendikalaşma sürecini hızlandırmak, daha disiplinli hareket etmek için gerekli bir araç olarak görür. Sendikalaşma tamamlanınca; iş yeri komitesi kendisini sendikal bürokrasinin temsilcilerine veya öncü işçilerin bürokratlaşma sürecine bırakır. Bir daha komiteden ancak TİS süreci tıkanıp grev kararı alınınca bahsedilir. Kurulan komite yalnızca grev sürecinin teknik hazırlıklarıyla ilgilenirken, son söz yine sendikal bürokrasinin başkanlar kuruluna aittir. Sendikal bürokratik işleyiş burjuva demokrasisinin temsili demokrasi sisteminin işçi mücadelesinde cisimleşmiş hâlidir. Oysaki işçi komiteleri özünde sendikal bürokrasinin aygıtı değildir. İşçi sınıfının öz örgütlenme araçlarından birisidir. İş yeri temelinde inşa edilen bu komiteler her departmanda kurulur. Komite kendi temsilcilerini kendi seçer, istediği zaman seçtiği kişiyi görevden alma hakkına sahiptir. Taleplerini demokratik bir şekilde oylamayla belirler. İş kolundaki diğer fabrikalarda örgütlenme için çaba sarf eder. Fabrikalar arası seçilmiş temsilciler aracılığıyla sektör düzeyinde meclisler oluşturur. Burada kendi eylem kararını alıp, harekete geçer. Sendikal bürokrasi ise bu örgütlenmenin önündeki en büyük engeldir. İş yeri komiteleri işlevli olduğu sürece sendika bürokrasisiyle arasındaki çelişkiler su yüzüne çıkar. Çünkü komiteler yaygınlaşıp işlev kazandığı oranda, iş yerlerinde ikili iktidar görünümü verir. Sözü yoldaş Troçki’ye bırakacak olursak:

“Genel bir kural olarak sendika bürokratları kitleleri seferber etmeye yönelik her cesur adımda karşı gösterdikleri direnci fabrika komitelerinin yaratılmasına karşı da göstereceklerdir. Bununla birlikte, bu direnci kırmak, hareketin yayılımı oranında kolaylaşacaktır. Sakin dönemlerde eğer işyerinde tüm çalışanlar sendikalaşmışsa komite, sendikanın alışmış organlarıyla resmen çakışacak, ancak kadrolarını yenileyip, işlevlerini genişletecektir. Ne var ki komitenin başlıca anlamı, onun, sendikaların genellikle ulaşamadığı işçi sınıfı kesimlerinin militan kurmayı hâline gelebilmesidir. Devrimin en esirgemez tabuları özellikle bu çok fazla ezilen kesimlerinden oluşacaktır. Komite ortaya çıktığı andan itibaren fabrikada fiili olarak ikili iktidar kurulur; özü itibarıyla bu, geçiş durumu sergiler, çünkü varlığında iki uzlaşmaz düzeni içermektedir: kapitalist ve proleter düzeni. Fabrika komitelerinin temel önemi burjuva ve proleter düzenleri arasında doğrudan bir devrim dönemi değilse bile bir devrim öncesi döneme yolu açmasıdır. Fabrika komiteleri fikrinin yaygınlaşmasının ne zamansız nede yeri olmadığı birçok ülkede yayılmış olan fabrika işgalleri dalgasıyla yeterince kanıtlanmaktadır. Bu türden yeni dalgalar yakın gelecekte kaçınılmaz olacaktır. Hazırlıksız yakalanmamak için fabrika komiteleri doğrultusunda kampanya zamanına başlamak gerekir.”

Patronlar fabrikalarda, iş yerlerinde işçilerin her hareketini, nefes alışverişini bile kontrol altında tutmaya çalışırlar. Bunun için tüm iş yerini kameralarla donatırlar, her tezgahın başına usta başlarını, amirleri yerleştirirler bununla da yetinmezler, işçiler arasından patron muhbirleri yaratmaya çalışırlar. Patronlar şunu çok iyi bilirler: Eğer işçileri biraz rahat bırakırlarsa kendi aralarında iletişime geçerler ve bu iletişimden doğan etkileşimin sonucu olarak harekete geçebilirler. Aynı şekilde sendika bürokrasisi de işçileri kendi kontrolleri altında tutmak için biçimsel olarak patronlarınkine benzer yöntemlerle hareket ederler. Kimi zaman sendika bürokratları patronlarla birlikte hareket ederek, işçileri sendikal bürokrasinin çizdiği sınırların dışına çıkartmaya çalışan politik sınıf bilinçli işçilerin listesini yapıp işten attırır. Patronun da sendika bürokrasisinin de amacı aynıdır, işçiler üzerinde kurdukları hegemonyalarını kaybetmemek. Fabrika komitelerinin kurulması işçilerin kendi üzerinde yer alan tüm zincirleri kırması ve kendi iradeleriyle hareket edebilme hürriyetini kazanma girişimidir.

DAYANIŞMA KOMİTELERİ
Sınıf dayanışması işçi hareketinin en etkili silahlarındandır. Fakat sınıf dayanışması kavramının düzene tehdit olan kısımları silinmiş ve unutturulmaya çalışılmaktadır. Sınıf dayanışması kavramı işçi hareketini sistem içinde tutacak şekilde revize edilmiştir. Sendikal bürokrasi ve onun angajmanında kendisini var eden sosyalist hareketler bu kavramın içeriğini komple oyarak dar sendikalist bir pratiğe hapsetmiştir. Sınıf dayanışmasını yalnızca grev ve direniş olan iş yerlerine bürokratik dayanışma ziyaretlerine, direnişin sesini duyuran haberler yapmaya, zaman zaman da dayanışma geceleri ve erzak yardımlarına indirgendi. Bu saydığımız pratikler elbette dayanışmanın pratikleridir ve asla küçümsenemez. Sorun bu dayanışma pratiklerini yerine getirmekte değil, sorun sınıf dayanışmasını buraya hapsetmektedir. Sınıf dayanışması her şeyden önce, üretimden gelen güçle yani dayanışma grevleri, eylemleri, boykotlarıyla gelir. İşçi sınıfı kitlesel bilinç sıçramalarını her zaman mücadelenin içerisinde öğrenir. Kendi sorunları dışında kendi sınıf kardeşleri için mücadeleye geçen bir işçi, sınıf olarak hareket etmenin bilinç sıçramasına ulaşır. Dayanışma grevleri yaygın bir hal kazanmadan, genel grev, siyasal grev gerçekleşemez. Sınıf dayanışması pratiğine girmeyen bir işçi sınıfı topyekun bir sınıf olarak mücadele etmeyi öğrenemez. Genel grev ve siyasal grevler örgütleyebilme yetisini kazanmanın temeli dayanışma grevlerinin yaygın bir hal almasına bağlıdır. 80 öncesi Türkiye işçi sınıfının içinde dayanışma grevleri ve eylemleri yaygın bir eğilimdi. 12 Eylül askeri darbesinden sonra dayanışma grevleri yasaklandı. Uzun yıllar bu yasağın kalkması talebi, yeniden dayanışma grevleri örgütlenmesi girişimi ne sendikalar nede sosyalist gruplar tarafından dile getirilmemektedir. Bu talep işçi sınıfının mücadelesini düzen sınırları dışına çıkartacak bir hattı temsil etmektedir. Bu hattın önündeki en büyük engel sendikal bürokrasi ve onun angajmanındaki sol hareketlerdir. Dayanışma grevlerini yeniden kazanmanın yolu işçi sınıfının öz teşkilatlarının inşasından geçmektedir. Ancak onlar kök saldıkça gerçek anlamıyla bir sınıf dayanışması pratiği sergilenebilir.

İŞSİZLER, GÜVENCESİZLER TEŞKİLATI
1970’lerin sonundan itibaren ABD ve Britanya merkezli başlayan neo-liberal dönüşüm süreciyle üretimde ciddi bir parçalanma durumu yaşanmaya başladı. Hakim olan üretim biçiminde baştan aşağıya değişim yaşandı. Uzun yıllar boyunca hakim olan fordist üretim modeli işçi sınıfını büyük işyerlerinde kitlesel olarak toplamaktaydı. Bunun sonucu olarak örgütlenmeler ve kitlesel çapta eylemler gerçekleşmekte, işçi sınıfı bir sınıf olarak varlığını sürekli dosta düşmana göstermekteydi. Neo-liberal dönüşüm süreciyle birlikte bu üretim modelinde köklü revizyonlara yol açtı. Büyük iş yerleri biçimsel olarak değişim yaşamadı fakat taşeron sistemiyle işçiler komple parçalanmaktaydı. Aynı iş yerinde bir sürü taşeron şirket çalışmakta hatta taşeronunda taşeronu olmakta bu durum işçileri bölmekteydi. Hizmet sektörünün de hızla gelişmesiyle küçük ama zincir iş yerleri sistemi etkin bir şekilde yayıldı. Aynı şirket altında binlerce işçi çalışmakta fakat bu işçiler az kişinin çalıştığı iş yerlerine bölünmekteydi. Neo-liberal dönüşüm süreciyle birlikte 80’li yıllardan sonra taşeronlaşma ve güvencesizlik en yaygın istihdam biçimine dönüştü. Bununla birlikte sendikalaşma ve işçi sınıfının örgütlülüğü yüksek düzeyde kan kaybetti. SSCB’nin kapitalizme entegre olmasıyla birlikte; dünyada işçi sınıfı öldü, sınıflar mücadelesi bitti tezleri büyük ölçüde popüler bir hâl aldı. Bu ideolojik saldırıdan küresel düzeyde sosyalist hareketlerde ciddi etkilendi. Bir çoğu işçi sınıfının eski devrimci gücünün olmadığını iddia ederek, yeni arayışlar içerisine girdiler. Ekoloji, feminizm, etnisite gibi sivil toplumculuğun siyasal hattına teslim olup entegrasyon sağladılar. Sendikalar ise, neo-liberal dönüşümün getirdiği değişime göre bir örgütlenme ve eylem programı geliştiremediler. Yalnızca büyük işyerlerinde kadrolu işçiler arasında örgütlenip, iş yeri düzeyine indirgenmiş ücret sendikacılığını gerçekleştirdiler. İşsizler, güvencesizler, taşeron, mülteci, göçmen işçiler sendikal bürokrasinin menzilinin hep dışında kaldı. Talep olarak taşerona kadro istense de ve bu eksende kısmi mücadeleler yürütülmüş olsa da üye sayılarını yükseltme hedefinden başka bir perspektife sahip değildi. Sendikal bürokrasi menzili dışında kalan bu alan çığ gibi büyümekte, örgütsüzlüğe, güvencesizliğe, geleceksizlikle baş başa bırakılmaktaydı.

İŞSİZLER GÜVENCESİZLER HAREKETİ NEDEN ÖNEMLİDİR
– 80’li yıllardan bugüne işçi hareketi var olan haklarını genişletmekten çok eldeki kazanımlarını korumak ve kullanmak için mücadele etti. Bugün işçi hareketinin elde tutulur bir kazanımı kalmamıştır. Grev hakkı dahi de facto biçimde kaldırılmıştır. Sendikal bürokrasinin yeni kazanımlar elde etme gibi bir amacı yoktur, yasalara uygun şekilde ücret sendikacılığından öteye gitmeyen bir çizgiye saplanmıştır. Bunun dışında mücadele hattının gelişmesinin önündeki en büyük engel yine kendisidir.

– Hiçbir güvencesi ve hakkı olmayan bu kesimleri harekete geçirmek, yeni kazanımlar elde etmek için mücadeleye girmenin önünü açma potansiyeli taşımaktadır. Ekonomik temellerle başlayan mücadelelerin kitleselleşmesi devletin baskısıyla karşılaşınca sınıfsal keskinliği net olan siyasallaşma sürecini beraberinde getirecektir.

– Bu kesimlerin teşkilatlanması sendikalar dışında bir emek hareketinin yaratılabileceğini gösterecek ve sendikal bürokrasi üzerinde basınca yol açacaktır.

– Bu kesimlerin girişeceği mücadelenin kitleselleşmesinin yolu fiili meşru mücadeleyle olabilir. O yüzdendir ki bu kesimlerin mücadelesi doğası gereği yasalara sığmayan bir hatta yürümeye mahkumdur.

Sendika Komiteleri

Makalemiz boyunca sendikal bürokrasinin işçi hareketini dizginleyen rolünden bahsettik. Sendikal bürokrasiye karşı içeriden müdahale etmenin yolu tabanda oluşturulacak anti bürokratik bir işçi hareketinden geçmektedir. Bu hareket sendikal liderlik yarışındaki ayak oyunları mücadelesinden farklı olarak sendikal bürokrasisini ortadan kaldırmaya yönelik bir program dahilinde yürütülmelidir. Sendikal bürokrasiye karşı muhalefet programını şu şekilde somutlayabiliriz:

1.) Sendikaların her kademesinde atama yöntemi kaldırılsın!

(2.) Tüm temsilcilikler ve yönetim işçilerin oyuyla seçilsin!

(3.) Seçilen yönetici ve temsilci gerek görüldüğünde görev süresi dolmadan geri çağrılabilsin!

(4.) Tüm toplu sözleşme taslakları işçilerin katılımıyla ve oylamasıyla hazırlansın!

(5.) TİS görüşmeleri tüm işçilerin izleyebileceği açık ve şeffaf hale getirilsin!

(6.) Sendikada istihdam edilecek tüm görevliler, işçilerin onayıyla gerçekleşsin!

(7.) Sendikaların tüm muhasebesi işçilere açık olsun, harcamalar işçilerin denetiminde yapılsın!

(8.) Bir sendika çalışanı sektörde çalışan işçi ortalamasından fazla ücret alamaz!

(9.) Sendikacılığın meslek olmasının önüne geçilmesi için; tabandan yeni kadro akışının sağlanması için tüm kademe yönetimlerde iki dönem sınırlaması getirilsin!

Devamı gelecek bölümde…..