Barış Pınarı adı altında Erdoğan rejiminin Rojava’ya yönelttiği işgal harekatının başlamasıyla; ülke genelinde, militarist, ırkçı, şoven bir hava hızla tırmanışa geçti. Tarihsel referanslarını Stalinizmin okulundan alan ve onu resmi devlet ideolojisi alan Kemalizmle harmanlayan Türkiye sosyalist hareketinde her dönem ulusalcı, sosyal yurtsever nüveler varlıklarını belirgin şekilde devam ettirdi. Bugün Türkiye solu ırkçı, milliyetçi dalgalanmaya karşı tutum alabilme yetisinden çok uzaktır. Her ne kadar işgale açık destek veren sosyalist grup olmasa da, karşı çıkış biçimleri kendi burjuva devletlerinin iyliğini düşünen duyarlı vatandaşı oynamaktadır. İşgal Üzerine Sesli Düşünceler makalemizde de belirtmiş olduğumuz gibi: “Barış Pınarı adı altındaki işgal girişimi başlayınca, HDP ve sosyalist solun hatrı sayılır bir kısmının bu operasyona (!) karşı çıkış için ürettiği argümanların temelinde, bu operasyonun ülke için felaket olacağı, Suriye’nin toprak bütünlüğüne zarar vereceği ve çözümün Esad rejimiyle masaya oturmaktan geçtiği yönündeydi.

Bu anlayış iki açıdan örtük şovenizm barındırmaktadır. Sosyal şovenizmin karekteristlik özelliği barış döneminde emekçiler ve ezilenlerden yana saf tutan fakat kendi burjuva devletine dokunmaktan ziyade mevcut hükümetlere dokunan bir hatta politika izler. Savaş dönemlerinde ise kendi burjuva devletinin yanında saf tutarak emekçi kitleleri burjuvazinin arkasında anayurt savunması yapmaya davet eder. Savaş dönemlerinde burjuva devlete akıl hocalığı yapan bir pozisyon içindedir. Tam da bu noktada Rojava işgaline karşı çıkışı Suriye’nin toprak bütünlüğüne indirgemek örtük bir şovenizm barındırmaktadır. Çünkü her şeyden önce işgale karşı aldığı pozisyon kendi burjuva devletinin yanında konumlanmaktadır. Kendi burjuva devletinin geleceğini düşünerek karşı çıkış gerçekleştirmektedir.

Bu savaşı devrimci iç savaşa çevirme ve buradan devrimci olanaklar yaratma arayışı yoktur. Kendi burjuva devletinin bekası ve geleceği için bu işgal operasyonuna karşı çıkmakta, ona Esad rejimiyle uzlaşmanın en iyi yol olduğunu öğütlemektedir. Aynı öğüdü Erdoğan rejimine CHP de vermektedir. Tek farkları CHP’nin tezkereye “Evet” oyu vermesidir. Konumlandıkları yer itibarıyla burjuvazinin saflarında, onların iyliğini düşünen geleceği için akıl hocalığı yapan dostane uyarılarda bulunan tavır içindedirler. Meseleyi Suriye’nin toprak bütünlüğüne indirgemek sinsi şovenizmdir. Çünkü Suriye’nin toprak bütünlüğü olarak tariflenen bölge ve Suriye’deki Baas rejimi Batı Kürdistan topraklarının işgali üzerinden kurulmuştur. Suriye toprak bütünlüğünü savunmak Batı Kürdistan’ın sömürgeleştirilme hakkının Suriye burjuva devletine ait olduğunun iddasında bulunmaktan başka bir şey değildir.

İşgal harekatı sertleştikçe şoven hava yükselişe geçtikçe; sosyalist solda da Kürtler halkının içinde bulunduğu soykırım tehtidini es geçerek burjuva devletin itibarını düşünen, yıkmakla yükümlü olduğu burjuva devlete akıl hocalığı yapmak veba salgını gibi sosyalist solda yaygın bir hale dönüşmektedir. Bunun son örneği TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın 15 Ekim tarihli mecliste yaptığı haftalık basın toplantısında nüksetti. Buram buram sosyal şovenizm kokan konuşmalarından bölümleri şu şekilde aktarabiliriz.

ABD Harekatı Uluslarası Savaş Suçu Kapsamında Değerlendirilmelidir!
Sözlerimize başlarken çekilme kararı aldığını duyuran ABD’nin bölgemize dönük saldırgan politikalarına dair bir çift laf etmemiz gerekiyor. ABD, kendisini dünyanın sahibi olarak gören yaklaşımı, istediği zaman istediği ülkenin topraklarına girip, halkları birbirine düşürüp, bir kan gölü yarattıktan sonra pervasızca hareket etmeye devam etmesi uluslararası savaş suçu kapsamında değerlendirilmelidir. 8 yıldır Suriye’yi her tür yöntemle teslim almaya, parçalamaya çalışan ABD gelinen aşamada hangi adımları atıyor olursa olsun suçludur.

Sosyal şovenizmin belirgin özelliklerinden birisi de, emperyalizmi her zaman dışsal bir olgu olarak ele alır, kendi burjuva devletinin suçlarını her zaman geri plana atmasında düğümlenmektedir. Bu özelliğinden dolayı kendi burjuva devletini esas düşman olarak merkeze koymaz, yerine dış emperyalist güçleri ararlar. Erkan Baş burada ABD’nin uluslarası savaş suçlususu olarak değerlendirilmesi gerektiğinin vaazını vermektedir. Bu savına katılıyoruz fakat TC’nin cihatçı terör örgütleri aracılığıyla Suriye’de, Kürdistan’da gerçekleştirdiği savaş suçlarından bahsetmemek, Erdoğan rejimini ve TC’yi savaş suçlusu ilan etmemek, ona cephe almamak, kendi burjuva devletinin sahte antiemperyalizm dalgasına soldan su taşımaktan başka işlev görmemekle birlikte tırmanan şovenizme geçit vermektir.

Konuşmanın sosyal şovenizm yüklü bir diğer kısmı da şöyledir:

Türkiye’nin yoksullarının, işçi ve emekçilerinin, kadın ve gençlerinin temsilcisi olarak Türkiye İşçi Partisi, bu aşamada uyarılarımızı ve soruna çözüm önerilerimizi dile getirmeyi tarihi bir sorumluluk olarak görüyor. Biliyoruz ki, uyarılarımız ve önerilerimiz dikkate alınmadığı takdirde çok uzun yıllar sonra bile değil, çok kısa sürede içine düşülen büyük hatanın sonuçları görülecektir. Maalesef kaybeden, ülkemiz ve halkımız olacaktır.

Bir sosyal demokrat, bir liberal, bir reformcu, bir milliyetçi veya bir burjuva muhalefet partisi kendi burjuva hükümetine önerilerde, uyarılarda bulunabilir. Bu durum onun tarihsel sorumluluğudur; çünkü aynı sınıfın mensuplarıdırlar, mevcut burjuva devlet onun da devletidir. Kendi sınıfının geleceği için burjuva hükümetine uyarılarda bulunmasında hiçbir anormallik yoktur. Fakat kendisini işçilerin, emekçilerin, yoksulların, kadınların partisi olarak tanımlayan, programında “sosyalist devrim” yazan bir partinin bunu gerçekleştirmesi burjuvaziyle bayraklarını karıştırması olarak tanımlanacak durumdur.

Devrimci bir parti kendi burjuva devletine akıl hocalığı yapmaz, kendi burjuva hükümetine uyarılarda bulunmaz. Onun çürümüş düzenini her fırsatta teşhir ederek, emekçi yığınlara onun devrimci yollarla devrilişini gerçekleştirmek için teşkilatlanma çağeılarında bulunur. Konuşmanın en skandal kısmı şu bölümde geçmektedir: “Erdoğan’ın sözlerine de yansıyan asıl amaç açıktır. Erdoğan, TSK üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışmaktadır.”

Elbette Erdoğan TSK üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışmaktadır. Çünkü savaş siyasetin şiddet yoluyla yürütülmesinden başka bir şey değildir. Erdoğan rejimi uzun bir süredir, kendi siyasal meşruiyetini yalnızca savaş siyasetiyle var etmektedir. Ordu dediğimiz kurum da her zaman sermayenin ve devletin emrindedir. Gelen tüm emirleri sorgusuz sualsiz gerçekleştiren emir komuta zinciridir. Söz konusu TSK olunca kabarık bir sicil ortaya çıkmaktadır. Çünkü son tahlilde TSK iç savaş ordusudur, tarihi işgallerle, katliamlarlarla, faili belli cinayetlerle doludur. Orduya ilerici, halkçı motifler giydirme arayışı içinde olmak her şeyden önce sosyal şovenizm batağına giden yolun kaldırım taşlarını döşemektir. Konuşmanın devamında Erkan Baş resmi devlet ideolojisiyle barışık olduğunu ve hatta ona kıymet verdiğini, ona bağlı olduğunu deklare etmektedir.

Birleşmiş Milletler’de de gösterilen harita, bir başka ülkenin topraklarında egemenlik kurma planıdır. Türkiye, yabancı ülkelerin topraklarımızı paylaşma haritalarını yırtarak kurulmuştur.

“Yurtta barış, dünyada barış” cümlesi Mustafa Kemal’in bir sözü olmanın ötesinde kıymetli bir dış politika ilkesidir.

Tarihi milliyetçiliğin sol kisvesine bürünmüş hâli olan yurtseverlik gözlüğüyle okuyanlar, her zaman kendi burjuva devletinin payandasında hareket etmeye mahkumdurlar. Türk sermaye devletinin kuruluşunun temelini oluşturan Lozan Antlaşması her şeyden önce Kürdistan’ın dört parçaya bölünmesi ve topraklarının ilhakı üzerinden inşa edilmiştir.Erkan Baş’ın kıymet verdiği “yurtta sulh cihanda sulh” politikası da hiç resmi tarihin anlattığı gibi “sulh” içinde geçmemiştir. Kemalist burjuva diktatörlüğü, Kürtlere karşı sürekli savaş halinde olmakla birlikte birçok katliama imza atmıştır. Kürt halkına karşı asimilasyon, imha, inkar, red politikası gütmüştür. Aynı şekilde; ülkedeki gayrimüslim azınlıklara, sunni müslümanlık dışında kalan mezheplere, komünist devrimcilere karşı sürekli savaş halinde olmuştur. Bugün Erdoğan’ın gerçekleştirdiği politika ise, Türk-sermaye devletinin kuruluş ruhunu taşımaktadır. Kemalist burjuva devletin ilk dönemlerinde dış politikada “sulh” politikası izlemesi bir tercih değil nesnelliğin getirdiği zorunluluktu. Birinci Cihan Harbi bitmiş, sınırlar belirlenmiş, Kemalist burjuva diktatörlüğü emperyalist kapitalist sisteme kendisini entegre etme süreci yaşamaktaydı. Bu doğrultuda ülkeyi baştan aşağı dizayn etmekle meşkuldü. Dış politikada harp yolunu tercih edebilme olanağından yoksundu. Her kapitalist ülke gibi emperyal arzuları mevcuttu. Bunun somut örneği olarak Kemalist burjuva diktatörlüğünün her dönem Musul ve Kerkük’te gözünün olması olarak açıklayabiliriz.

Toparlayacak olursak, “Ülke çıkarları, ülke onuru, yurt savunması” vb. tüm aforizmalar küçük burjuva popülist vaazlardır. Ülke çıkarları, ülke onuru gibi kavramlar burjuva devlet aygıtlarına kutsallık katarak, sınıf körlüğü yaratan şovenizm zehrinin sol mayasıdır. Bunları savaş döneminde kullanmanın emekçi yığınlardaki karşılığı şudur: “Ülke savaş halinde, biz kendi burjuva devletimizi zora sokmayalım, onun arkasında duralım, eleştirilerimiz ülkemizin (burjuva iktidarın) bekası doğrultusunda olsun. Hele ki şu harp bitsin sonra kendi burjuva iktidarımızla hesaplaşırız” anlamını doğurmaktadır.

Emperyalist savaşlar dönemi proleter devrimlerin en güncel olduğu dönemlerdir. Sosyal yurtseverliğin karşı devrimci rolü burada başlamaktadır. Emperyalist harp döneminde, kendi burjuva devletinin devrimci yollarla yıkımı yerine, onun savunulması yönünde tutum sergileyerek, emekçi yığınları kendi burjuvazisinin saflarına sürüklemektedir. Bu dönemlerde sosyal yurtseverliğin maskesini düşürmek, enternasyonal komünistlerin görevlerindendir.