Her şeyden önce devletin ne olduğunu tanımlamamız gerekir. Bize çocukluğumuzdan beri onsuz yapamayacağımızın aşılandığı bu kurum neyin nesidir? Devlet en basit tabiriyle askeriyle polisiyle bir zor aygıtıdır. Zor yetkisini kendisinde toplayıp kitleleri baskı altına alan aygıttır. Peki insanlığın tarihsel gelişiminde neden böyle bir baskı aygıtına ihtiyaç olmuştur? Devlet daima var olmuş mudur? İnsanlar gerçekten o olmadan yapamaz mı?
Bu sorulara tek tek yanıt vermeden bir anlam karmaşasını gidermemiz gerekir. Devlet denilen şey toplumun kendisi değildir. Devlet toplumu baskı altına almış bir zor aygıtıdır. Özel bir kesimin bu özel kurumu çoğunluğu silah zoru ile kendisine bağlar.
Gerçek şudur ki insanlığın ve toplumların tarihi 200 bin yılken devletler gerçek manası ile sadece 5 bin yıldır vardır. Yani insanlar genel kanının aksine 195 bin yıl devletsiz yapabilmiştir! Ne oldu da medeniyetin gelişimi böyle bir baskı aygıtına ihtiyaç duydu? Bu sorunun cevabı özel mülkiyetin doğmasıdır.
Eskiden insanlar özel mülkiyetin ve devletin olmadığı ilkel komünist toplumlarda yaşıyordu. Zamanla üretim araçları ve emeğin iş bölümü gelişip daha verimli tarım mümkün olunca üretim fazlası (Marksist terminoloji ile artık ürün) ortaya çıktı. Bu ihtiyaçtan fazla olan ürünlerin nasıl paylaşılacağı sorunu doğdu. Fakat Marksistler bilir ki diyalektiğin yasaları gereği tarihin ortaya koyduğu her sorun onun zıttı olan çözümü ile birlikte sahneye çıkar. Bu sorun ise savaşan kabilelerin esirlerini köleleştirmesi ile çözüldü. Köle çoğunluk çalışırken sahipler artık ürün ile geçinip asalak bir yaşam sürdü. İşte tam bu noktada devlet doğdu çünkü artık baskı altına alınması gereken bir şey vardı. Bu şey sömürülen köleler ve onların efendilerine karşı verdiği mücadelenin tam kendisiydi. Birilerini bir şeye zorlamanız için onları baskı altına almanız gerekir. Böylelikle özel bir kesimin (köle sahiplerinin) özel kurumu (devlet) doğdu ve köle çoğunluğu baskı altına aldı.
Buradan çıkacak sonuç devletin görevinin mevcut üretim ilişkilerinin zor vasıtası ile korunması olduğudur. Devlet egemen sınıfın özel zor aygıtıdır. Var olmasının tek nedeni ise özel mülkiyet ve neticede toplumsal hizipleşmenin varlığıdır. Bu hizipleşmenin kontrol altına alınıp egemen sınıfın çıkarlarının sağlanmasıdır. Devletin diğer tüm görevleri ise doğduğu toplumdan edindiği bir mirastır. Bu kurum eğer her şeyi kendisine bağlıyorsa neticede toplumun eskiden kendi kendisine gördüğü işlevleri de kendisine bağlamak zorundadır.
İşte eskinin imparatorlukları tam olarak böyle doğup gelişmiştir. Köleci toplumlar çevresindeki kabileleri savaş ile sindirip devasa boyutlara ulaştı. Tarih ilerleyip sınıfsal ilişkiler değişmiş ve imparatorluklar yıkılmıştır fakat özel mülkiyetin varlığı farklı biçimlerde sürdükçe devlet de kendisini farklı siyasi biçimlerde devam ettirip bugüne kadar gelmiştir. Bu süreç içerisinde meşruluğunu hep hukuk üstüne kurmuştur.
Köleler gitti ve işçiler geldi. Köle sahipleri gitti ve burjuvazi geldi. Artık ürün yerine artık değer sömürünün belirleyici ögesi oldu. Bireylerin mülkiyeti son bulup üretim ögelerinin mülkiyeti ve kitlelerin mülksüzleştirilmesi geldi. Köleci imparatorluklar gitti ve yerlerine parlamenter burjuva demokrasileri geldi. Devletin biçimi değişti ama özü değişmedi. Zamanla ne kadar karmaşıklaşırsa karmaşıklaşsın bir zor aygıtı olmaya devam etti ve bu yönü her toplumsal devrim ile gitgide güçlendi. Bütün bunların ne kadar doğru olduğunu en iyi işçiler bilir. Teşkilatları ile meşru mücadelesini yürüten her işçi en küçük eylemiyle öyle ya da böyle devleti karşısında bulur çünkü özel mülkiyet yasalar ve onları uygulayan yürütme gücü ile garanti altına alınmıştır. T.C. Anayasasının 48. maddesine bakınız:
“… Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürüyüp güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.”
Bunun Türkçe meali şudur: Özel mülkiyet serbesttir ve güvenceye alınmıştır. Özel mülkiyete yöneltilen bütün saldırılar püskürtülecektir.
Devlet tam manasıyla toplumun üstündeki bir kan emicidir. Temel işlevi yukarıdaki maddenin de gösterdiği gibi emekçi çoğunluğu bastırmak ve bir azınlık olan burjuvazinin çıkarını sağlamaktır. Devlet bu görevi yerine getirmelerinin karşılığı olarak kendi mensuplarına hukuki ve finansi ayrıcalıklar sunar. Devlet böylelikle sınıf mücadelesi keskinleştikçe boyut kazanır ve ağırlığı ile toplumun tüm yaşam gözeneklerini kapatan bir asalaka dönüşür.
Şimdi teoriyi somutlama ve onu somut örnekler üzerinden geliştirme vaktidir. Burjuvazinin devlet ile ilişkilerini ve onu nasıl kontrol ettiğini teşhir etme vaktidir. İncelemeye başlamamız gereken yer bize yakınlığı açısından Türkiye’de burjuva devletin kuruluşu ve gelişimidir.
İzmir İktisat Kongresi
Bu kongre Türkiye Cumhuriyetinin kurulması ile eş zamanlı olarak düzenlenmiştir. Bu bakımdan alınan kararları incelemek devletin sınıfsal karakterini net bir şekilde gözler önüne serecektir:
– Özel sektörlerin kuramadığı teşebbüsler devlet tarafından ele alınmalıdır.
– Özel teşebbüslere kredi sağlayacak bir devlet bankası kurulmalıdır.
– Sanayinin teşviki ve ulusal bankaların kurulması sağlanmalıdır.
T.C. bir devlet olarak kurulduğunda öncelikli amacı burjuva üretim ilişkilerini geliştirmek olmuştur. Yerli bir burjuva sınıfının oluşması ve üretim ögelerinin buna uygun olacak şekilde geliştirilmesi için devlet teşebbüslerinden yararlanılmıştır. Devlet teşebbüsleri süreç içerisinde özelleştirilmiş ve burjuvazinin eline geçmiştir. Diğer bir deyişle bu dönem boyunca devlet kapitalizmi uygulanmıştır.
Ama bütün bunlar M. Kemal’in bir burjuva devrimcisi olduğuna kesinlikle yorulmamalıdır. Türkiye’de burjuva devrimi 2. Meşrutiyet ile olmuştur. Bu devrim gücünü Fransız Devrimi gibi çoğunluktan değil fakat askeri bir azınlıktan almıştır ve doğası gereği tepeden inmecidir. M. Kemal ve onun parçası olduğu genelkurmay hizbi ise otorite boşluğundan istifade ederek iktidarı ele geçirmiş ve saltanatı ilga edip burjuva parlamenter cumhuriyete geçişi sağlamıştır. Bir devrim olmamıştır. Siyasi iktidar el değiştirmiş ve bir siyasi biçimden ötekisine geçilmiştir. Bu yapılırken de mevcut iktisadi ilişkiler korunmuş ve Anadolu’daki sosyalist hareket ezilerek sağlamlaştırılmıştır.
Bu bakımdan Türkiye’de burjuva iktisadi ve siyasi düzenin kurulması hep tepeden bir hareket ile olmuştur ve bu da burjuva demokratik devrimin görevlerine mani olmuştur. Burjuva devleti en gerici biçimiyle doğmuştur. Bu ise Troçki’nin burjuvazinin bir bütün olarak gericileştiği ve demokratik devrimin görevlerini bir tek proleter devrimin gerçekleştirebileceği tezlerini doğruluyor.
Yürütme Gücü
Burjuva devletin tepeden inmeci yönünü gün yüzüne çıkarmak için cumhurbaşkanı ve onun sahip olduğu güncel yetkiler irdelenmelidir. Karşınızda T.C. Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinden aldığım bilgiler:
– Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Tüm yürütme yetkisi ona aittir.
– Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanları atar ve görevlerine son verir.
– Üst kademe kamu yöneticilerini atar ve görevlerine son verir.
– Kişilerin cezalarını hafifletir veya kaldırır.
Özetle Cumhurbaşkanı ne istiyorsa o olur. İstediği kişiyi haklı ya da haksız olsun hapisten çıkarmak isterse çıkarır. İstediği kişiyi bakan yapabilir. O istediği kişiyi istediği yerin valisi yapabilir. O istediği kişiyi istediği üniversitenin rektörü yapabilir. O istediği kişiyi görevden alabilir. Böylelikle şelale nasıl tepeden aşağı dökülüyorsa o şekilde bir bürokrasi takımı oluşur. Devlet “pastası” paylaşılır.
Bu az önce sıraladığım yetkilerin hepsinden daha önem taşıyan ve bu nedenle ayrıca incelenmesi gereken üç tanesi şunlardır:
– Milli güvenlik politikalarını belirler ve gerekli tedbirleri alır.
– TBMM adına TSK başkomutanlığını temsil eder.
– Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verir.
Bunlar Cumhurbaşkanının bu sonu gelmez yetkilerinin ordu ve polise bile uzandığının kanıtıdır. Burjuva devletin reisi zor güçlerini istediği gibi kontrol edebilir. Burjuva devletin reisi istediği an istediği ülkeye savaş açabilir. Bugün Suriye ve Libya’da olan da budur. TSK burjuvazinin emperyalist çıkarları için seferber edilmiştir.
Cumhurbaşkanının Cezai Sorumluluğu
Cumhurbaşkanının dokunulmazlığı vardır. Kendisine soruşturma açılabilmesi için meclisin üçte ikisinden fazlasının onay vermesi gerekir. Kaldı ki böyle bir şey olsa bile yargı ne kadar tarafsızdır? Neticede cumhurbaşkanının işlediği bir suç için fiili olarak cezai sorumluluğu yoktur. Yaptığı hiçbir şey için ondan hesap sorulamaz.
İşin sürekli hasıraltı edilen tarafı ise bu yetkilerin ve ayrıcalıkların çoğunun M. Kemal döneminden bugüne geldiğidir. Kendisine sürekli ilericilik mahiyeti verilen Kemalizmin özü işte budur! Erdoğan ile birlikte bu devletin dini değil peygamberi değişmiştir. M. Kemal gitmiş yerine Erdoğan gelmiştir.
Peki hükumet bu kadar geniş yetkilerle donatılırken parlamentonun ne işlevi vardır? Lenin’in deyimiyle şöyle diyelim: Parlamentonun tek işlevi gevezelik yapıp kitleleri meşgul etmektir. Gevezelik ve hiçbir şeyi değiştirmeyecek seçimler… Bütün bunlar kitlelerin gündemini meşgul ederken devlet daireleri ve askeri karargahlarda gerçek devlet işleri görülür. Belki de savaşlar ilan edilir!
Milletvekilleri de tabi ki görevlerini başarıyla yerlerine getirdikleri için 25 bin TL’den başlayan ücretler alırlar. Bu daha buz dağının görünen kısmıdır! Vekiller yüksek ücretlerin yanı sıra aynı bürokratlar takımı gibi temsil ödenekleri vb. geniş parasal ayrıcalıklar ile ödüllendirilirler. Vekilin konuştuğu telefon bile ücretsizdir. Hatırlayacak olursanız CHP’li vekil Elif Doğan Türkmen’e 1 milyon 189 bin TL haberleşme faturası gelmişti. Sizce bu fatura kimlere ödetildi? Tabi ki emekçilere…
Peki ya Cumhurbaşkanlığı seçimleri? Peki ya yerel seçimler? Peki ya genel seçimler? Bu seçimlerin kitleleri aldatmak dışında ne işlevi vardır?
Öncelikle bu mevkilere sırf adaylık koyabilmek için ödenmesi gerekenlere bir bakalım:
Cumhurbaşkanı Adaylığı: 131 bin 600 lira
Milletvekili Aday Adaylığı: Ortalama 15 bin lira
Belediye Başkanı Adaylığı: Büyükşehirler için ortalama 15 bin lira
Net bir şekilde görürüz ki seçimle asgari ücret alan bir emekçi asla devlet mevkilerine gelemez. Ücreti karşılayabilse bile önüne her türlü parti içi engel çıkar. Seçilse bile devlet eline geçen her fırsatta onun önünü keser. Ayrıca unutulmamalıdır ki bütün medya organlarının sahibi burjuvazidir. Bir burjuva böylece tüm gündemi kendi partisi üzerinden kurabilirken bir emekçinin böyle bir olanağı yoktur.
İktidara gelen burjuvazidir ve iktidar mücadelesi çeşitli burjuva kliklerin mücadelesidir. İktidarı kazanan klik koltukları paylaşır ve gücü yettiğince devletin tüm kaynaklarını daha fazla gelir elde etmek için seferber eder. Yerel seçimleri kazanan klik o bölgede ihaleleri hangi şirketlerin alacağını belirler ve genel seçimleri çoğunluk ile kazanan klik de kendi çıkarına olacak şekilde istediği yasayı çıkarır. Mecliste temsil edilenler hiçbir zaman emekçiler olmamıştır!
Buna güncel bir örnek verelim:
Son 2019 yerel seçimleri ile İstanbul’u yağma hakkı AKP’nin temsil ettiği burjuvaziden başını Ekrem İmamoğlu’nun çektiği CHP burjuvazisine geçmiştir. Hırsızlık hakkı da CHP’li bürokratlara geçmiştir. Stalinciler bu durumu adeta proleteryanın zaferi gibi kutlamıştır. Bugün ise mevcut krizden ötürü burjuvaziye para yetiştiremeyen Ekrem çözümü emekçi ailelerin çocuklarına ödenen bursları kesmek ve yine emekçilerin bindiği toplu taşımaya zam getirmekte bulmuştur.
Sosyalistler seçimlere veya seçimler sayesinde devlet mevkilerine gelecek burjuvalara inanmaz. İktidar mücadelesi yürüten burjuva partiler ile iş birliği yapmaz. Reformizmin ve böyle bir iş birliğinin olası tek sonucu proleter devrime ihanettir. Stalinci “Birleşik Halk Cephesi” teorisinin özü de budur. Yukarıdaki örnek ise Stalinizmin bu ihanetini ve de devletin burjuvazi ile ilişkisini çok açık bir şekilde gösterir.
Tam olarak bu nedenlerden ötürü burjuva devlet restore edilemez. Tam olarak bu nedenden ötürü sosyalizmin inşası için zor ile burjuva devletin ilgası gerekir.
Burjuva devletin restore edilmesi Lenin’in amansızca bir mücadele verdiği Kautsky ve diğer 2. Enternasyonal oportünistlerinin teorisidir. Bugün bu Marksizm dışı teoriye destek verenler ise başını TKP’nin çektiği Stalinci partilerdir. Hiçbir koşulda da bunu beyan etmekten geri durmamaları onların oportünizm bataklığına ne kadar derinden saplandığını gösterir.
Proleter Devrim ve Proleterya Diktatörlüğü
Tarih özel mülkiyetin ilgasına doğru hızlı adımlarla ilerliyor ve bu her geçen gün gelişen üretim ögeleri ile daha da mümkünleşiyor. Teknoloji ve iş yeri örgütlenmesinin bugün geldiği seviyeden ötürü üretim toplumsal bir ölçeğe çıkarken mülkiyet gitgide bireysel bir karakter alıyor. Kapitalizmin bu şiddetlenen çelişkileriyle sınıf mücadelesi keskinleşiyor. Peki bunun tek bir çıkış yolu olduğu gün gibi açık değil midir? Tek çıkış yolunun burjuva devleti ilga edecek olan proleter devrim olduğu gün gibi açık değil midir? O zaman burjuva devletin yerine ne koyulmalıdır?
Burjuvazinin özel baskı aygıtı olan burjuva devletin yerine koyulabilecek tek şey işçi sınıfının özel baskı aygıtı olan proleter devlettir. Burjuvazinin proleterya üzerindeki diktatörlüğünün yerine proleteryanın burjuvazi üzerindeki diktatörlüğü gelir. Diğer bir deyişle proleterya diktatörlüğü inşa edilir. Proleterya diktatörlüğünün görevi sosyalist üretim ilişkilerinin inşası ile burjuvazinin iç ve dış direnişinin ezilip geçilmesidir.
Proleterya diktatörlüğünün kurulması ile sınıf mücadelesi Stalincilerin tek ülkede sosyalizm teorisinin iddia ettiği gibi son bulmaz. Tam tersine sınıf mücadelesi gelişip genişler ve en şiddetli biçimiyle sürer:
Sınıf mücadelesi ülke sınırları içerisinde gelişir çünkü proleter devletin kurulmasıyla burjuva üretim ilişkileri bir gecede sonlanmaz. Ancak bir gecede miras alma ve özel teşebbüs kurma serbestliğinin kaldırılmasıyla geçiş süreci başlar. Bu sürecin başında tekeller doğrudan işçi kontrolünde kamulaştırılırken her işçinin çalışmaya hakkı olduğu ve düşük çalışma saatleri ile yüksek ücretlerin ödendiği iş yerleri açılır. Emekçilerin her türlü talebini devlet sağlama alınır. Neticede özel işletmeler de iyi çalışma şartları sunup işçilerin bütün taleplerini karşılamak zorunda kalır. Bu süreç içerisinde özel mülkiyet eriyip gider. Böylece işçilerin her kazanımı ile sınıf mücadelesi güçlenir ve ülke çapında gelişir.
Sınıf mücadelesi ülke sınırlarının ötesine genişleyip yayılır çünkü işçilerin bütün bölgesel kazanımları küresel düzeyde işçi hareketini canlandırır. Sosyalist bir otoritenin doğması ile de küresel düzeyde işçi hareketleri bu otoriteye bağlanır. Özetle dünya devrimi sorunu böyle bir sosyalist otoritenin doğmasıyla çözülecektir. Yeter ki devrim tek bir ülkenin sınırlarına hapsedilmesin! Yeter ki devrim ihanete uğramasın!
Sosyalist devlet tüm kaynaklarını dünya devrimi için seferber edecektir. Emperyalist güçler eğer sırf bölgesel etnik unsurlar ve mezhepler ile iç savaşlar düzenleyebiliyorsa bilinmelidir ki burjuva üretim ilişkilerinin küresel düzeyde sürekli keskinleştirdiği bir sınıf mücadelesi vardır. Burjuvazi ile proleteryanın mücadelesi küreseldir ve düşünülebilecek her yerde bu sosyalist otoritenin desteği ile devrimci bir iç savaşa çevrilebilir. Dünyada sosyalizm böylece kurulabilir ve kurulmalıdır.
Peki devletin varlık koşulu özel mülkiyet ise özel mülkiyet ilga edildiği vakit devlet de ilga edilmiş olmayacak mıdır? Bu günümüzün tekelci kapitalizminde gitgide daha mümkün oluyorken biz sınıfları ortadan kaldırırken devleti de ortadan kaldırmış olmaz mıyız? Bu durumda proleter devletin karakterini ve onun nasıl sönümlenip gideceğini incelemek bize düşer.
Proleter Devletin Karakteri
Her şeyden önce belirtmeliyim ki burada yazacaklarım kurgunun ötesindedir. Bütün bu gözlemlerin kaynağı en önemlisi Paris Komünü olmak üzere tarihsel süreç içerisinde gelişip patlak vermiş olan proleter devrimlerdir.
Proleter devlet daha tanımı gereği burjuva devletten ayrışır. Burjuva devlet azınlığın çoğunluğu ezmesiyken proleter devlet çoğunluğun asalak azınlığı ezmesidir. Burjuva devlet gücünü özel silahlı formasyonlardan alırken proleter devlet gücünü silahlı genel halktan alır. Burjuva devlet gücünü bir azınlıktan alırken proleter devlet gücünü çoğunluktan alır. Burjuva devlet tepeden inmecilik üstüne kuruluyken proleter devlet doğrudan demokrasi üzerine kuruludur. Bundan ötürü deriz ki proleterya diktatörlüğü en demokratik diktatörlüktür.
Proleter devlet yarı devlettir çünkü kendisinin varlık koşulu olan sınıfları ortadan kaldırır ve bunu yaparak kendisini süreç içerisinde ortadan kaldırır. Diğer bir deyişle sönümlenip gider. Proleter devletin gücünü silahlı genel halktan alması buna çok güzel bir örnektir. Kitleler ne kadar devletin işlevlerini kendileri görüp sorumluluk edinirlerse devlete de o kadar ihtiyaç kalmaz ve devlet sönümlenip gider. Bu ise her geçen gün tanık olduğumuz teknik gelişmeler ile daha da mümkünleşir. Hem düşen çalışma saatleri ile insanların bu sorumlulukları yerine getirecek vakti olur hem de bu sorumlulukların yerine getirilmesi kolaylaşır: Eskiden silah kullanmak uzun yıllar eğitim gerektiren bir beceriyken artık günümüzde eline tüfek verilen en deneyimsiz kişi bile birkaç günlük bir eğitim ile bunu öğrenebilir. Eskiden iletişim devlet tarafından posta hizmeti vb. ile sağlanıyorken günümüzde İnternetin icadı ile artık buna gerek kalmamıştır.
Peki bu tepeden inmeciliğe yer olmayan sosyalist cumhuriyetin alacağı siyasi biçim nedir? Demokratik merkeziyetçilik nedir?
Bu siyasi biçim tarihin bize gösterdiği gibi Komündür. Komün iş yerleri ve belediyeler düzeyindedir. Bütün memurlar seçim ile görevlerine gelir ve görevlerinden alınır. En tepedeki memurdan başlayarak bütün memurlar ortalama işçi ücreti alır. Memurlara eskiden tanınan bütün ayrıcalıklar o memurların kendileriyle birlikte kaldırılır. Devlet böylece bütün siyasi özelliklerinden arınır ve kamu çıkarını koruyan basit bir idari kuruma dönüşür. Böylece Komün bütün yöneten ve yönetilen ilişkilerinin sönümlenip gitmesinin ilk adımı olur.
Komünler geniş idari özgürlüklere sahiptir ancak bu demek değildir ki biz federalizm yanlısıyız. Bilakis biz federalizmin gerici olduğunu ve sosyalizme en yakın geçiş biçiminin üniter cumhuriyet olduğunu iddia ediyoruz. Federalizm bazı özel koşullar dışında gericidir çünkü federalizm demek devletçiklere bölünmüşlük demektir. Böyle bir durum karar mekanizması ile kitlelerin eylemsel bütünlüğünü bozup sosyalist hareketi felç eder. Federalizmin ilerici olduğu tek durum bir ulusal sorunun söz konusu olduğu durumdur. Türkiye özelinde bu ulusal sorun Kürt sorunudur.
Demokratik merkeziyetçilik demek fikirde özgürlük ama kararda birlik demektir. Her Komün özgürce fikrini beyan edebilir ancak alınan kararda birlik olur. Bu bağlamda demokratik merkeziyetçilik federalizmden ayrılır. Komünler iradelerini burjuvazinin tüm iç ve dış direnişini ezip geçmek için birleştirir.
Komünler demokratik merkeziyetçilik ilkesi ile sosyalist bir anayasa altında gönüllü olarak bir araya gelerek üniter devleti oluşturur. Komünleri temsilen bir merkez komitesi seçilir ama bir parlamento veya yürütme gücünden ayrı bir yasama kurumu yoktur. Masraf dışında hiçbir katkısı olmayan bir aldatmaca kurumu yoktur. Komünlerce seçilen merkez komitesi kendi uygulayacağı yasaları kendisi çıkarmak ve doğrudan halka hesap vermek zorundadır.
Merkez komitesindeki bütün vekillere bundan ötürü emredici vekalet verilir:
Vekiller, bütün halkı değil fakat kendilerini seçen komünü temsil eder ve onun çıkarlarını savunur. Vekiller, onları seçen komüne vadettiklerini yapmak ile sorumludur. Bunu yapamadıkları an komün onları görevden alabilir. Böylece ülkenin en geri yerleri bile kendisine temsilci bulur ve çıkarlarını meclise taşır. Ülkedeki en geri yerlerin dahi gelişmesinin önündeki bütün engeller kalkar.
Bütün bu önlemler önemini özel mülkiyet ortadan kaldırılırken gösterir. Eğer bürokrasi varlığını sürdürürse o zaman kamulaştırma süreci ile üretimin kontrolü işçilere değil ama gücünü ordu ve polisten alan bu bürokratlar takımına geçer. Sönümlenmesi gereken devlet eskisinden de güçlü olur. Sonuç olarak emekçilerin ekonomik ve siyasi haklarının gasp edildiği despotik bir yönetim doğar. Bu ise sosyalizm ile çelişir. Pratik de göstermiştir ki böyle bir ekonomi son derece verimsizdir ve nihai sonucu yıkılmaktır.
SSCB ve nicelerinde yanlış gidip onları yıkan da budur. SSCB’de Komün Stalinizmin ihaneti yüzünden varlığını 5 yıldan fazla sürdürememiştir. Takiben gelen ayrıcalıklı bürokratlar takımının varlığını sürdürmesinin tek yolu dünya devriminin baltalanması olmuştur zira sosyalizmin gidip varacağı yer bütün devlet mekanizmasının sönümlenip gitmesidir. Marksizm dışı tek ülkede sosyalizm tezinin kaynağı da burasıdır.
Baltalanan dünya devrimi ile birlikte SSCB kendi içine kapandı ve bütün sosyalist hareketler kendi kaderine terk edildi. Böylelikle SSCB de kendi mezarını kazdı. Bu hastalıklı siyasi düzen sonuna yaklaştığında bürokrasi içinde sağ eğilimler çıkmış ve 1991’de düzenlenen bir karşı devrim ile kapitalist restorasyona gidilmiştir.
Bugün TKP’nin ağzından duyamayacağınız bir kelimedir Komün. Çünkü Komün demek sürekli devrim demektir. Çünkü Komün demek parti bürokratlarının işçilerden çalıp çırpamaması demektir. Stalinciler için bundan daha büyük bir tehdit yoktur. Komünü hasıraltı etmek uğruna tek ülkede sosyalizm tezini sonuna kadar savunurlar ve de üstüne bu yaptıklarını sosyal şovenizm ile (kendi deyimleriyle “sosyalist yurtseverlik” ile) aklamaya çalışırlar. Sosyalist yurtseverlik tek ülkede sosyalizm tezinin aldığı farklı bir biçimden ibarettir ve esas amacı dünya devriminin arka plana atılıp ulusun öne çıkarılmasıdır.
Stalinizmin Ekonomik Sorunları
Stalinizm gücünü devrimlerin patlak verdiği ülkelerde üretim ögelerinin gelişmemiş olmasının sonucu çoğunluğu oluşturan gerici kırsal kesimden almıştır. Stalinist ülkeler ekonomik olarak geliştikçe bu kesim ortadan kalkmış ve meta üretimi yerleşiklik kazanmıştır. İşçi sınıfının çoğunluğa ulaşması ile Stalinizmin iç çelişkileri kendisini göstermiştir.
Tepeden inmeciliğin ve bürokrasi takımının sosyalizm ile çeliştiğini daha önce zaten belirtmiştim. Sırada bunu tarihsel gerçekler üzerinden somutlamak var. Burada Michael Parenti’nin “Blackshirts and Reds” kitabının “Communism in Wonderland” bölümünü kaynak alacağım ve yazdıklarımı doğrulamak isteyen herkes bu kitabı internet üzerinden kolaylıkla bulabilir:
– Atanan fabrika yöneticilerinin yeni teknolojileri uygulamaya koymak gibi bir niyetleri yoktu zira yeni teknolojiler üstüne son derece bilgisizdiler ve bu onların mevkilerini kaybetmelerine neden olabilirdi.
– Yöneticilerin risk alıp yeni teknolojiler denemesi için zorlayıcı bir etken yoktu. Mevkilerini yeni uygulamalar ortaya koysalar da koymasalar da sürdürebilirlerdi ve aynısı onları atayan üstleri için de geçerliydi.
– Üreticilerin söz hakkı olmadığı merkezi plan teknolojik yeniliklerin ortaya koyulması için gerekli esnekliği sağlamıyordu. Bütün girdiler merkezi plan tarafından sabit olarak belirlendiğinden ötürü yeniliklere kaynak ayırmak çok zordu. Kaynak ayrılabilse bile bu durumda gerekli üretim kotasına varılamaması riski doğuyordu.
– Verimliliğini ve üretim kotasını arttıran fabrikalar ödüllendirilmeyi bırakın bürokrasi tarafından daha fazla iş ile cezalandırılıyordu. Emekçilerin bütün iradesi bürokrasi tarafından gasp ediliyordu.
– Stalinci endüstrileşme süreci ile Sovyet ekonomisine nitelikden önce nicelik paradigması yerleşmiştir. Ekonominin inanılmaz hızlarda büyümesi için yapılabilecek en büyük miktarlarda üretim yapılmış ve bu uğurda ürünlerin kalitesinden kesintiye gidilmiştir. Üretilen makinalar da kalitesiz olduğundan ötürü sürekli bozulup üretim sürecini kesintiye uğratmıştır.
– Mevcut bürokrasi sayıca artıp inanılmaz bir gövde oluşturdu. Örnek vermek gerekirse 11 bin işçinin çalıştığı bir fabrikada 5 bin kişilik bir yönetici ekibi olabiliyordu.
Bir bürokrat asgari ücretin 32 katı para kazanıyor, parti tarafından atanıyor ve görevden alınamıyordu. Bürokrasi, polis ile iş birliğine giderek işçiler üzerinde otorite kuruyor, ürünleri karaborsada satıp kazanç sağlıyor ve hatta işçilerin ücretlerini ödemiyordu.
İşte Stalinizm budur, işte ekmek sıralarını yaratan düzen budur, işte TKP’nin istediği düzen budur: Bir hırsızlık ve gasp düzeni… Bizim istediğimiz düzen ise Komündür: Bir özgürlük ve hak düzeni… Ve biz bu düzene giden tek yolun sürekli devrim olduğunu bildiğimiz için Troçkist olduk!
YAŞASIN KOMÜN!
YAŞASIN SÜREKLİ DEVRİM!
KAHROLSUN STALİNİZM!