DEVRİM NEDİR ?
GİRİŞ
SSCB’nin kapitalizme entegrasyonundan sonra tüm burjuva ideologları küresel düzeyde koro halinde sosyalizmin öldüğünü, sınıf savaşlarının bittiğini, tarihin sonuna gelinildiğini, kapitalizmin ebedi olduğunu, sonsuza dek varlığını sürdüreceğinin vaazını verdi. “Sosyalizmin ölmesiyle” artık savaşların, ekonomik krizlerinde olmayacağını insanlığı demokratik bir refah toplumunun beklediğinin müjdesi verildi. Burjuvazinin şişirdiği bu pembe balon çok kısa sürede patladı. Savaşlar, krizler, yoksulluk, açlık son 30 yıllık süreçte istikrarlı şekilde aratarak kendi rekorlarını kırdı. Küresel çapta uygulanan neo-liberal politikalarla işçi sınıfının tüm kazanımlarına topyekun savaş ilan edildi. Burjuvazinin iddia ettiği gibi demokratik refah toplumundan eser yoktu. Yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, ırkçılık, ekonomik krizler, iklim krizleri, savaş, ırkçılık veba salgını gibi yayılmakta, küresel düzeydede otoriter rejimler inşa edilerek tüm demokratik haklarada topyekun bir saldırı söz konusuydu. Öldüğü iddia edilen işçi sınıfı küresel düzeyde nüfus olarak ciddi artış gösterdi. 20. Yüzyılda üçüncü dünya ülkesi olarak tanımlanan bölgelerde kapitalist dönüşüm hızla gerçekleşti. Kentleşmelerle birlikte işçi sınıfının nufusu hızla artış gösterdi. SSCB’nin kapitalist resterasyonuyla birlikte burjuvazinin ortaya attığı bir diğer iddia ise sınıf savaşlarının ve devrimler çağının kapandığı yönündeydi. Bu iddiaydı işçi sınıfının artan orandaki mücadelesi yerle bir etmişti. 2000’lerin başında Latin Amerika’da kıtasal düzeyde işçi sınıfının mevcut iktidarları sarsan, düzene sığmayan radikal mücadeleri söz konusuydu. Devrimci bir önderliğin yokluğunda tüm Latin Amerika’da reformist siyasal hareketler iktidara taşındı. 2010’larla birlikte Ortadoğu’da devrimci kabarışlar gerçekleşti, birçok BASS’cı diktatörlük yıkıldı, fakat devrimci önderliğin yokluğunda bu boşlukları yine gerici siyasal özneler doldurdu. 2019 yılını ise küresel düzeyde emekçilerin kapitalizme karşı yükselen isyan dalgasıyla tamaladık. Bu isyan dalgasıda kapitalizmin miadını doldurduğunu emekçi kitlelerin radikal arayışlar içerisinde olduğunun işaret fişekleridir. Bu işaret fişeğinin bir diğer yönü ise küresel düzeyde yaşanan devrimci parti sorununun yakıcılığında düğümlenmektedir. Bu çalışmamızda devrimin ne olup ne olmadığını? Reform ile devrim arasındaki farkların neler olduğunu, neden reformların kalıcı bir çözüm getiremeyeceğini, 21. yüzyılda devrimlerin neden mümkün olduğunu, devrimi kimin nasıl yapacağını, devrim için neden bir devrimci partiye ihtiyaç olduğunu, devrimci parti için neden devrimci bir hazırlık süreci gerektiğini somutlama çalışması içinde bulunacağız.
Devrim Nedir ?
Devrim kavramı 21. yüzyılda içeriğinde en fazla anlam karmaşası yaratan kavramlardan biri durumuna gelmiştir. Her iktidar değişikliğine, her kapitalist sistem içinde gerçekleşen burjuva resterasyon hatta askeri darbeler dahi devrim olarak tanımlanagelmiştir. Hatta kapitalist şirketler piyasaya yeni ürün sunduklarında bunun reklamını yaparken “Devrim” kavramını kullanmaktan gocunmamaktadırlar. Bunun nedeni burjuvazinin devrim kavramının içini boşaltma isteğinde yatmaktadır. Devrimi değişimin eş anlamlısı olarak sunulmaya çalışılmaktadır. O yüzdendir ki devrimin ne olduğunu tanımlamak kadar ne olmadığını somutlamakta enaz onun kadar önem arz etmektedir. Devrim toplumda egemen olan, ama miadını doldurmuş bulunan sınıfın ekonomik, siyasal iktidarının devrilmesi ve onun yerine iktidarı yeni bir sınıfın almasıdır. Devrim devlet iktidarının devrimci bir sınıfın eline geçmesiyle ve bu sınıfın tüm devlet aygıtlarını lavetmesi, egemen sınıfı siyasal ve ekonomik olarak mülksüzleştirmesiyle tüm toplumsal düzeni kökten radikal şekilde değiştirmesidir. O yüzdendir ki devrim yalnızca iktidar değişikliği veya etkili reformlar programının hayata geçmesi değildir. Devrim herşeyden önce; mülkiyet, üretim, iktidar ilişkilerinin değişimidir. Bunun dışında kalan toplumsal dönüşümler devrim olarak nitelendirilemez. Tüm biyolojik canlılar gibi tüm toplumsal sistemlerde; doğar büyür ve ölürler. Hiçbir toplumsal düzen ölümsüz değildir. Bu durum kendisini insanlığın son medeniyeti olarak tanımlayan kapitalizm içinde geçerlidir. Nasıl ki kapitalizm ilk başta ilerici bir rol oynamış ama zaman içinde insanlığın gelişimi önünde bir engel haline gelmiş olan feodoalizmin bağrından doğup, bir süre sonra onun yerini almışsa, aynı şekilde kapitalizmde bir zamanlar ilerici bir rol oynamasına karşın, bugün insanlığın gelişiminin önündeki en büyük engel hâline gelmiştir. Devrimler bir tercih meselesi değildir, tarihsel gelişimin gelip dayattığı bir görevdir.Lakin toplumsal düzenler biyolojik canlılar gibi ömürleri dolduğunda kendiliğinden ölmezler. Çürümüş toplumsal düzenleri tarihin çöplüğüne getirecek olan, tarihin motor gücü olan üretici güçlerin militan mücadelesidir. İşçi sınıfının eylem klavuzu olan Marksizm bize sınıfsız, hudutduz, sömürüsüz, devletsiz bir medeniyete nasıl ulaşacağımızın bilimsel metodunu sunmaktadır. O yüzdendir ki; kapitalizme alternatif toplumsal düzen arayışında olan herkesin ilk uğrak limanı Marksizm olmuştur. Çünkü kapitalizme alternatif, insanlığın özüne uygun bir medeniyet projesinin en somut, bilimsel ve tutarlı şekilde savunan ideoloji Marksizmdir. Burjuvazi küresel çapta günde beş vakit Marksizmin geçerliliğini yitirmiş bir ideoloji olduğunun vaazını versede, Marksizm heyulası küresel çapta varlığını korumakla birlikte burjuvazinin kabusu olmaya devam etmektedir. Burjuvazinin kendi iktidarının sonsuz olduğuna dayanak üretmek için sürekli olarak şu argümanı belleklere kazıma faaliyetinde bulunmaktadır:” İnsanlığın doğası gereği her zaman sınıflar, ezen, ezilen, yoksul, zengin ayrımları vardı ve var olmaya devam edecek.” Yalnızca bu durumun sosyal devletçilik ile kontrol altına alınabileceğini, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ancak revize edilebilineceğini, ama asla ortadan kaldırılamayacağını öne sürerler. Oysa insanlık tarihi burjuvazinin bu iddiasını çürütmektedir. 100.000 yıllık insanlık tarihinin son 10.000 yılında özel mülkiyetli ve devletli toplum vardır. İnsanlık tarihi 90.000 yıl boyunca özel mülkiyet, sınıf, devlet, ezme, ezilme ilişkisi olmadan varlığını sürdürmüştür. Sınıflı toplum, özel mülkiyet, ezme ezilme ilişkisi insanın doğasının bir ürünü değildir. Geçtiğimiz yüzyılın hemen ilk çeyreğinde bir devrim yaşamdı. Bu devrim 10.000 yıldır devam eden; yani kölecilikten kapitalizme uzanan sınıflı topluma meydan okuyup, sınıfsız topluma geçisin başlangıç adımını atma cesaretini gösteren bir devrimdi. 1871 Paris Komünü deneyimi ve 1917 Ekim devrimi deneyimi insanlığa sınıfsız bir topluma gidebileceğini, kapitalizme alternatif bir medeniyet kurulabileceğini pratikte göstermiştir. Burjuvazi ne yaparsa yapsın Ekim devriminin yaşandığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Bugun sınıflı toplum yapısı insanlığı barbarlık içinde yokoluşa doğru sürüklemektedir. Sınıflı toplum yapısının insanlığa sunabileceği hiçbir gelecek kalmamıştır. Açlık, yoksulluk, sömürü, geleceksizlik, savaş, ırkçılık, atarerkillik, homofobi, ekolojik yıkım dışında kapitalizmin insanlığa verebileceği hiçbirşey kalmamıştır. O yüzdendir ki; insanlığın bu köhnemiş düzene alternatif sınıfsız, sömürüsüz, hudutsuz, devletsiz topluma taşıyacak devrimler çağı için yoğun sert mücadelere girmesi kaçınılmazdır. 2019’un sonuna geldiğimiz bu günlerde, geride bıraktığımız yıl küresel çapta kapitalizmin neo-liberal dönüşüm programlarına karşı ayaklanmaların yılı oldu. Emekçi kitleler düzene sığmayan radikal eylemliliklerle sistemi felç edebilmekte, mevcut iktidarlara geri adım attırmayı hatta bazı ülkelerde mevcut iktidarları devirmeyi başarmışlardır. Fakat bu süreci devrimci bir iktidara taşıyabilmeyi henüz başaramamışlardır. Burada küresel düzeyde devrimci dünya partisi sorunu tüm yakıcılığıyla kendisini hissetirmektedir. Devrimci parti sorununa çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde detaylı şekilde ele alacağız.
Reform ve Devrim Arasndaki Farklar
Reformizmin işçi sınıfının mücadelesine derman olamayacağının belkide en büyük kanıtı reformistlerin, reformist olduklarını kabul etmemekle birlikte bunu hakaret olarak görmektedirler. Tüm reformist hareketlerin programlarının bir köşesinde mutlaka devrim yazar. Her koşulda kendilerini devrimci olarak lanse ederler. Reformizm ile devrimciliğin farkını kısaca şu şekilde özetleyebiliriz:” Reformizm günlük yada kısa vadeli kazanımların sonsuza dek korunabilecek ve yeni reformlarla güçlendirilecek kazanımlar olarak görmektedir. Devrimciler açısından ise bu durum gerçeklikle bir alakası yoktur, zira güç ve siyasi iktidar burjuvazinin elinde oldığu sürece hiçbir kazanım kalıcı olmaz. Reformistler kapitalizmi ehlileştirmeye çalışır, devrimciler ise kapitalizmi kökten yıkmaya çalışır.”
*) Reformistlerin Temel Özellikleri
-) Reformistlerin en temel özelliği kendilerini reformist olarak nitelendirmekten ısrarla kaçmalarıdır. Her zaman devrimcilik, sosyalistlik etiketini üzerlerinde taşırlar. Programlarının bir köşesinde her zaman devrim yazar. Özel tarihsel günlerde ve bayram merasimlerinde yalnızca devrimden sosyalizmden bahsederler. Reformizm sınıfsal köken olarak işçi aristokrasisine ve sendikal bürokasiye yaslanırlar. İşçi sınıfının tamamının çıkarlarından ziyade kendi ayrıcalıklı konumlarının çıkarlarını sınıfın tamamının çıkarları olarak sunarlar. Bu yüzden her zaman işçi sınıfının mücadelesini pasifize etmek ve sistem içerisine hapsetmekle meşguldürler. Reformist sosyalistler, burjuvaziye yaranmak uğruna her zaman işçi sınıfının devrim programının “keskin” görünen yanlarını törpülemekle meşguldürler. Bunu gerçekleştirirken öne sürdükleri gerekçe, devrim programındaki keskin yönlerin emekçi kitleleri ürküteceği ve kitleselleşmeyi sekteye uğratacağıdır. Öne sürdükleri bu savın pratikteki karşılığı ise sınıf mücafelesini her zaman düzen içerisine hapsetmekle birlikte, tek mücadele zemini olarak legalizm ve parlementerizmi kutsamasında yatmaktadır. Reformizm burjuvazinin işçi sınıfı saflarındaki aparatıdır.
*) Reformistlerin bir diğer karekteristlik özelliği ise tüm güçleri ve enerjileriyle burjuva düzene payanda olmaya çalışırlar, küçük kazanımlar ve başarıların peşinden koşarlar. İşçi sınıfının kısmi iyleştirmeler için yürüttüğü siyasal ve ekonomik mücadeleyi kapitalizmin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tabi kılmaktan ısrarla kaçınırlar. Bu durumu teorize etmek için asgari ve azami program ayrımı yaparak, proleter devrimin önüne aşamalar koyarak burjuva klikler arasında ittifaklar aramaktadır. Her adımda reformistler, işçi-emekçi sınıfların mücadelesini egemen sınıfın hegomanyasını ortadan kaldırmayarak onlarla uzlaşı içine çeken zemini hazırlamaktadırlar.
*) Reformizmin karekteristik özelliklerinden biriside ulusal ve küresel düzeyde Leninist parti anlayışına ama açıktan ama utangacça karşı çıkmaktadır. Reformistler işçi sınıfının devrimci rolüne inanmamakta ve güvenmemektedirler. Bu güvensizliğin temelinde sınıfı kendi kontrolünde tutma isteği vardır. O yüzden her zaman işçi sınıfına alternatif arayışı içinde bulunurlar. İşçi sınıfının devrimci gücünü her zaman geri plana atmaya çalışırlar. Reformistler kendiliğinden hareketleri kutsarlar ve bu hareketlere üst düzey roller biçmekten geri durmazlar.
*) Reformistler dillerinden devrim kavramını düşürmezler. Fakat bunu yaparkende devrim kavramının içeriğinide reformist perspektifler doğrultusunda içini boşaltmaktadırlar. Burjuvazinin iktidarının hüküm sürdüğü bir ortamda iktidara gelen reformist partilerin gerçekleştirdikleri reformist politikaları devrim olarak pazarlamakta çok mahirdirler. 2000’lerin başında Latin America’da iktidara gelen tüm sol reformistlerin uygulamalarını devrim olarak selamladı. Chavez’in iktidarını yıllarca “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak pazarlamaları belleklerde en fazla yer edinmiş örnektir.
Marksizm ve Reform Mücadelesi
Marksizm reformlar uğruna mücadeleyi reddetmez. İşçi sınıfının günlük kazanımlar için girdiği tüm mücadelere devrimci marksistler aktif şekilde dahil olurlar. Devrimci Marksistler; işçi sınıfının küçükte olsa hertürlü kazanım için mücadele etmek gerektiğini, bu kazanımlar olmadan mücadelenin ilerleyemeyeceğini bilirler. Ama bu duruma ek olarak reformistlerden temel farkları şurada yatmaktadır: Düzen içinde kazanılmış tüm kazanımlar her zaman burjuvazinin tehtidi altındadır. Bu kazanımlar ancak devrimle yani siyasal iktidarın ve özel mülkiyeti burjuvazinin elinden alarak nihai bir güvence altına sokabilirler. Tüm reformist kazanımlar sınıf savaşlarının yan ürünleridir. Lenin’in sözleriyle aktarırsak; işçi sınıfı reformlar için mücadele etmeden devrimler için mücadele edemez. Reformlar yani gündelik mücadeleler ve kısmi iyleştirmeler için girilen mücadeleler sınıf bilincinin oluşmasına zemin hazırlar. İşçi sınıfının girdiği gündelik mücadelerde; sermaye sınıfını , devleti ve devletin kolluk güçlerini karşısında görür. Devrimcilerin görevleride burada başlar, gündelik reform mücadelerini sosyalist devrim hedefine taşımak, gündelik mücadeleler içerisinde sermaye sınıfını, devleti ve mevcut düzeni teşhir ederek, devrimin tek çözüm olduğunu anlatmak, bu amaç doğrultusunda adım adım teşkilatlanmak. Devrim mücadelesi reform mücadelesini dışlamaz; kapsar, ilerletir ve nihayete erdirir.Devrim demek ele geçirilen bir sihirli değnekle herşeyin bir çırpıda değiştirilmesi değildir.Devrim için uzun hazırlık dönemi gerekmektedir.Devrimciler reformları, yani düzen içinde elde edilen kazanımları ve bu kazanımların savunulmasını için verilen mücadeleyi son kavgaya hazırlık dönemi olarak görürler. Her reform mücadelesini düzene sığmayan, mevcut düzende çatlaklara yol açacak bir zemine sokmaya çalışırlar. Bu hedefe ulaşmak için geçiş talepleri devreye girer.Troçki’den aktaracak olursak; “Bugünkü taleplerle sosyalist devrim programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere günlük mücadele süreci içinde yardımcı olmak gerekir. Bu köprüyü günün koşulları ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin bugünkü bilincinden kaynaklanan ve kaçınılmaz bir biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesine varan bir geçiş talepleri sistemini oluşturmasıdır.”
Reformistler ise mücadeleyi her koşulda sistem içinde tutarak, burjuvaziyle uzlaştırma hedefi gütmektedirler.
Devrim Nasıl Olacak ?
Devrimi Kim Yapacak?
Devrim ve devrimcilik iddiasında bulunan tüm partiler, örgütler, gruplar, bireylerin en fazla tartıştığı konulardan biriside devrimin nasıl olacağı? Şiddet yoluyla mı yoksa barışçıl yollarla mı?, bir azınlık mı yapacak yoksa tüm işçiler mi?, parti mi yapacak yoksa sınıf mı?….
Broşürümüzün bu bölümünde tüm bu sorulara cevap arıyacağız. Tüm bu soruların cevabı için iki temel faktör vardır. Öznel faktörler ve nesnel faktörler. Devrim öznel ve nesnel faktörlerin ürünüdür. Nesnel öge devrimin maddi koşullarının hazır olmasıdır. Tarihsel açıdan incelendiğinde, işçi devriminin maddi koşulları, sosyalizmi ifade eden bolluk toplumunun kurulması için ön şart olan makineli sanayinin dünya ekonomisinde üstünlüğünü kabul ettirmesi ve bunun doğrudan bir sonuç olarak işçi sınıfının toplumda belirleyici güç hâline gelmesi, gerek sayısal gereksede niteliksel açıdan esas güç olmasıdır. Üretim araçları, teknoloji insanlık tarihi boyunca en doruk noktasına ulaşmıştır. Bu gelişme insanlığın tüm ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamaya yetecek düzeydedir. Fakat yaklaşık 1 milyar insan açlık, temiz su gibi en yaşamsal ihtiyaçlardan mahrum vaziyette kendi kaderine terk edilmiştir. Tarihsel koşullar açısından bakıldığı zaman sosyalist dünya devriminin nesnel ön koşulları fazlasıyla olulmuştur. Sosyalist dünya devriminin nesnel ön koşullarının fazlasıyla oluşması, proleter devrimlerin başlamsı için tek başına yeterli bir etken değildir. Devrimin gerçekleşmesi için nesnelliğin öznel koşullarla tamamlanması gerekmektedir. Bu nesnelliği doğru şekilde yönlendirecek, rehperlik işlevi görecek bir araca ihtiyaç vardır. Bu aracın adıda işçi sınıfının devrimci partisidir. İşçi sınıfının her an her saniye milyonlar hâlinde mücadele etmesini bekleyemeyiz. Olağan dönemlerde mücadelenin kitleselliği düşürmekle birlikte yola belli bir azınlıkla devam edilmektedir. Bu tür dönemlerde, devrimden umudunu kesmek yerine, işçi sınıfının içinde küçük ama önemli mevziler elde eden bir parti olmadığı taktirde, devrimci yükseliş döneminde işçi sınıfının burjuva, reformist önderliklerin peşine takılması kaçınılmazdır. Bu yüzden, devrimden önce, geçmiş mücadele deneyimlerinden dersler çıkararak işçi hateketi için ilkeler belirleyecek, stratejiler ve taktikler geliştirecek ve hepsinden önemlisi devrimci ilkeleri hem kendisi uygulayıp hemde kitlelere uygulatacak komünist militanların oluşturacağı bir önderlik şarttır. İşçi sınıfının devrimci partisini bu çekirdek oluşturur. Bugün malesef ki devrimin öznel koşulu henüz hazır değildir. Bu yüzden asli devrimci görevimiz, tüm enerjimizle, sistemli, disiplinli ve ilkeli bir şekilde parti inşasına odaklanmaktır. Bu iki etken hazır olduktan sonra, geriye tek bir koşul kalıyor, oda devrimin güncel nesnel koşuludur. İşçi ve emekçi kitlelerin ayağa kalkması… Bu konuda, devrimci militanlar olarak gönlümüzü ferah tutabiliriz! Bahsettiğimiz iki koşul oluştuktan sonra, bu üçüncü koşulun yerine gelmesi için tasalanmamıza gerek yok, çünkü bu noktada çok sağlam bir güvencemiz var: Kapitalizm!
Eşitsizliklerle ve mantıksızlıklarla dolu, karşıtlıkların bu denli açık bir şekilde ortaya serilmiş olduğu bir sistemde, işçi ve emekçilerin dönem dönem başkaldırışlara sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Krizlerden yakasını kurtaramayan bir sistem olarak kapitalizm, kitleleri mücadeleye adeta zorla sürükler, onları mücadele etmek zorunda bırakır. Dolayısıyla denizde dalga zaten olur, bizim dalga olması için kol çırpmamıza, ya da ek çareler aramamıza gerek yoktur. Mühim olan, o dalga oluşana kadar doğru konum almak, gelecek olan dalgaya hazırlanmaktır. Ne var ki mücadelenin zeminini kapitalizm döşese de, bu mücadelelerin kapsamı ve niteliği çok çeşitli etkenlerden beslenir. Bu etkenlerin başında da devrimci önderlik gelmektedir.Devrimci önderlik, gerçek yüzünü devrimin başladığı gün gösterecek olan ve dolayısıyla o devrimci dalga gelene kadar kendi kabuğuna çekilerek kumda hazırlık yapan bir örgüt olamaz. Devrimci önderlik, işçi sınıfının küçük ya da büyük her mücadelesinde ve günlük hayatında onun yanında yer alarak bu mücadeleleri ileriye çekecek, yenilgiye uğrasa bile derslerin özümsenmesini sağlayacak, birbirinden kopuk patlak veren mücadeleleri birleştirecek, yani kıvılcımları yangına dönüştürme rolü oynayacak bir etkendir. Devrimci parti bir yandan kendi kadrolarını yetiştirirken, diğer yandan mücadeleleri birleştirip büyütme rolü oynamadığı takdirde, elbette, krizler ve işçilerin mücadelesi kapitalizmi sallasa bile yıkamayacak ve yıkımdan kurtulan kapitalizm küllerinden yeniden doğacaktır. Dolayısıyla devrim için devrimcilere düşen görev büyüktür, ama bu görevleri doğru anlamak kaydıyla. Devrimcilerin görevi devrimi yaratmak değil, hazırlamak, inceden inceye örmektir. Bunun öncelikli yolu da devrimcilerin kendilerini hazırlamalarıdır, yani kendi hayatlarında devrim yapmalarıdır.Elbette devrim için ön şartlardan biri de kişinin kendi hayatında ve çevresinde devrim yapmasıdır. Bu söz çok tekrarlanana tekrarlana bayatlamış görünse de, doğruluğundan bir şey kaybetmemiştir. Bu düzenin toptan değişmesi gerektiğini savunan biz devrimcilerin, o düzenin parçası olan, o düzen içinde doğmuş, büyümüş, hamuru o düzende yoğrulmuş kişiler olarak ondan etkilenmemiş olmaları, değişen derecelerde onun özelliklerini taşımamaları beklenemez. Aslında tersinden bakıldığında, tam da böyle olduğu için biz reformist değil, devrimciyiz, çünkü bu düzenin bir yerinin değil, her yerinin eğri olduğunu ve kısmi iyileştirmelerle düzeltilemeyeceğini, bu düzenin her yanına yayılmış pisliklerden hiçbirimizin kaçıp kurtulamayacağını, bir tarafını düzeltsek, başka bir tarafının arıza vereceğini savunuyoruz. Bu açıdan bakıldığında, biz devrimciler salt devrimci olmakla bu düzenin pisliklerinden kurtulamayız. Devrimcilik bir mertebe değil, örgütlü, eleştirel, militan duruştur; hem çevremizi hem de kendimizi örgütlü eleştirel bir tutumla değiştirerek devrimin önderliğini yapabilecek kadrolar haline gelebiliriz; ancak geçmişten gelen bağlarımızı devrimci bir tarzda, yani cesur, kararlı,inatçı ve köklü bir şekilde kopardığımız takdirde devrime azami fayda sağlayabiliriz.Devrimcilerin görevinin devrimi yaratmak olmadığını söyledik. Elbette buradan devrimin bir azınlığın eylemi olmadığı sonucunu çıkartabiliriz. Marksizmin kurucuları bu gerçeği şu özlü sözle ifade etmişlerdi: İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.Bu doğru söz birçok sosyalist örgüt ya da kişi tarafından iki şekilde çiğnenmiştir. Bir kesim, bu sözü tamamen yok sayarak, devrimi işçi sınıfı adına hareket eden bir azınlığın yapacağı hayaline kapılmıştır. Bu sözü güya sahiplenen diğer kesim ise, bu sözden adeta her şeyi işçi sınıfının tek başına yapacağı ya da işçi devriminin tüm işçiler ya da işçilerin tamamına yakını tarafından yapılacağı gibi bir sonuç çıkarmıştır. Her ikisi de yanlıştır. Tarihteki ilk büyük işçi devriminin önderliği olan Bolşevikler ilk yanlışa düşmedikleri için devrim yapabilmişlerdi. Örneğin kitlelerin henüz burjuvaziyle uzlaşma çizgisinden ayrılmadıkları Nisan 1917‟de Lenin şöyle yazıyordu: “İktidar olmak için sınıf bilinçli işçiler çoğunluğu kendi yanlarına çekmelidirler.”[1] Bu yüzden de, devrimin o günkü görevinin fevri, aceleci çıkışlar yapmak, “madem devrim başladı, ne duruyoruz? Saldıralım!” demek ya da radikal eylemlere girişmek değil, sabırla anlatmak olduğunu söylüyordu. Öyle ki Bolşeviklerin 4 milyon sanayi işçisi arasında çoğunluğu ele geçirdikleri Temmuz ayında işçiler ayaklanmanın bir an önce olması gerektiğini savunduklarında bile, Lenin ve partisi kitlelerin geri kalanını da ikna etmek gerektiğini anlatmaya devam etmişlerdi. Tarihe Temmuz Günleri olarak geçen hadiselerin anlamı budur. Gelgelelim devrimi bir azınlığın yapmasını savunmak ne kadar yanlışsa, devrimi salt sayısal çoğunluğa indirgemek ve işçi sınıfının kendi eseri olacağına göre, sınıfın tamamının ya da tamamına yakınının hep beraber yapacağını söylemek de bir o kadar yanlıştır. Bu görüş de devrimi salt sayı sorununa indirgemektedir, niceliğe odaklanıp niteliği unutmaktadır.Birincisi, devrim sorunu sandıkta çözülemez. Lenin‟in sözleriyle, devrimin “zaferi[ni], burjuvazinin yönetimi altındaki bir seçimde oy çoğunluğu sağlamakla ya da bunu kazanmanın bir koşulu yapmakla sınırlamak tam bir aptallıktır ya da işçileri aldatmaktan başka bir şey değildir.”[2] İkincisi, Marksistler açısından devrimde çoğunluğa ulaşmak tüm kesimlerin açıkça devrimci partiyi desteklemesi ve “devrim istiyoruz” diyerek sokağa inmesi de değildir. Devrim, işçi sınıfının öncüsünün toplumun çoğunluğunu devrim davasına kazanması anlamına gelir, ama bu çoğunluğun devrime bağlılığı farklı derecelerde olacaktır.Her şeyden önce, devrimde nereye ve hangi yollarla gideceğini bilen kesim her zaman bir azınlık olacaktır. Bu kesimler devrimin öncüsüdür: Devrimci mücadelenin ön muharebelerini önce kendi zihinlerinde (ideolojik ve teorik temelde) vermiş, sonra bunun provalarını devrimci mücadeleninyükselmediği dönemlerde sınıf mücadelesinin çeşitli alanlarında yapmış ve deneyimleri bilincine çıkarmış kesimidir. Devrimci partide örgütlenmiş olan bu öncü, işçi sınıfının sendikaları ve sovyetleri gibi öz-örgütlerinde yer alan kitlelere, yani sınıfın diğer aktif kesimlerine doğru politikaları yayar.Sınıfın devrimci enerjisini sindirmiş olan bu öncü, bir yanda devrimin zorunlu olduğuna ikna ettiği kesimler, diğer yanda tamamen ikna olmamış olmasına karşın toplumdaki keskin kutuplaşmada içgüdüleriyle doğru tarafta yer almış, ama burjuva ve küçük burjuva yanılsamalarından kurtulamamış olan kesimlerle birlikte devrime ilerler.Bu ilerleyişin başarıya ulaşması için, devrime ikna olmamış, ama burjuvaziye de aktif destek vermeyen kesimlerin tarafsızlaştırılması da bir o kadar önemlidir. Bu kesimler genellikle proleter olmayan emekçilerden oluşur. Lenin‟in sözleriyle, işçi sınıfının yürüttüğü “sınıf mücadelesinin amaçlarından biri, emekçi kitlelerin proleter olmayan kesimlerine uzun deneyimleri ve bir dizi pratik örnek aracılığıyla proletarya diktatörlüğünden yana olmanın kendileri için burjuva diktatörlüğünden yana olmaktan daha yararlı olduğunu ve üçüncü bir yolun mümkün olmadığını göstermektir.”[3] Devrimciler çoğunluğun kazanılmasına bu şekilde bakarlar: Belli bir azınlık kararlı ve bilinçli bir şekilde devrime ilerlerken; yalpalamalar sergileyen, sergilemesi kaçınılmaz olan, ama yine de barikatın doğru tarafında yer alan bir başka kesimi saflarına katar, onlara tereddüde düştükleri, ya da

yanlış yola girdikleri dönemlerde doğru yolu gösterir, devrime katkı sunmalarını sağlar ve bu sayede, üçüncü bir kesimi, yani devrime ikna olmayanları en azından devrime düşman olmayacak şekilde tarafsızlaştırır. Bu üç kesimin ittifakı toplumdaki dördüncü ve son kesime, yani karşıdevrimcilere devrimi zorla dayatır.Devrimin bu şekilde başarılı olabilmesi için, vazgeçilmez bir etkenin daha devreye girmesi gerekir:Sovyetler (ya da, işçi konseyleri), yani işçi sınıfının öz-yönetim organları.Devrimde çoğunluk sorununda, üçüncü sırada sovyetler gelmektedir. İşçi sınıfının ayağa kalktığı dönemlerde, milyonlarca işçiyi kapsayacak ve onları siyasi mücadelede sınıf temelinde eğitip hareket ettirecek bir örgüt olarak sovyetler doldurulamaz bir yere sahiptir. Ancak sovyet türünde öz-örgütlülükler ortaya çıktığı takdirde işçi sınıfı bahsettiğimiz türde bir çoğunluğu sağlayabilir. Devrimciler açısından çoğunluk sorunu, işçi sınıfını esasen işyerleri temelinde örgütleyen bu geniş tabanlı öz-yönetim organlarında çoğunluğun kazanılmasıdır.İşçi ve emekçilerin kendi temsilcilerini kendilerinin seçtikleri ve gerekli gördükleri durumda, hemen geri çağırabildikleri bu tür örgütler işçi sınıfının devrimi gerçekleştirebilmesi için elzemdir. Ayrıca bu yazının kapsamı dışında olsa da, işçi sınıfı ancak bu tür bir örgüt aracılığıyla devrimci iktidar kurabilir ve egemenliğini sürdürebilir.İşçi sınıfı burjuvazinin yönetmesi için tasarlanmış olan eski devlet aygıtına, onun eklentilerine (burjuva meclis, ordu, polis, mahkemeler vb.) yaslanarak devrimci bir iktidar kuramaz. İşçi sınıfının gerçekten devrim yapabilmesi için, çoğunluğa ulaşmasını sağlayacak olan bu sovyetleri bizatihi devlet iktidarı haline getirmesi gerekir. Lenin‟in sözleriyle, “eğer devlet, sınıflar arasındaki karşıtlıkların
uzlaşmazlığının bir ürünüyse, eğer toplumun üzerinde duran ve „gitgide ona yabancılaşan‟ bir güç ise, o zaman ezilen sınıfın kurtuluşu için yalnızca şiddete dayalı bir devrimin değil, aynı zamanda, egemen sınıf tarafından yaratılmış olan ve bizatihi bu „yabancılaşma‟yı cisimleştiren devlet iktidarı aygıtını yok etmenin de gerekli olduğu açıktır.”[4] Başka bir deyişle, işçi sınıfı eski devlet aygıtını yıkıp parçalamalı ve yerine işçi sınıfının daha baştan sönümlenmeye yüz tutmuş devletini, demokrasinin en ileri aşamasını ifade eden sovyet devletini geçirmelidir. Buraya kadar söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, devrim güzellikle değil, zor yoluyla olur. Kitleleri ikna ederek, ama burjuvaziye dayatarak olur. Tarihin gelmiş geçmiş en güçlü egemen sınıfının iktidarına göz diken proletaryanın, bu hedefe barışçıl yollarla ilerleyebileceğini düşünen biri ya saftır ya da sınıfa ihanet içindedir.Marksizmdeki klasik devrim tanımından hareket ederek bu konuyu netliğe kavuşturabiliriz. Engels (Lenin‟in de özellikle sahiplendiği gibi) şöyle yazar:Devrim hiç kuşkusuz olup olabilecek en otoriter şeydir; nüfusun bir kesiminin diğer kesimine topla, tüfekle, süngüyle, kısacası hepsi de fevkalade otoriter olan araçlarla kendi iradesini zorla kabul ettirmesidir. Zafer kazanan taraf, egemenliğini, silahlarının gericilerde uyandırdığı korkuyla sürdürmek zorundadır. Eğer Paris Komünü burjuvaziye karşı silahlı halkın otoritesini kullanmamış olsaydı, tek bir gün bile ayakta kalabilir miydi?[5]Dolayısıyla devrim bir tarafın (proletaryanın) diğer tarafa (burjuvaziye) kendi isteğini zorla dayatmasıdır. Bunun zorla olmasının nedeni, burjuvazinin iktidarı asla altın tepside sunmayacak olmasıdır. Kendi aralarındaki kâr paylaşım kavgalarında bile insanlığı katliama sürüklemekten çekinmeyen kapitalistlerin, bu kârların tümden elden gitmesi söz konusu olduğunda neler yapacağını düşünmek zor olmasa gerek. Bu yüzden, elbette devrim silahlı kitlelerle olur!Lenin bunu şöyle ifade eder:Bir egemen sınıf, ezilen sınıfa iktidarını asla altın tepside sunmaz. Aksine, ezilen sınıf sömürücüleri devirmekle kalmayıp, aynı zamanda kendi öz savunmasını örgütleyecek ve her şeyi bunun için ortaya koyacak durumda olduğunu da eylemleriyle kanıtlamak zorundadır.[6]Bu yüzden devrimciler “şiddet karşıtlığı”, “haklı davamızı şiddetle gölgelememek” gibi pasifist lafların esiri olmak yerine, “tarihte sınıf mücadelesinin tek bir sorunu bile yoktur ki şiddetten başka bir yolla çözülmüş olsun. Şiddet, emekçiler tarafından, sömürülen kitleler tarafından sömürücülere karşı uygulandığında, biz şiddetten yanayız!” diyen Lenin‟e kulak vermelidirler.[7] Bu yüzden devrime ilerleyen ve devrimin öncüsü olmaya aday her parti, devrimci mücadelenin yükselmesinin arifesinde kendi askeri kanadını oluşturmak zorunda kalmıştır ve kalacaktır.Ne var ki buradan hareketle, başka bir yanlışı da belirtmek zorundayız. Devrimci Marksistler devrimi bir azınlığın silahlı mücadelesine indirgeyen yaklaşıma da asla prim vermezler ve silahlı mücadeleyi kitlelerin silahlanması ve silahlı ayaklanması olarak kavrarlar. Belli bir öncünün burjuvaziyi ve devletini yorması, zayıflığını teşhir etmesi ve bu yolla kitleleri devrime çekmesi gibi görüşler, işçi sınıfının devrimci mücadelesinde yeri olmayan küçük burjuva anlayışların ürünüdür.Bu noktada referans noktamız Marx ve Lenin olmalıdır. Her ikisi de devrimin barışçıl yollarlaolacağına dair hayallere sahip olmamalarına karşın, kitlelerin silahlı ayaklanmasını ya da şiddete dayanan devrimi bir fetiş haline de getirmemişlerdi. Aksine her somut koşulu ayrıntılı bir şekilde incelemişlerdi.Örneğin Marx İngiltere‟nin bugünkü gibi yetkin bir devlet aygıtına sahip olmadığı on dokuzuncu yüzyılın ortalarında İngiltere‟de barışçıl bir devrimin reddedilemeyeceğini yazmıştı. Burjuva devletinin bürokrasisi, ordusu, polisi, istihbarat aygıtlarıyla bugün bildiğimiz anlamda yetkinleşmiş olmadığı bir dönemde, devrimin izleyeceği seyir elbette farklı olurdu. Ama bugün ve uzun zamandır dünyanın hiçbir yerinde böyle bir devlet olmadığına göre, bu olasılık ortadan kalkmıştır.Barışçıl devrimin, ya da daha doğru bir tabirle silahlı ayaklanmanın tali planda olduğu bir devrimin mümkün olup olmadığına, ya da nasıl olabileceğine dair bir başka örneği de Lenin‟de bulabiliriz. Lenin 1917 Temmuz‟undan önce, yani kendi sözleriyle “halka karşı şiddete başvurulmayan” dönemde devrimin “barışçıl” yollarla gerçekleşme olasılığını dışlamıyordu. Fakat bunun nedeni, devrimin çoktan iktidar haline geldiğine inanıyor olmasıydı. Devrim o kadar güçlüydü ki şiddete başvurmaya gerek bile kalmadan, hâlihazırda ortaya çıkmış ikinci hükümetin yumruğunu masaya vurması ve burjuvaziyle zımni uzlaşmayı bozmasıyla zafere ulaşabilirdi.Geçici Hükümet, diye yazıyordu Lenin Nisan 1917‟de,hemen şimdi alaşağı edilemez, zira onu iktidarda tutan şey, İşçi Temsilcileri Sovyetleri‟yle ve öncelikle de başlıca Sovyet olan Petrograd Sovyeti‟yle yaptığı dolaylı ve dolaysız, resmi ve fiili anlaşmadır; (3) genel olarak konuşursak, bu hükümet olağan tarzda “alaşağı edilemez”, zira burjuvaziye ikinci hükümetin, yani İşçi Temsilcileri Sovyeti‟nin verdiği “desteğe” yaslanmaktadır ve bu ikinci hükümet işçi ve köylülerin çoğunluğunun düşüncelerini ve iradesini doğrudan ifade etmesi bakımından mümkün olan yegâne devrimci hükümettir.[8] İşçi sınıfı o dönemde silahlı güçleri burjuvazinin elinden fiilen almıştı. Bu koşullar altında, devrimci iktidarı ilan etmesi yeterli olacaktı. Yanılsamalardan ve fetişlerden azade olan Lenin, Temmuz 1917‟den sonra bahsedilen bu koşul ortadan kalkınca, bu olasılığı tamamen bir kenara atmış ve silahlı ayaklanmayı inceden inceye örmeye girişmişti.Devrimin şiddet yoluyla olacağı şeklindeki doğruyu bu şekilde kavramak gerekir. İşçi sınıfının öncüsü, toplumda kendi gücünü kabul ettiremeyeceği dönemde silahlı çatışmaya girerek güçlerini heba etmez, silahlı mücadeleyi kitlelerin silahlı mücadelesi olarak kavrar. İktidarı alma sorununun gündeme geldiği noktadaysa, burjuvazinin gözünün yaşına bakmaz, iradesini zorla dayatır.Devrimin hedef tahtasında öncelikle iki öğe vardır: Siyasal iktidar, başka bir deyişle devlet iktidarı ve ekonomik iktidar, yani kapitalist üretim ilişkileri ya da sermaye düzeni. Burjuvazinin de egemen sınıf konumuna bir başka sınıfı (feodal toprak sahiplerini) devirerek, yani bir devrimle geldiğini belirtmiştik. Burjuvazi feodal toplumun bağrında, ticaretle, özellikle de uzun mesafe ticaretiyle ilgilenen mülksahibi bir sınıf olarak, zaman içinde ekonomik zenginliği kendi elinde toplamış ve yeni üretim araçlarına ayak uyduramayan feodal toprak sahiplerini devirerek (bazen de kendine katarak) önce ekonomik iktidarı el geçirmiş, yani üretim ilişkilerinde bir devrime yol açmış, ardından da her ülkede değişen uzunluklara yayılan bir süreç sonunda siyasal iktidarı almıştır. Proletaryanın burjuvaziden temel bir farkı olduğundan, proleter devrimi burjuva devriminden farklı bir modeli takip edecektir. Burjuvaziden farklı olarak proletarya mülksüz bir sınıftır. Bu yüzden proletaryanın toplumda önce ekonomik iktidarı ele geçirmesi, yani ekonomik açıdan egemen hale gelmesi mümkün değildir. Proletarya bunun yerine, mülksüz olmasına karşın ekonomide tuttuğu kritik yere, toplumu felç edebilme gücüne yaslanarak, önce siyasal iktidarı burjuvazinin elinden alacak, ardından da ekonomik gücü eline geçirecektir. Dolayısıyla işçi sınıfı burjuvaziyi önce siyasal açıdan mülksüzleştirecek, ardından ekonomik açıdan mülksüzleştirmeye girişecektir. İşçi devriminin bir diğer önemli özelliği de uluslararası niteliğidir: İşçi devrimi dünya devrimidir!İşçi devriminin dünya devrimi, yani farklı ülkelerdeki proleterlerin eşzamanlı hareketi olmasının nedeni, kapitalizmin bir dünya sistemi olmasıdır. Bunun bir sonucu olarak, işçi sınıfı da enternasyonal bir sınıftır, çıkarları yerel ya da ulusal değil, uluslararasıdır. Marksistler kapitalizmin uluslararası bir güç olduğunu ve bu nedenle kapitalizmin tek bir ülkede değil, ancak bütün ülkelerde zafere ulaşıldığında tamamen yok edilebileceğini bilerek hareket ederler. Marx ve Engels devrimin bu niteliğini şöyle tarif etmişlerdi: Komünizm pratik açıdan ancak egemen halkların “bir defada” ve eşzamanlı hareketi olarak olanaklıdır, ki bu da üretici güçlerin ve onunla bağlantılı olarak dünya çapında karşılıklı ilişkilerin evrensel gelişimini varsayar.[9] Burada eşzamanlı hareket ederken kastedilen elbette tüm dünyadaki proleterlerin aynı gün ya da aynı yıl içinde ayağa kalkmaları değildir. Devrim dönemlerinde bir ülkede başlayan hareketlenmenin diğer ülkelere yayılması kaçınılmazdır. Dünya devrimi bu kaçınılmazlığın adının konmasıdır. Farklı ülkelerde bulunan ama aynı çıkarlara sahip işçilerin, birbirini takip eden kalkışmalarla devrimlerini aynı tarihsel aralıkta tamamlamalarıdır. Bir yandan, işçi sınıfı ancak bu sayede diğer emperyalist güçlerin işçi devrimini abluka altına alıp bir süre sonra çökertmelerini engellerken, diğer yandan kapitalizm bir dünya sistemi olduğundan başladığı işi ancak diğer ülkelerde de işçi sınıfı iktidarı ele geçirdiği takdirde tamamlamış olacaktır.Bunu yapabilmek için, işçi sınıfının ulusal değil, dünya çapında örgütlenmiş bir partiye ihtiyacı vardır: Enternasyonal Parti.İşçi sınıfı mücadele sahnesine çıktığı günden bu yana hep uluslararası örgütlenmelerle kendisini göstermiştir. Marx ve Engels döneminde kurulan (ve öncesindeki enternasyonal örgütlenme girişimlerinin devamı olan) Birinci Enternasyonal, Engels‟ten Lenin ve Troçki‟ye bağlanan İkinci Enternasyonal ve Lenin ile Troçki‟nin önderlik ettiği Üçüncü Enternasyonal ve son olarak Troçki‟nin önderlik ettiği Dördüncü Enternasyonal farklı tarihsel dönemlerde aynı amacı gerçekleştirmek için kurulmuş enternasyonal partilerdir. Bu partiler, Lenin‟in ifadesiyle, dünya devriminin genelkurmayı olacak, işçi sınıfının farklı ülkelerde yaşadığı deneyimleri tek bir merkezde toplayıp ortaklaştırarak daha sağlam adımlarla yürümesini sağlayacaktı. Bugün de tüm bu Enternasyonal parti deneyimlerini özümseyip ilerletmiş böyle bir partinin kurulması zaruridir.Son olarak, devrimde gençliğin rolüne de değinmeden geçmek olmaz. Neticede devrim düşüncesi geleneksel olarak gençlikle özdeşleştirilmiştir. Bunun nedeni gençliğin toplumun en dinamik, değişikliğe en açık, ufku geniş ve öğrenmeye açık kesimi olmasıdır. Bu özellikler gençliğin (devrimci partinin kadroları olmak dışında) devrimde nasıl bir role sahip olacağına dair bir ipucu sunmaktadır.İşçi devriminde gençliğin bağımsız, işçi sınıfından bağımsız bir rolü olmayacaktır. Gençlik hareketi ya da daha özelde öğrenci gençlik hareketi ne derece patlamalı bir niteliğe sahip olursa olsun, toplumsal meselelere en duyarlı ve dolayısıyla çoğu zaman mücadeleye ilk atılan kesimi olsa da, ancak mücadelesini işçi sınıfının mücadelesiyle birleştirdiğinde amaçlarına ulaşabilir.Bu noktada Marksistler için en iyi örnek Fransa‟daki ‟68 olaylarıdır. Orada öğrenci gençlik üniversitelerde kitlesel gösterilere girişmiş, üniversite işgalleriyle başlayıp sokaklara yayılan mücadele bir süre sonra 10 milyon işçinin genel greve çıkmasıyla başka bir aşamaya ilerlemiş, Fransa‟da devrimi ancak hain Stalinist önderlik engelleyebilmişti. Bu örneğin de gösterdiği gibi mücadeleyi önce hangi kesimin ya da kesimlerin başlatacağı önemli değildir. Mühim olan mücadelenin bir aşamasında o hareketin işçi sınıfı hareketiyle kucaklaşması, örneğin öğrenci gençlikten bahsediyorsak, o öğrencilerin de aslında bir sınıfın (çoğu zaman da proletaryanın) parçası olduklarını unutmadan mücadelelerinin kitle tabanını genişletmeleridir.Bu noktada işçi sınıfına ve işçi sınıfı devrimcilerine de büyük görev düşmektedir. İşçi sınıfının gücü, tıpkı gençlik örneğinde olduğu gibi, toplumdaki farklı kesimleri kucaklayabilmesinde saklıdır. Örneğin yaşadığımız toplumda işçi sınıfından başka ezilen, mağdur olan, haksızlığa uğrayan vb. kesimler de vardır: Kadınlar, Kürtler, Aleviler, vb. Tüm bunların ortak özelliği, ezici çoğunluğunu işçi ve emekçilerin oluşturması ve bu kimlik sorunları dışında, sınıf kökenli sorunlarının da olmasıdır.İşçi sınıfı toplumdaki yerini ve gücünü bilerek bu sorunlara sahip çıktığı oranda devrime ilerleyebilir. Toplumdaki diğer ezilenlere sırtını dönen, onların mücadelelerini küçümseyen, ya da daha kötüsü, burjuvazinin palavralarına inanarak o mücadelelere karşı çıkan, köstek olan vb. bir işçi hareketi yerinde saymaya ve burjuvazinin aleti olmaya mahkûmdur. İşçi sınıfı devrimcilerine düşen görev, bu mücadeleleri küçümsemek değil, Marksizmin kurucularının daha Manifesto‟da yazdıkları gibi, bu mücadeleleri sınıf mücadelesine bağlamaktır:Komünistler, her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci [ya da muhalif] hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde, o anki gelişme derecesi ne olursa olsun, mülkiyet sorununu o hareketin esas sorunu olarak ön plana çıkarırlar.Yani devrimci işçi hareketi kendisinin dışında gelişen toplumsal sorunlara ne yedeklenir ne de sırtını döner, zira böyle yaptığı takdirde iki şekilde zarar göreceğini bilir: Bu şekilde işçi sınıfı hem kendi gücünü zayıflatmış, hem de burjuvazinin değirmenine su taşımış olur. Başıboş kalan diğer muhalif hareketlerin önderliğini burjuvazinin alması kaçınılmazdır.
Sonuç Yerine
Kapitalizm insanlık açısından ömrünü doldurmuştur. İnsanlığın en temel ihtiyaçlarını karşılayamadığı gibi, dünyanın dört bir yanında patlak veren savaşlar, katliamlar, salgınlar ve benzeri felaketlerle yaraya tuz biber ekmektedir. Tüm bu sorunlar, kapitalizmde yarınından umutsuz, mutsuz, hayattan beklentisi olmayan insanların her geçen gün çoğalmasına yol açıyor. Tüm bunların çözümü, kapitalizmi ve onun tüm pisliklerini ortadan kaldıracak olan işçi sınıfının sosyalist dünya devrimidir.Bunun için bugün tek bir yol var: Sınıfımızın saflarını sıklaştırmak ve bugünün görevlerini heran hatırda tutmak. Devrimin görevleri her dönemde aynı değildir; değişen koşullar değişen görevler demektir. Bunu bilince çıkaran işçi sınıfı devrimcileri, bugünün görevinin devrime önderlik edecek öncülerin, kadroların yetiştirilmesi olduğunu, ancak Enternasyonal çapta örgütlü, Bolşevik, militan bir işçi partisi yarattığımız takdirde devrimin gerçekleşebileceğini unutmamalıdırlar.
Dipnotlar
1) Lenin İkili İktidar sayfa:40
2) Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, Agora Kitaplığı, 2010, s. 179.
3-)a.g.e., s. 184
4-) Aktaran Lenin, a.g.e., s. 68.
5-) Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, Agora Kitaplığı, 2010, s. 204
6-) a.g.e., s. 27. 7-) Nisan Tezleri, Agora Kitaplığı, 2011, s. 22.
8-)Alman İdeolojisi, s. 62. 9-) Komünist Manifesto, s. 157.