Erdoğan’ın iktidara geliş süreci 2001 ekonomik krizinin ürünü olmuştur. Erdoğan rejimi bugün içinden geçtiğimiz yıkıcı ekonomik krize karşı emekçi sınıfların muhalefetinden o yüzden bu denli korkmaktadır, bu korkunun dışa vurumu olarak toplumsal muhalefet üzerinde devlet baskısını hergeçen gün artırmaktadır. 90’lı yılların sonunda uluslarası bir komployla PKK lideri Abdullah Öcalan’ı ülkeye getirip, büyük bir prestij kazanan Ecevit, 2001 yılında patlayan ekonomik krizle başa çıkamayarak, siyasal hayatının en büyük hezimetini yaşamıştır. Bu hezimetin sonucu olarak Ecevit siyasal partiler mezarlığına gömülmüştür. 2001 krizinde İMF’nin memuru olan Kemal Derviş ekonominin başına getirildi. İMF programını uygulayan Derviş, emekçi yığınlarda telafisi olmayan yıkımlar yarattı. Krize daha fazla dayanamayan Ecevit; 2002 yılında erken seçime gitmek zorunda kaldı. Bu erken seçim Ecevit’in siyasal partiler mezarlığına gömülme seçimiydi. Geleneksel islamcı parti olan, Saadet Parti’sinin bölünmesiyle kurulan AKP’nin başına Erdoğan getirildi. AKP kuruluşunda islamcı bir parti görüntüsünden çok, merkez sağ parti görüntüsü ağır basmaktaydı. Bir çok geleneksel sağ partiden siyasetçi AKP’nin kuruluşuna katıldı. Yola çıkarken “Milli Görüş” gömleğini çıkardıklarını kendilerini artık liberal, muhafazakar bir parti olduklarının altını sürekli olarak çizdi. Geleneksel sağ partilerin ve sosyal demokratların yıprandığı, ıskartaya çıktığı dönemde burjuvazi tarafından AKP alternatif olarak parlatıldı. 2002 seçimlerinden %34 gibi bir oyla tek başına iktidara geldi. AKP iktidarının ilk döneminde ordu ve geleneksel statükocu Kemalist bürokrasi ağır basmaktaydı. AKP’nin ilk dönemleri demokrasi havariliğine büründüğü, sivilleşme, hoşgörü, farklı kimliklere özgürlük gibi metaforları dilinden düşürmediği dönemdi. AB ile tam entegrasyon isteyen, ordunun ve statükocu devlet bürokrasisini bunun önünde engel olarak gören liberal burjuvazinin temsilcisi konumundaydı. Orducu, statükocu Kemalist kanada karşı özgürlük ve demokrasi isteyen siyasi figür olarak kendisini parlatmaktaydı. 2007 seçimlerine bu atmosferde giren AKP %46,6 oy alarak iktidarını güçlendirerek pekiştirdi. Erdoğan bu seçim sonuçlarından sonra statükocu Kemalist kanada karşı eli güçlüydü ve toplumsal meşruiyeti her zamankinden fazlaydı. 2007 seçimlerinden sonra burjuva klikler arası savaşın sertleşeceği döneme girilmiştir. Seçimlerin hemen akabinde; cemaat-AKP’nin ittifakıyla “Ergenekon” adı altında operasyon başladı. Bu operasyon burjuva devlet yapısı içindeki “Kontgerilla” oluşumuna ve onun ordu içindeki uzantılarına, Kemalist statükocu kanadın ideolojik savunuculuğunu yapan aydınlara ve gazetecileri kapsayan zincirleme operasyonlar gerçekleşti. Erdoğan bu davanın savcısı olduğunu, bu operasyonun devlet içindeki gizli “Gladio” örgütlenmesinin temizliği olduğunu, devletin sivilleştiğini iddia etti. Gerçekte yaşanan ise, burjuva klikler arası sert geçen bir savaştı. Ordu ve devlet bürokasisine sızmış Fetullahçıların önünü açmak, devlet içinde kök salmak yeni bir vesayet inşa etme savaşıydı. Bir vesayeti yıktığını iddia eden Erdoğan kendi iktidarının vesayetini oluşturmaktaydı. Tüm burjuva devletlerde, burjuva sınıfı iktidarda olsa da, tüm mülkiyete, devlet aygıtlarına, propoganda araçlarına sahip olsasa da her zaman kendi gizli suç örgütlerini kurarlar. Şeffaf bir burjuva devlet mümkün olmamakla birlikte, derin devlet olarak tariflenen oluşumlar, burjuva devletin dışında yapılanmalar değildir. Derin devlet olarak tariflenen yapılar burjuva devletin ta kendileridir. Zaman zaman burjuva devlet içinde yeniden yapılandırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Tasfiye edilen devlet organlarının aktörleri günah keçisi ilan edilerek, burjuva devleti aklama yoluna giderler. Bu süreci yöneten burjuva aktörler hem kendisine demokratik bir imaj katarlar, hemde yıpranan burjuva devlet aygıtına yeni gömlekler giydirerek toplumsal rıza üretme sürecini güçlendirirler. Bir sonraki dönemeç, 2010 Eylül ayındaki anayasa değişikliği referandumuydu. Bu anayasa paketinde Erdoğan’ın bolca demokratik makyajı söz konusuydu. Bunların en önemlisi 12 Eylül 1980 askeri darbesinin generallerini yargılama vaadiydi. Bu anayasa değişikliğinin işçi sınıfına ve kürt halkına bir getirisi yoktu. Daha çok Erdoğan’ın elini güçlendiren ve statükocu Kemalist kanadı güçsüz konuma düşürecek maddeler barındırmaktaydı. Liberal burjuvazinin tamamı referandumda “Evet” oyu kullanmak için çağrıda bulundu. Erdoğan’ın ittifak ortağı Fettullahçı cemmat ise; bu referandumun hayati önemde olduğunu, tüm varlıklarını ortaya koymaları gerektiğini; “Mezardakilere dahi Evet oyu kullandırtın” diye çağrıda bulundular. Kemalist statükocu kanat ise; Cumhuriyet’in, laikliğin büyük tehtid altında olduğunu, ülkenin bölüneceği gibi gerekçelerle “Hayır” oyu için çağrıda bulundular. Statükocu Kemalist kanadın tek derdi; kaybetmeye başladığı ayrıcalıklarını tekrar geri kazanma isteğiydi. Malesef ki; Türkiye solu 2010 referandumunda bu iki burjuva kliğin kuyruğuna takılıp, bağımsız devrimci bir sınıf perspektifi ortaya koyup, sokağa dökemediler. Sosyalist solun bir kısmı AKP’nin siyasal angajmanında “Yetmez ama Evet” kampanyası yürüterek, açıkça Erdoğan-Cemaat ittifkına destek oldular. Bunların başını clifçi DSİP, liberal EDP( şimdinin YSGP), Birikim , merkezci Marksist Tutum, reformist ÖSP(şimdiki KKP) çekti. Solun bir kısmı ise Kemalist ulusalcı kanadının angajmanında, onun siyasal karşı çıkış angajmanından farklılık ortaya koymayarak, “Hayır” kampanyası yürüttü. Bunların başını; SİP-TeKePe, HalkEvleri, ÖDP gibi ulusalcı, reformist, Stalinci gruplar çekti. Kürt hareketi ise, bu referandumda kendisine yönelik birşey olmadığını öne sürerek boykot kampanyası yürüttü. Kürt hareketi kendi cephesinden doğru bir yerde durdu. Lakin boykot kampanyası yürüten sosyalist gruplar, Kürt siyasal hareketinden farklı bir siyasal argümanı üretip sokağa koyamadı. Malesef ki; o süreçte işçi sınıfının bağımsız sınıf perspektifini üretip, bu perspektifi kampanyaya sokacak bir siyasal özne çıkmadı. 2010 referandumundan istediği sonuçla çıkan Erdoğan, onun önünde engel olan bir nevi fren işlevi gören Kemalist devlet bürokasisinin etkisini önemli ölçüde ekarte etti. AKP hızla her alanda, kendisine yakın olan kesimleri parlatıyor ve güçlendiriyordu. İktidara yakın olan patronlar ve tarikatlara muaazam bir sermaye aktarımında bulunmaktaydı. Cemaatlerin örgütledikleri eğitim kurumları milyarlarca doları olan holdinglere dönüştüler. Tüm ihaleler iktidara yakın olan patronlara verilmekte, yolsuzluk ve rüşvet normalleşmişti. Bu süreçte Erdoğan’ın Ortadoğu Politikasında da komple bir değişim süreci söz konusuydu. İktidarının ilk dönemlerinde komşularla sıfır sorun diyen bir dış politikaya sahipti. Suriye Devlet Başkanı Esat’a “Kardeşim Esat” diye hitap eden, ekonomik ve siyasi işbirliği içinde sıcak ilişkilere sahipti. Arap Baharındaki devrimci kalkışın karşı devrime uğrayıp, siyasal islamcı grupların güç kazanmaya başladı. Tunus’ta başlayan Mısır ve Libya’ya yayılan son olarak Suriye’ye sıçrayan isyanların ortak özelliği, yıllardır varlığını sürdüren diktatörlüklerin getirdiği baskıya ve yoksulluğa karşı oluşmuş kitlesel isyan dalgalarıydı. Lakin bu isyana kalkmış kitlelerin enerjisini işçi sınıfının iktidarı hedefine yöneltecek devrimci önderlikten yoksundu. Bu boşlukta yıkılan diktatörlüklerin yerini eskilerini aratmayanlar geldi. Emperyalizmin müdahaleleriyle mezhepsel iç savaşa sürüklendiler. Erdoğan bu gelişmeleri fırsat olarak değerlendirdi, Ortadoğu ve özellikle Suriye politikasında komple değişikliğe gitti. Suriye’de başlayan iç savaşta Esat hükümetinin devrilmesi için çaba sarfetti. Kendisini Genişletilmiş Ortadoğu Porojesinin Eşbaşkanı olarak sunan Erdoğan, emperyalist hedefler doğrultusunda hareket etmeye başladı. Suriye’deki tüm cihatçı çeteleri açık bir şekilde destekleyip, onlara her türlü finansal ve lojistik desteği sundu. İŞİD, ElNusra, ÖSO gibi cihatçı çeteleri öfkeli muhalifler olarak tanımladı. 2012 yılının sonlarına doğru Kürt hareketiyle giriştiği çözüm sürecinin başladığını ilan etti. 2013 Nisan ayında PKK Türkiye’deki silahlı güçlerini sınır dışına çektiğini duyurdu. Erdoğan bir yandan Suriye iç savaşının provakatörlüğünü üstlenmekte, bir yandanda cihatçı çeteler aracılığıyla ” Şam’da cuma namazı kılma” ” Şam fatihi olma” gibi emperyalist hedeflere kilitlendi. Bu hedeflerinin sekteye uğramaması ve Kürtlerden oy alıp iktidarını sağlamlaştırmak için çözüm süreci adı altında Kürtleri oyalama sürecine girdi. Erdoğan bir yandan olabildiğince neo-liberal politikalar uygulamakta, işçi sınıfının tüm kazanımlarına sistematik olarak saldırmakta, bir yandanda demokrasi havariliğinin gerilediği, otoriter eğilimleri hızla artmaya başlamaktaydı. Erdoğan için kendi belirlediği sınırların dışına çıkılması durumunda sert devlet yaptırımlarının artmaya başladığı, bu devlet yaptırımlarının meşrulaştırıldığı döneme girilmişti. Otoriter eğilimlerin zirveye ulaştığı dönem 2013 Haziran ayaklanmasıydı. 2013 1 Mayıs’ında Taksim’i işçilere kapatan Erdoğan; Taksim’e çıkmaya çalışan kitlelere yönelik ağır şiddet uygulamış, bu durum yığınsal öfkeler uyandırdı. Erdoğan Taksim’de uygulanan polis şiddetini savunarak Taksim’e çıkmaya çalışan kitleleri krimanalize etmeye, itibarsızlaştırmaya çalıştı. Çok kısa bir süre içinde Gezi Parkı’nın yıkılıp yerine AVM yapılması gündeme gelmiş, bu kararı protesto eden göstericiler sert polis müdahalesiyle karşı karşıya kaldı. Erdoğan ne yaparsanız yapın karar verilmiştir. Oraya AVM yapılacaktır açıklaması yığınsal bir öfkeye neden oldu. 2013 Haziran ayaklanması Türkiye’nin gördüğü en kitlesel ayaklanmalardan biri oldu. Milyonlar Taksim’i işgal etti, tüm Türkiye’ye isyan dalgası yayıldı. Ülkedeki en önemli meydanlar polis terörüne rağmen ele geçirildi. Erdoğan hükümetinin antidemokratik, baskıcı, otoriter, dediğimi yaparım anlayışı gelen yığınsal isyan dalgası Erdoğan’a ecel terleri döktürdüler. Haziran ayaklanması işçi sınıfıyla birleşmedi, genel grev dalgası gelmedi, isyan sadece şehir merkezlerinde kaldı. Sokaktaki barikatlar grev dalgasıyla birleşmeyince, isyan dalgası emekçi semtlere uğramayınca, ayaklanmanın 16. gününde devletin kolluk güçleri tarafından büyük bir saldırıya uğrayarak, kitle hareketinde geri çekilme sürecine girdi. Bir süre semtlerin belli bölgelerinde kurulan forumlar bir canlılık katsada, Gezi direnişinin birikimleri daha ileri bir politik ve örgütsel hatta doğru evrilemedi. Uzun süredir iktidarda olan AKP-Cemaat itifakı; tüm gücüyle Gezi isyanının karşısında yer aldı. Aralarında yaşadıkları çelişkilerin ürünü olarak ortaya çıkan çatlaklar, Gezi isyanında iktidarlarını kaybetmemek için zorunlu olarak çatlakları hasır altı etmişti. Özellikle Gezi isyanı geri çekilip sönümlenme sürecine girince; AKP-Cemmat koalisyonundaki çatlaklar büyümeye ve derinleşmeye başladı. İktidardaki Tayyip Erdoğan figürü çok yıpranmıştı. Ortadoğu politikalarında kendi gündemini oluşturmaya çalışıyor, ülkeye sıcak para girişini sağlamak için İran ambargosunu deliyor, Körfez’de denetim dışı ilişkiler kuruyor, yakın çevresiyle birlikte aşırı zenginleşme süreci yaşıyordu. Bu kontrolsüz zenginleşmenin paylaşımı ciddi çatlaklara gebeydi. Ortadoğu politikasında emperyal iştahları hiç olmadığı kadar kabarıyor, cihatçı örgütleri Esad rejimine karşı destekliyor, Mısır’da Müslüman Kardeşlere açık destek veriyordu. Devlet bürokasi içindeki statükocu Kemalist kesmi bertaraf eden AKP-Cemaat itifakı, artık iktidarı kimseyle paylaşmak istemiyordu. AKP de Cemaat de “Tek başına İktidar” istiyordu. İlk taş cemaatten gelmişti, Cemaat Erdoğan’ın ipini çekmek için düğmeye basmıştı. Ellerinde büyük bir koz vardı. AKP-Cemaat itifakı yıllardır büyük bir yolsuzluk batağına saplanmıştı, bu batağı en iyi bilen suç ortaklığını yapan cemaatin ta kendisiydi.17-25 Aralık 2013 tarihlerinde cemaatçi yargı ve polisler eliyle Erdoğan’ı ekarte edecek yolsuzluk operasyonlarına başladı. Erdoğan ve ailesinin, bazı Bakanların telefon görüşmelerinin ses kayıtları internet ve ana akım medyada dolaşmaya başlamış, tüm ülkenin ana gündemine oturmuştu. Ne varki AKP kanadı bu süreçten güçlü çıktı ve ayakta kalmayı başardı. Yeni süreç cemmat ve AKP arasındaki savaşın fitilini ateşleyen sürecin miladı oldu. 17-25 Aralık sürecinden sonra Erdoğan, cemaati; ihanet şebekesi olarak tanımladı. AKP’nin karşı operasyon dalgalarının merkezinde; devlet bürokasisi ve ordu içinden cemmati etkisizleştirme, cemaatçi burjuvaziyi mülksüzleştirme vardı. 2014-2016 yazına kadar, Fettulahçı cemaat demokrasi maskesini takarak, mağduru oynamaya başladı. AKP’nin yolsuzluk ve kirli çamaşırlarını gün yüzüne çıkarmak için üstün çaba içindeydi. AKP ise cemaatin devlet kurumları içindeki mevzilenişini devletin yasal gücüyle etkisizleştirmeye çalışıyordu. Artık kılıçlar çekilmiş ve savaş tüm şiddetiyle alevleniyordu. Bu savaşın galibi iktidarın mutlak sahibi olacaktı. Bu savaş 2014 seçimleriyle yeni boyuta taşınmıştı. 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri Erdoğan için hayati önemdeydi. Erdoğan bu seçimleri kazanırsa; Gezi isyanı, ardından yaşadığı ayakabı kutularında ki yolsuzluk skandalları, cemaat ile süren kavgayla yıpranmış olan iktidarı kendini toplama, yeni bir sayfada başlangıç yapma olanağı doğacaktı. Aleyhinde sonuçlanacak olası bir sonuç hızlı bir çözülüşün zemini yaratacaktı. 2014 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, burjuva muhalefet çıkarabileceği en düşük profilli adayı çıkarması, Erdoğan’ın çok rahat bir seçim geçirmesini sağladı. Bu seçimlere katılım son yılların enaz katılımlı seçimi oldu. Katılım %74, Erdoğan %51.8 oy alarak ilk turda Cumhurbaşkanı oldu. Bu seçimlerin bir diğer parlayan yıldızı Kürt siyasi hareketinin adayı Demirtaş oldu. İlk kez Kürt siyasi hareketinin partisi %10’luk barajı aşabilecek bir oranda oy almıştı. Demirtaş ve HDP rüzgarının eseceğinin ilk sinyalleriydi bu sonuçlar. Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca; kitle hareketlerinde polis saldırısı eksik olmadı, kısıtlı olan demokratik haklar dahada baskı altına alma süreci yaşanmaktaydı. Erdoğan Cumhurbaşkanı olduktan sonra; Başkanlık hedefini açıkça ortaya koyarak bunun propogandasını yapmaya başladı. Ülkenin çift başlı yönetimden kurtulması gerektiğini, mevcut parlementer sistemin miladının dolduğunu, işlemez bir hâl aldığını savundu. Yeni süreçte Erdoğan’ın yönetebilmesi için, kurumsallaşmış otoriter bir rejime ihtiyacı vardı. Bir yandan Ortadoğu ve Suriye’deki emperyal iştahı, bir yandan ekonomideki daralma dalgaları, süreklileşen siyasal krizler söz konusuydu. Bunun altından kalkması için, kendi iktidarının ve temsil ettiği sınıf için Başkanlık sistemi ideal bir sistemdi. Bu hedefinin ilk sınavını 7 Haziran seçimlerinde verecekti. Bu seçimlere Başkanlık provasıyla giren Erdoğan beklemediği bir muhalefet ile karşılaştı. Selahatin Demirtaş önderliğindeki HDP seçimlere “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sloganıyla girdi. Erdoğan partisiz Cumhurbaşkanı olmasına rağmen seçim sürecinde AKP için oy istemekte, parti başkanı gibi davranmakta ve kendi burjuva hukukunu dahi ayaklar altına almaktaydı. Erdoğan ve Davutoğlu seçim meydanlarında açık bir şekilde halkı tehtit etmekteydiler. Erdoğan “Eğer Başkanlık için gerekli olan 400 vekil gelmezse, ülkede kaos olur, 400’ü verin bu iş huzur içinde bitsin” tehditlerini savurmaktaydı. Davutoğlu ise; Kürt kentlerindeki seçim mitinglerinde yaptığı konuşmalarda :”Eğer başkanlık gelmezse beyaz toroslar geri gelir” tehtidiyle barış sürecini rafa kaldırıp, faaili meşhul katliamlar dönemini başlatmakla Kürt halkını tehdit etti. HDP’nin “Seni Başkan Yaptırmayacağız” çıkışı, tüm Türkiye’de ve Kürdistan’daki Erdoğan’a muhalif olan tüm kesimlerde büyük sempati yarattı. HDP’nin seçim çalışması polisin yoğun baskısı altında geçti. 7 Haziran öncesi HDP’nin büyük Diyarbakır mitinginde bombalar patladı. Tüm baskılara rağmen 7 Haziran 2015 seçimlerinin kaybedeni Erdoğan, kazananı Demirtaş oldu. HDP’nin %13 oy aldığı bu genel seçim AKP’nin büyük gerilemesine sahne oldu. Seçimin birinci partisi olmasına rağmen AKP %9 oranında oy kaybına uğradı. Bu sonuçlara göre Başkanlığı hedefleyen Erdoğan, tek başına iktidar dahi olamamıştı. Bu sonuçlar Erdoğan iktidarının sarsılması anlamına geliyordu. Seçimden sonra muhalefet zafer sarhoşluğu içindeydi, yeni sürece dahil herhangi bir perspektif ve eylem programına sahip değildi. Erdoğan ise bu süreçte umutsuzluğa kapılıp yenilgiyi kabul etmedi, bu atmosferi dağıtacak kanlı planlar hazırlığı içindeydi. Erdoğan yasal prosedür gereği hükümet kurma görevini AKP’ye verdi. Bu süreçte AKP koalisyonlu hükümet kurmak için herhangi bir girişimde bulunmadı. Yasalar gereği hükümeti kuramayan birinci partiden sonra görev Cumhurbaşkanı tarafından ikinci en yüksek partiye verilmesi gerekmekteydi. Bu kanuna Erdoğan uymadı, ben bu seçimi beğenmedim deyip erken seçim çağrısında bulundu. Sokaktan gelecek tüm basıncı engelemek için Kürt kentleri terörize edilmeye başlandı. Kürt kentlerini terörize etme saldırısının startı 20 Temmuz’da başladı. İŞİD saldırısını püskürten ve büyük bir yıkım yaşayan Kobane’ye yardım kampanyası yapan ve sınırdan geçiş için Suruç’a giden gençler basın açıklaması yaparken İŞİD’in intihar saldırısı gerçekleşti, 33 Sosyalist genç bu saldırıda yaşamını yitirdi. İŞİD’e saldırı adı altında Irak, Suriye, Türkiye sınırları içinde Kürt hareketine ait hedefler bombalanmaya başlamış, fiili olarak barış, müzakere süreci bitirilmiş Kürt halkına karşı sömürgeci kirli savaş konseptine geri dönüş başlamıştı. Sömürgeci kirli savaş atmosferine karşı 10 Ekim 2015 Ankara’da emek örgütleri, sendikalar ve devrimci grupların düzenlediği “Emek, Barış, Demokrasi” mitingine Türkiye’nin dört bir yanından kitleler akın etmişti. Mitingte İŞİD’in canlı bombasının patlaması sonucunda 103 kişi hayatını kaybetmiş, binlerce kişide yaralanmıştı. Bombalı intihar saldırısından çok kısa bir süre sonra, dönemin Başbakanı Davutoğlu yaptığı açıklamada:” Patlamadan sonra anket yaptırdık, oylarımız yükseldi” açıklamasında bulundu. 10 Ekim terör saldırısıyla verilen mesaj açıktı:” Sokağa çıkarsanız ölürsünüz” Bütün bu korku ve terörize edilmiş atmosfer ve muhalefet üzerindeki ağır baskıyla seçimlere gidildi. 1 Kasım seçimlerinden AKP kaybettiği oyları geri alarak tek başına iktidar olacak çoğunluğa ulaştı, fakat Başkanlık sistemi için gerekli 400 vekil hedefine ulaşamadı. Seçimlerden sonra İŞİD’in intihar saldırıları Türkiye’nin birçok metropolünde devam etti. İnsanların sokağa çıkmaya korktuğu, kalabalığa karışmaktan çekindiği bir korku atmosferi yaratıldı. Bu korku atmosferinde; tüm toplumsal muhalefet ve Kürt halkı üzerinde cadı avı sürdü. Kürt kentlerinde gençler şehir merkezlerinde direniş başlatarak, kimi bölgelerde hakimiyeti geçici olarak ele geçiren pratikler sergiledi. Erdoğan rejimi Kürt kentlerini işgal edilmiş Ortadoğu kentlerine çevirdi. Erdoğan savaş atmosferinde fiili olarak Başkanlık rejimini uygulamaktaydı. Fiili Başkanlık koşullarında AKP kendi içinde resterasyon sürecine girdi. Sosyal medyada yayınlanan Pelikan bildirisiyle, Davutoğlu hem AKP başkanlığından hem Başbakanlık’tan istifa etmek zorunda kaldı. Başbakanlık ve Parti Başkanlığı için “Düşük Profilli Başbakan” aranmaya başlandı. Bunun anlamı şuydu; kendi insiyatifiyle hiçbirşey yapmayacak, Erdoğan’dan gelen talimatlarla Başbakanlık ve Parti Başkanlığı yapacak kukla bir figüre ihtiyaç vardı. Bu göreve Binali Yıldırım getirildi. Kürt kentlerinde başlayan Serhildanın Erdoğan tarafından yenilgiye uğratılması iktidara büyük güç kazandırdı. Erdoğan milliyetçi tabanın desteğini almış, toplumsal muhalefetin belini kırmış duruma geldi, artık ayakları yere daha sağlam basan bir pozisyondaydı. Fetullahçılarla sürdürdükleri iktidar savaşında kesin darbeyi vurmaya hazırlanan Erdoğan rejimi, böylelikle diktatörlüğünü pekiştirip, Başkanlık adı altında anayasal bir güvence altına sokmayı hedeflemekteydi. Bürokasiden Fettulahçı cemaate önemli tasviye operasyonları gerçekleştirmişti fakat ordu içindeki etkilerini henüz bertaraf edememişti. Bunun için yaz döneminde yapılacak “Yüksek Asgari Şura” toplantısı hayati bir önemdeydi. Bu toplantı Fettulahçı komutanların ordudan tasviye edildiği toplantı olacaktı. 15 Temmuz askeri darbe girişiminine neden olan nesnellik tamda budur. Diktatörlüğü adım adım inşa eden Erdoğan, bu inşa sürecinde Fettullahçıların tüm mevzilerini ekarte eden süreci engelemek için girmiş oldukları çaresizlik eylemidir. Darbenin başarısız olmasının nedenlerinden biride Yüksek Asgari Şura toplantısının erkene alınmasıyla Fettullahçıların yeterli hazırlığı yapamamaları, ordu içindeki Kemalist subaylardan destek alamamaları, en önemliside darbeye meşruluk yaratacak bir toplumsal tabanının bulunmaması. Darbe girişiminin yenilgiye uğrama sebebi, iktidarın ve burjuva basının gösterdiği halk direnişi değildir. Erdoğan’ın gece yarısı yaptığı sokağa çıkma çağrısına; islamcı ve AKP militanları, polis kuvvetleri sokağa çıkmıştır. Başarısızlığa uğrayan darbe girişimini Erdoğan kendi lehine çevirmiştir. Darbe girişimini “Allahın bir lütfu” olarak tanımlayıp; kendisinide ‘Başkomutan’ ilan etmiştir. İktidar eliyle silahlanan islamcı faşist grupları polisle içiçe geçirip hazır kıta olarak tutmaya, kendisine karşı gelişecek herhangi muhalefete karşı paramiliter güç olarak hazırlamıştı. Darbe girişiminden çok kısa bir süre sonra OHAL ilan edilmiş, burjuva hukuku, demokrasisi tamamen askıya alınmış meclisi işlevsiz bir konuma getiren KHK’larla yönetilen, tüm devlet aygıtları mekanizmasını kendi şahsında toplayan, parti devleti modelli Bonopartist diktatörlüğün zemini yarattı. Bu siyasi atmosferde, Kürt siyasi hareketinin Eşbaşkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, parti üyeleri tutuklandı. Muhalif gazeteciler, aydınlar, öğrenciler, sosyalist solun tüm fraksiyonlarından aktivistler sürekli olarak gözaltı, tutuklama, baskı, hapis gibi durumlar gündelik hayatın sıradanlaşmış olaylarına döndü. Erdoğan, uzun süredir fiili olarak uyguladığı Başkanlık rejimine yasal bir statü kazandırmak için 16 Nisan 2017’de referanduma gitti. Referandum için yapılan propoganda ve seçim çalışması sürecinde Erdoğan devletin tüm olanaklarını kullanmasına ve Hayır cephesini terörist ilan edip üzerinde büyük baskılar uygulamasına rağmen, seçimlerden istediği sonucu alabilmek için seçime hile karıştırmak zorunda kaldı. 16 Nisan seçimleri Cumhuriyet tarihinin en şaibeli seçimleri olarak tarihe geçti. Erdoğan rejiminin hedeflediği Başkanlık sistemine ulaşmak için önünde 2019 seçimleri kalmıştı. Sürekli kendini yenileyen siyasal kriz hâlini, yaklaşmakta olan ekonomik çöküş sinyalleri ve dalgasıyla kendi iktidarını ancak baskıcı rejimle ayakta tutacağını bilen Erdoğan, OHAL altında tüm emekçilerin mücadelesini baskı altında tutmakta ve grevleri yasaklamaktaydı. Erdoğan, içeride ve dışarıda Kürt düşmanlığı üzerinden savaş politikalarını diri tutmakta ısrar etmekteydi. Kürt düşmanlığı üzerinden yarattığı milliyetçi şoven dalgayla iktidarına meşruiyet katmaya çalışmakta, derinleşen ekonomik krizin üstünü örtme hedefini gütmekteydi. 2019 seçimleri öncesi Erdoğan Afrin işgaline girişti. Bu işgal girişimiyle hem Suriye’deki Kürt halkının kazanılmış mevzilerini yıkacak hemde içeride 2019 Başkanlık seçimlerine ulusal kahraman olarak girmeyi hedefledi. Üç günde düşer denilen Afrin aylarca düşmemişti. Erdoğan Afrin işgalini gerçekleştirmiş olsada, Suriye’de kendisine alan açmış olsada, içeride hedeflediği ulusal kahraman imajını kazanamadı. Kendi kemikleşmiş militan tabanı dışında kimsede milli kahraman sıfatı uyandırmadı. Erdoğan krizin hızla derinleşmesi; Afrin zaferi gündeminin çok gerisinde kaldı. Erdoğan 2019’da yapılacak olan seçimlere ekonomik kriz içinde girmek istemediği için acele bir erken seçime gitti. Yıllarca erken seçimin çağ dışı kalmak olarak niteleyen Erdoğan yangından mal kaçırır gibi erken seçime girmek zorunda kaldı. Yıllardır koalisyonların ülkeyi geriye götüreceğini savunan Erdoğan, Başkanlık seçimleri için oluşturduğu sistem ittifaklara dayanan, adı konmamış bir koalisyon sistemi kurmak zorunda kaldı. Erdoğan rejimi yıllardır hedeflediği Başkanlık rejimine 24 Haziran seçimleriyle ulaştı. Tüm iktidarı kendinde topladığı diktatörlük inşa etmeyi başardı. Fakat bu hedefine ulaşana kadar; çok fazla güç kaybetti ve yeni inşa ettiği rejim Türkiye kapitalizmine temiz bir sayfa açmadı. Tam tersine çürümüş iktidarını çürümüş yöntemlerle ayakta tutmaya çalışmaktadır. Erdoğan hedeflediği Başkanlık rejimine ulaştı, fakat Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biriyle boğuşmak zorunda. Bu krize karşı tek programı daha fazla kemer sıkma anlamına gelen neo-liberal İMF’siz İMF programlarıdır. Gelişecek kriz karşıtı emekçi muhalefeti bastırmak için, kendisine karşı herhangi bir muhalefetin yeşermesini engellemek için sürekli baskı ve devlet terörü uygulamaktan başka alternatifi yoktur. Bu durum kendi içinde sosyal patlamalar ve isyan dalgalarını barındırmaktadır. Erdoğan eski ittifak ortağı Fettullahçı cemaatle girdiği kavganın nihai galibi oldu. 15 Temmuz başarısız askeri darbe girişimini kendi lehine çevirsede, toplumda ciddi bir meşruiyeti ve saygınlığı olan ordu artık toplumun gözünde en güvenilmez kurumlardan biri hâline geldi. Erdoğan yargıyı kendi diktatörlüğünün kalkanına çevirdi, ama onun kendi içinde yarattığı çelişki yığınların gözünde yargı ve hukuk sistemine olan güvenin komple bitmesi olarak gelişim göstermekte. Erdoğan bugüne kadar her seçimden istediği sonuçla çıkmayı başarsa da; her seçimde eksik olmayan hile ve şaibeler yüzünden yığınların gözünde Erdoğan’ın asla seçimle devrilemez gerçeğini yeşertmektedir. Bugün yığınsal belleklerde oluşan bu gerçekliğin karşılığı umutsuzluk ve pasifizm olsa da kendi içinde karşıtını yaratma potansiyeli taşımaktadır. O karşıtlığıda şu şekilde somutlayabiliriz; yığınlar Erdoğan diktatörlüğünü devirmek için parlementer yollar dışında radikal seferbelik arayışlarına girebilir. Erdoğan’ın en büyük korkusuda budur, o yüzden sürekli Gezi’yi anımsatıp, bir daha olursa kanlı şekilde bastırırız mesajlarını tekrarlamaktadır. Erdoğan hedeflediği Başkanlık rejimine ulaştı; fakat bunu MHP’nin desteği olmadan başaramadı. Yeni inşa ettiği rejimde MHP’ye bağımlılığı artmakta, MHP daha fazla yönetimde güç istemekte, AKP ise MHP ile bu kadar yüz göz olmak istemiyor. Bu durum derin siyasal krizleri kendi içinde barındırmaktadır. Erdoğan Kürt halkıyla tamamen gemileri yaktı, geri dönüşün yolunu da tamamen tıkadı. Yasal siyasal alanda dahi Kürt halkının asla varolmaması için üst düzey çaba içinde, Kürt düşmanlığı üzerinden kendi tabanını konsolide etmeye çalışmakta ve kendisine buradan siyasal meşruiyet yaratmaktadır. Bu durumun kendi içinde Erdoğan alehine sonuçlanacak çelişkiler yaratmaktadır. Siyasal alandan tecrit edilmeye ve tüm talepleri, kazanımları elinden alınmaya çalışıtığı Kürt halkının mücadele ve serhildan geleneği yüksektir. Buradan radikalleşerek devlet iktidarını yerinden sarsacak pratiklerin doğması dinamiğini barındırmaktadır. Ekonomik krizin uzun yıllar artan oranda derinleşeceğini burjuva iktisatçıları dahi kabul etmektedir. Çürümüş cesete dönmüş Erdoğan diktatörlüğünün krizine karşı proleter devrimci programla çıkmanın, devrimci komünist partinin inşasından bahsetmenin tam zamanıdır.
Erdoğan Rejimini Ayakta Tutan Temel Unsur Devrimci Önderlik Krizidir
Pandemiyle birlikte krizin tavan yaptığı, döviz karşısında TL’nin rekor eriyişi, kitlesel işsizliğin, yoksulluğun ve açlığın kol gezdiği, tüm burjuva devlet aygıtlarının teltel döküldüğü, içeride ve dışarıda savaş politikalarının her geçen gün vites yükselttiği bir süreçten geçmekteyiz. Gerek emekçi kitleler içinde gereksede toplumsal muhalefet içinde şu soru çok yaygın şekilde sorulmaktadır. Erdoğan gidecek mi? Erdoğan ne zaman gidecek? Nasıl gidecek? …
Öncelikle şunu belirtelim ki; Erdoğan çok güçlü olduğu için iktidarını devam ettirmiyor, tam tersine istikrarlı bir güç kaybedişi içinde.
Tek başına %50’leri rahatça geçen Erdoğan, başkanlık sistemiyle birlikte MHP’ye komple bağımlı hale geldi. Buna rağmen %50’lere ulaşabilmesi artık çok güç bir noktaya geldi. Toplumsal rıza üretebilme yetisini her geçen gün kaybetmekte, bunun için kullandığı tek argüman savaş gündeminde kullandığı milliyetçilik propogandalarıdır. Fakat bu milliyetçi argümanlar yoksulluğun ve işsizliğin pençesinde kıvranan emekçi yığınlarda eski etkiyi göstermiyor. Erdoğan rejimini ayakta tutan ona her zor durumda hayat öpücüğü veren burjuva muhalefeti ve onun gölgesinde kendisini var eden toplumsal muhalefettir. Erdoğan nasıl gidecek sorusunun yanıtı birbirini tamamlayan iki denklem arasında şekillenmektedir. Birinci denklem” İlk seçimde gidecekler” denklemi.
İkincisi ise; ” Gidecekleri seçimi yapmazlar” denklemi.
Birinci eğilim burjuva muhalefetinin sürekli olarak öne sürdüğü denklemdir. Aşırı bir iyimserlik olsada özünde kitleleri pasifize etme, düzen dışına çıkmama eğilimini diri tutmaktadır. Kitleleri örgütlemekten, fiili meşru bir mücadele hattından uzak tutmaya çalışan eğilimdir. Her fırsatta sokağı lanetleyen, siz seçim zamanı bize oy verin gerisine karışmayın anlayışının cisimleşmiş halidir. İkinci eğilim ise karamsarlık ve umutsuzluğu üretmektedir. Ne yaparsak yapalım bir şekilde ayakta kalmayı başaracaklar, o yüzden kaderimize razı olalım anlayışıdır. Bu anlayışın temelinde ufku reformist, parlementerist yöntemler dışında bir değişim tasavur edemeyen anlayış yatmaktadır. Bu anlayış toplumsal muhalefetin, sosyalist solun ezici bir çoğunluğunda hayat bulmaktadır. Bir yandan her otoriter devlet baskısından sonra faşizm tahlilleri yapılmakta, bir yandanda faşizmi geriletmek için seçimler çare olarak gösterilmektedir. Bir yandan hukuğun lağvedildiği savı yüksek sesle dile getirilmekte bir yandanda sosyal medya basıncıyla hukuk mücadeleri kampanyaları yapılmakta. Türkiye kapitalizmi tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşamakta, fakat buna karşı geliştirilen mücadele yöntemi bürokatik sendikalist perspektiften öteye geçmemektedir. Savaş gündemlerinde ise pasifist liberal barış çağrıları ve kendi burjuva devletiyle aynı zeminde yer alarak, ona dostane uyarılarda bulunmaktan öteye geçmeyen, kendi burjuva devletine cephe almayan eğilim boy göstermektedir. Erdoğan rejimine karşı birleşik cephe çağrıları sürekli kendini varetmekte, fakat bu birleşme burjuva muhalefetiyle, faşist artıklarıyla parlementer burjuva demokrasisini geri getirme hedefinde düğümlenmektedir. Türkiye kapitalizmi telafisi güç bir ekonomik ve siyasal krizin içindedir. Tam da bu noktada sosyalist sol kendi öz programıyla kitleleri düzenden kopartma mücadelesi yerine tüm enerjisini emekçi kitlelerin sistem içerisinde taraf değiştirmesi yönünde harcamaktadır. Bu koşullarda muhalefetin tamamı Erdoğan’ın iktidarının devamını sağlamasına yardımcı olmaktadır. Erdoğan rejiminin yıkılışı herşeyden önce bir devrim sorunudur. Burjuva demokratik bir siyasal program ve bunun etrafında örgütlenen bir aktivizm ile gitmesi mümkün değildir. Erdoğan rejimi ve onu yaratan sınıf ancak onların hayatlarını zindana çevirdiği emekçilerin ve ezilenlerin militan mücadelesiyle yıkılabilir. Bunun yoluda devrimci partinin inşasında düğümlenmektedir.