Tarihsel ve kültürel açıdan insanlığın gelişimine önemli katkıları olmuş olan Ortadoğu coğrafyası aynı zamanda anti sömürgeci savaşlar, sınıf savaşları, devrimler, karşı devrimler laboratuvarıdır. Emperyalist paylaşım için önemli bir coğrafya olan Ortadoğu bugün savaşların, işgallerin, ilhakların, etnik, mezhepsel çatışmaların eksik olmadığı, savaş ve yıkımların gündelik hayatın olağan rutinine döndüğü bir coğrafyadır. Bu coğrafyada Filistin, hiç kuşkusuz, savaş, işgal, direniş ve devrimci kalkışmaların eksik olmadığı bir ülkedir. Osmanlı’dan Britanya’ya, Britanya’dan Siyonist İsrail devletinin inşasından bugüne dek bitmeyen sömürgecilik, kitlesel imha, direniş, intifadalar tarihidir Filistin. Emperyalizm çağı aynı zamanda da proleter devrimler çağıdır. Proleter dünya devrimi yolunun can alıcı limanlarından birisi de Ortadoğu coğrafyasıdır. Ortadoğu devriminin lokomotiflerinin başında Filistin gelmektedir. Tarihi intifadalar tarihi olan Filistin, yaklaşık bir asırdır, değişmeyen bir paradoksun içine hapsolmuş durumdadır. Filistin halkına yönelen her sömürgeci imha savaşı intifada olarak vücut bulmaktadır.
Her intifada da yeni bir müzakere sürecinin kapısını açmakta, her yeni müzakere süreci de, emperyalist devletlerin kontrolündeki “Barış” dönemiyle sonuçlanmaktadır. Her “Barış” dönemi de yeni bir savaş için hazırlık ve Filistin halkına vurulan hançere dönüşmektedir. Emperyalizm, Siyonizm ve İslamcılıkla harmanlanmış Arap milliyetçiliği, Arap milliyetçiliği üzerinden tanımlanan devrimci kavrayışların kıskacında kalmış Filistin emekçi halkları içinde bulunduğu ablukadan kurtulamamaktadır. Bugün Filistin halkı yeni bir sömürgeci imha operasyonuyla karşı karşıyadır. Bu çalışmamızda Osmanlı’dan, Britanya’ya Filistin’deki sömürgecilik tarihini ve kapitalizmin gelişim sürecini irdeleyeceğiz. Siyonizm nedir? Sorusuna tüm detaylarıyla cevap vereceğiz. İsrail devletinin kuruluşu öncesi işçi hareketinin durumunu ve Filistin Komünist Partisinin ideolojik evrimini mercek altına alacağız. İsrail devletinin hangi temeller üzerinden inşa edildiğini? Filistin’de kurulan direniş örgütlerini ve ideolojik, programatik perspektiflerini irdeleyeceğiz. 1967’den Oslo Barışına giden süreci, sonrasında yeni gelişen intifadaları mercek altına alıp, tarihsel programatik dersler çıkartma gayreti içinde olacağız. Filistin sorununun nasıl çözüme kavuşabileceğini Filistin ve Ortadoğu için hangi devrimci program hangi sosyalist strateji gereklidir ve Enternasyonal devrimci görevler nelerdir sorularına somut yanıtlar verme gayreti içinde olacağız.

Eski Filistin: Osmanlı’dan Britanya’ya Bitmeyen Sömürgecilik
Bugün Filistin sorunu olarak karşımızda duran sorun, emperyalistlerin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiği, bu şekillenmeye karşı itirazları imha etme yolunu seçmesinin önlenemez sonucu olarak ortaya çıkan sorunlar yumağının en zayıf halkasıdır. Filistin sorununun çözümü için önümüzde duran tüm sorunlar( bağımsızlık, özgürlük, barış, laiklik, toprak vs) çözümünün düğümlendiği yer Ortadoğu Sosyalist devrimidir. O yüzdendir ki; Filistin sorunu yalnızca Filistin emekçi sınıfların mücadelesiyle çözüme ulaşmayacaktır. Bu önermemizi tüm broşür boyunca açıklayacağız. Bu broşürdeki perspektifimizin temel kalkış noktası Ortadoğu’da sürekli devrim stratejisinin tek nihai çözüm olduğudur. Emperyalizmin Ortadoğu’daki zayıf halkası olan Filistin sorununu sağlıklı bir şekilde kavrayabilmek için emperyalizm öncesi Filistin’i yani Osmanlı dönemini irdeleyerek başlamak elzemdir. Filistin’deki toplumsal yapısının temelleri o döneme dayanmaktadır. O toplumsal yapıdaki değişikliklerin ürünü olarak ortaya çıkan modern sınıflar ve devlet yapısı, toplumsal üretim formasyonlarındaki değişikliklerin kökeni Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Filistin’de geleneksel düzen, aşiretler, ulema( Osmanlı ruhban sınıfı) ve Osmanlı bürokrasisi arasında kurulmuş despotik bir dengeye dayanmaktaydı. Aşiret yapıları köylerde varlıklarını sürdürmekteydiler. İstanbul yönetimi tarafından atanan valiler tarafından vergi yükümlülükleri tespit edilmekte, bu tespitte valilere aşiret şeyhleri yardım etmekteydi. Vergi miktarları köylerin büyüklüğü temelinde hesaplanıyordu. Vergilerin toplamında aşiret şeyhleri ve devlet bürokratları ortak şekilde toplamaktaydı. Bu durumda Osmanlı’daki devlet yapısının aşiret, ulema( ruhban sınıflar) bürokratlarla iç içe geçmiş despotik bir bütün olduğunun göstergesidir. Devletin denetimi kırsal bölgelerdeki aşiretler arası rekabetin silahlı çatışmaya dönmesini engelleyecek düzeydeydi. Şeyhlerin en önemli görevi kırsalda ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmaktı. Bir nevi şeyhler, kırın hukukunu ve düzenini sağlayan otoritelerdi. Filistin kırlarında tahıl tarımının yanı sıra, barındırdığı sebze bahçeleri, çömlekler, değirmen ve fırınlar, sabun, susam, zeytinyağı imalathaneleri ve hamamlarıyla görece zengin bir görünüm kazanmıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte, Osmanlı mevcut düzeninde köklü değişiklikler başlamıştı. Bu değişiklikler tüm sınıfsal dengelerin değişmesi kapitalistleşmenin hızlanmasıyla gelecekte oluşacak modern sınıfların seyri bu değişiklikler üzerinden olgunlaşacaktı. 1830’lu yıllar Filistin ekonomisinin Avrupa kapitalizmine entegre olmaya başladığı süreçti. Buharlı gemilerle, bölgeye İngiltere ve Fransa’dan imal edilmiş ürünler gelmekte, Avrupa ile Filistin arasında ithalat ve ihracat hızla artmaya başlamıştı. 1838’de İngiliz konsolosluğu Filistin’e açılmış, akabinde Fransa, Prusya, ABD, İspanya konsolosluklar açmaya başlamıştı. 1858’de çıkarılan Toprak ve Kadastro yasasıyla birlikte iltizamlar mirasla elindeki mülkiyetin devredilmesi yasallaştı. 1869’da devlet mülkiyetinde olan miri toprağı özel mülkiyete dönüştüren süreç yasallaşınca geçmişte aşiret yada köy tarafından seçilen şeyhlerin toprak sahibi sınıfa dönüşmesinin önü açılmış oldu.
Mülkiyet ilişkilerinin ve sınıfsal tanımlamaların komple değiştiği bu süreç 1870’lerde tamamlandı. Yeni sistemle şeyhler artık şehirlerde yaşamaktaydı, zenginlikleri sahip oldukları köylerle ölçülmekteydi. Eskinin köylerindeki aşiret şeyhleri artık köylerin tüm mülkiyetini elinde bulunduran sınıflara dönüştüler. Bu yeni zenginlerin, şehirdeki müslüman cemaat içinde iktidarlarını paylaşmak zorunda oldukları en önemli kesim ulemalardı. Eski düzende ruhban sınıfı hiyerarşisi içinde şeyhlerin üzerinde yer alan ulemalar, yeni düzende de aynı hiyerarşiyi korumaktaydı. Ulema sınıfı içerisinde de bir hiyerarşi söz konusuydu. Eşraf diye anılan ve çoğunluğunun peygamber soyundan geldiği iddiasını taşıyan Filistin ve özellikle Kudüs uleması, hepsinden daha ayrıcalıklı bir konuma sahipti. Eşraf ve şeyhlerin sermayesi üretime yönelik yeni yatırımlara dönüşmemekte, tam aksine gösterişli lüks tüketime dönüşmekteydi. Tanzimat Fermanı’yla birlikte hukuksal olarak eşitlik elde etmiş Hristiyan ve Yahudi azınlıklar, yabancı konsolosluklardan aldıkları izinle o ülkeye tanınan tüm kapitülasyonlardan faydalanabilmekte, gümrük dahil bütün vergilerden kurtuluyorlardı. Bununla birlikte azınlıkların iç ticaretle uğraşmasının önündeki yasak kalkınca ekonomik olarak elleri hiç olmadığı kadar güçlenmişti. Osmanlı ruhban sınıflarına dayanan Arap egemenlerini rekabet edemez duruma getirdi. Mali sermayenin oluşmasıyla birlikte( tefecilik yada banka sermayesi) bu alanında azınlıklar kontrol altında tutmaya başladı. Özellikle narenciye bitkileri üreten büyük işletmeler kuruldu. Bu işletmelerde toplanan tüm ürünler ihracata dayanmaktaydı. Mali sermayenin gelişmesiyle birlikte tarımsal ürünler birer spekülasyon konusu hâline geldi. Bunun sonucu olarak toprak vergisi miktarı hızla artmaya başladı. 1897’de %12,5 olan vergi yükü, 1900’lü yılların başlarında %50’lere yaklaşmış ve yeni sisteme göre vergi miktarı net ürün üzerinden değil, bürüt ürün üzerinden hesaplanmaya başlanmıştı. Bu durumda toprağını satan köylüler dahi borç kölesi hâline dönüşmekteydi. 1900’lü yılların başında köylerden kentlere hızlı bir göç başladı. Bu göçte Arap köylülerinin proleterleşmesinin zeminini hazırlamaktaydı. Bu durumda şeyh, ulema gibi feodal toprak sahibi sınıfların erimesi ve iktisadi olarak etkisiz hâle gelmesi anlamına geliyordu. 1900’lü yıllara gelindiğinde Avrupa’lı girişimciler ve hükümetler Filistin’e yatırımlar yapmakta, sanayileşme adımları atılmakta, şehirlerde postane, okul, kilise, manastır, kültür merkezi, hacılar ve turistler için konaklama tesisleri yapılmaktaydı. Filistin 1900’lerin başında önemli kapitalistleşme adımları içerisindeydi. Yaşanan kapitalistleşme sürecinin yaşattığı köklü değişimler Arap feodal egemenlerle, azınlık burjuvazisinin 1914’te patlayacak olan Birinci Cihan harbinde Osmanlı’ya karşı alacağı tutumda belirleyici bir etmene sahip olacaktı. Aynı Filistin’in Osmanlı’dan Britanya’ya geçişini sağlayacak sürecin maddi koşullarını da oluşturacaktır.

Filistin’in Britanya Mandası Olma Süreci
Filistin’in Britanya sömürgesine geçişi bugünkü Ortadoğu coğrafyasının siyasal haritasının şekillendiren sürecin başlangıcı mahiyetindedir. Birinci emperyalist paylaşım savaşının patlak vermesiyle, dünyada sürekli değişen güç dengeleri Britanya emperyalizminin Filistin ve Ortadoğu’ya çok daha aktif biçimde müdahale etmesine yol açtı. Bu dönem Britanya emperyalizminin politikaları birbirinden farklı üç çıkar odağının baskısı altında şekillendi. ” Bunlardan birincisi, İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Cephesini zayıflatmak için ihtiyaç duyduğu Araplardı. Savaşın ilk yıllarında Britanya yetkilileri Mekke şerifi Hüseyin İbn Ali ile yaptıkları görüşmelerde, sınır konuları ve yönetim biçimini özellikle muğlak bırakarak, savaş sonrasında yalnız Arap yarımadasını değil, bugünkü Suriye, Irak, Lübnan, ve Filistini’de kapsayacak bir Arap Konfederasyonu kurulacağını vaat ettiler. Bu tasarı Siyonistlerin özlemleriyle açıkça çelişmekteydi. Oysa Britanya devlet adamları içerisinde, bir kısmı, Britanya içindeki Yahudi nüfusu artmakta olduğundan, yani, anti-Semitik gerekçelerden ötürü, bir kısmı ise Amerika’da Siyonizm’in artan etkisinden ötürü, Britanya’nın Siyonizm’e vereceği desteği ABD’yi savaşa katılmaya teşvik edeceğine inandığından, Siyonizm’i destekleyen oldukça çok sayıda nüfuzlu insan vardı. Üstelik, Şerif Hüseyin’e vaat edildiği biçimiyle Arap Konfederasyonu, yalnızca Siyonistlerin özlemleriyle değil, Fransa’nın emperyalist emelleriyle de çelişiyordu. Amerikan kamuoyunun, Amerika’nın dünya politikasında merkezi bir rol alması konusundaki isteksizliğinin farkında olan İngiliz devlet adamları, Amerika savaşa katılsa bile, savaştan sonra Almanya’nın yeniden güçlenmesi ve Bolşevizm tehlikesine karşı, bir Britanya-Fransa ittifakının elzem olduğu düşünülüyordu. Fransa ile Britanya arasında imzalanan gizli Sykes-Picot anlaşması, Arap Konfederasyonu’nu Fransız emperyalizmini ve Siyonizm’i tatmin edecek şekilde sınırlandırmayı ön görüyordu. Bu anlaşmaya göre, (bugünkü Lübnan’ı da içeren) Büyük Suriye Fransa’nın, bugünkü Irak’ı içeren Mezopotamya Britanya’nın nüfuz bölgesi olarak tanımlanıyor, Filistin’in yönetimi ise dünya Yahudiliğinin ” ülkenin geleceğiyle vicdani ve duygusal bir ilişki olduğunu gözetmesi kaydıyla bir uluslararası yönetime bırakıyordu. Böylelikle Arap Konfederasyonu’nun fiili egemenlik alanı Arap Yarımadası ile sınırlandırılmış oluyordu.” Bu anlaşma yalnızca kağıt üzerinde kaldı. Birinci emperyalist paylaşım savaşında Britanya emperyalizmi Arap burjuvazisine böyle bir devlet vaadinde bulunarak savaşta kendi saflarına aldı ve Osmanlı’ya karşı piyon olarak kullandı. Bugünkü Ortadoğu coğrafya haritasına bakıldığında cetvelle çizilmiş gibi onlarca devlete bölündüğü görülür. Tüm Arap ulusu bu haritada 20 farklı devlete bölünmüştür. Sömürgeciliğin temsilcisi Britanya bu taktiği birçok coğrafyada uygulamıştır. İrlanda’da Kuzey-Güney, Hint alt kısmında Hindistan-Pakistan, Kıbrıs’ta Türk-Rum…
Britanya emperyalizminin böl yönet taktiğiyle sömürge, yarı sömürge ülkelerdeki halkları birbirine kırdırmış, sürekli yapay dinamikler üreterek takatsiz bırakmıştır. Varoluşunu ulus-devletler şeklinde örgütlemiş kapitalizmin çizmiş olduğu tüm hudutlar emperyalist savaşların, milli burjuvazinin çıkarları uğruna emekçi kitleleri birbirine kırdırılmasının sonucu olarak kurulmuştur. Tüm hudutlar emperyalist-kapitalist sistem içerisinde, burjuva sınıfların yapay olarak inşa ettiği olgulardır. Çürüme çağındaki dünya kapitalizmi varlığını sürdürebilmek için yapay ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel kışkırtmaları üreterek emekçi kitleleri gaddarlaştırarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. Ulusal çıkarlar olarak sunulan her şey burjuvazinin çıkarları için emekçi kitlelerin canıyla kanıyla seferber olmasıdır. Ortadoğu’da yaşanan süreçte tam olarak budur. Arap devletleri niçin tek çatı altında ulusal birlik sağlayamıyor, niçin hepsi İsrail devletini tanıyor ve onunla ticari, askeri, diplomatik ilişkileri var. Bu sorunun cevabı ne Arap burjuvazisinin kaypaklığıdır, ne ulusçuluk bilincinin yeterince gelişmemesidir, nede ümmetçi olamamalarıyla açıklanabilir. Tüm Arap ülkelerinin burjuvazisinin çıkarlarıyla açıklanabilir. Arap burjuvazisinin çıkarları ve kendi aralarındaki çelişkiler Ortadoğu’daki herhangi bir birliğin oluşmasının önünde engeldir. Herhangi bir birlik oluşturabilme yetisine sahip değildir. Ortadoğu’daki emperyalizme karşı birlik ancak dil, din, ulusla tanımlanmayan enternasyonal marksist programla kuşanmış işçi sınıfı önderliğinde Ortadoğu Sosyalist federasyonu altında sağlanabilir.

Siyonizm Nedir?
Tarih boyunca birçok baskıya, katliama maruz kalmış, yaşadıkları bölgelerden sürekli zorunlu göçe maruz kalmış Yahudiler 19, yüzyılın sonlarına doğru rahatlamaya başlamıştır. 19. Yüzyılın sonlarına doğru burjuva demokratik devrimini tamamlamış ileri kapitalist ülkelerde üzerlerindeki baskılar kalkmış ve yaşadıkları topluma entegre olmuşlardır. Doğu Avrupa ülkeleri, Polonya, Çarlık Rusya’sı gibi henüz kapitalist gelişimini sağlayamamış, burjuva demokratik devrimini tamamlayamamış ülkelerde üzerlerinde ağır baskılar söz konusuydu. Siyasal bir akım olarak Siyonizm 19. Yüzyılın sonlarında doğdu. Dini mitoloji olarak Siyonizm çok eskilere dayanmaktadır. Siyonist mitolojinin iki temel dayanağı vardır: Bunlardan birincisi, Yahudilerin yüzyıllardır ( Babil Kralı tarafından Filistin’den ihraç edilmesi) “anavatana” dönmek hayali ile yaşamış olduklarıdır. İkincisi ise birbirine bağlı olarak, bütün Yahudilerin hem “Sürgün” döneminde hem İsrail devletinin kurulmasından sonra, Siyonist oldukları ve zaten başka türlüsünün düşünülemeyeceğidir. Siyonizm’in ilk ciddi siyasal doktrini 1895’te Avusturyalı gazeteci Derjudenstaat’ın Yahudi devleti kitabında bulmuştur. 1897’de de ilk Dünya Siyonist kongresi toplanmıştır. Siyonizm’in doktrinin temel referansını Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’tan alır.” Yahudilerin tanrının seçilmiş kulları oldukları, Filistin’den sürgünlerin geçici olacağı ve Mesih’in gelişiyle tüm Yahudiler Filistin’e dönecektir”
Siyonizm Yahudi düşmanlığını kaçınılmaz bir olgu olarak kabul eder. Bu nedenle buna karşı örgütlenerek mücadelenin anlamsız olduğunu savunur. Tek çarenin kendi devletlerini kurup tüm dünya Yahudileri’ni orada toplamak olarak tanımlar. Siyonizm Anti-Semitizm’den beslenir, Anti-Semitizm’in insanın doğasında olduğu iddiasını taşır ve kendi fikirlerinin haklılığını Yahudilere kanıtlamak için, siyasal meşruiyet kazanabilmek için, devlet kurduktan sonrada Yahudileri yönetebilmek için Anti Semitizm’e ihtiyaç duyar. Anti Semitizm Siyonizm’in temel gıdasıdır. Siyonizm felsefi ve pratik düzeyde ırkçı bir akımdır. Yahudi düşmanlığını insan doğasının bir parçası olarak kabul eder ve onun karşısına kendi ırkçılığıyla çıkar. Tüm ırkları dinleri dışlayan bir fikriyata sahiptir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak sürekli savaştan beslenir. Siyonizm siyasi bir hareket olarak taban bulması sancılı bir süreç olmuştur. 1880’li yıllarda örgütlenmeye başlayan Siyonizm Nazilerin Yahudi Soykırımından sonra ancak kitlesellik kazabilmiştir. 1880’li yıllarda örgütlenmeye başlayan Siyonist akımlar Batı Avrupa’da hiç taban bulamamıştır. Çünkü yaklaşık 100 yıldır Batı Avrupa ülkelerinde Yahudiler üzerindeki baskılar kalkmış ve tüm haklarına sahip olarak yaşadıkları topluma entegre olmuşlardır. Fransız devriminden sonra Batı Avrupa’da Yahudiler kendilerini ezen baskı altında tutan yasak ve kırımlardan kurtulmuştur. Batı Avrupa için Anti Semitizm çağdışı kaldığı için Siyonizm taraftar toplayamamaktaydı. Doğu Avrupa’da ise durum tam aksi yöndeydi. Dünya Yahudilerinin büyük çoğunluğunun yaşadığı Rusya ve Polonya’da ağır baskının olduğu otokratik rejimler hakimdi. Özellikle Rus Çarlığı Yahudi azınlığı günah keçisi ilan edip, polis ajanlarının desteğiyle Yahudilere karşı sistematik ırkçı saldırılar gerçekleştirdi. Bu ülkelerdeki işçi sınıfının da en yoksul kesimini Yahudi işçiler oluşturmaktaydı. Çarlık Rusya’sı ve Polonya’da devrimci fikirler hızla yayılmakta, devrimci örgütlerde kitleselleşmekteydi. Yahudi işçi ve yoksul köylüleri arasında devrimci fikirlere geniş bir sempati, devrimci örgütlere de yoğun bir katılım söz konusuydu. Siyonizm antisemitist devlet baskısının en yüksek olduğu ve en çok Yahudi’nin yaşadığı ülkelerde kitlesini devrimci marksist teşkilatlara kaptırmıştı. Polonya ve Çarlık Rusya’sında Siyonizm Yahudiler arasında taban bulamayan küçük bir sekt olarak varlık sürdürmekteydi. Buralarda Siyonizm taban bulabilmek için sınıfsal vurguları olan sol Siyonist akım geliştirmişti, fakat Marksizmin gölgesinde ezilmişti. Siyonistler kendi siyasal amaçlarına ulaşmanın yolunun güçlü emperyalist devletlerden destek almaktan geçtiğinin bilincindeydi. Bu bilinç doğrultusunda tüm siyasal stratejilerini emperyalist devletlerin desteğini almak doğrultusunda yaptılar. Siyonistler emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruyan jandarmanın kendileri olacağının propagandasını yaptılar. Emperyalist güçlerin Ortadoğu’daki hegamonyaların kalıcı olmasının yolunun Siyonist devletin kurulmasından geçtiğine ikna etmeye çalıştılar. Bu ikna turlarının ilki Filistin’in Osmanlı sömürgesi olduğu dönemde başladı. Siyonist Herzl ve arkadaşları Osmanlı Sultanı Abdülhamit’le görüşüp Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için izin almaya çalıştılar. Filistin’de kurulan bir Yahudi devleti karşılığında, Osmanlı’nın mali sorunlarını düzenleyeceklerinin taahhütünde bulundular. Siyonistler Osmanlı’dan olumlu bir yanıt alamadılar. Dönem aynı zamanda emperyalist güç dengelerinin belirginleştiği bir zamandı. Britanya emperyalizminin çok güçlendiği bir dönemdi. Dünyanın bir çok yerinde Britanya emperyalizmine ters düşen bir hareketin uzun süre yaşama ve kazanım elde etme şansı düşüktü. Siyonistler bu süreçten sonra tüm faaliyetlerini Britanya emperyalizminin desteğini alma hedefi doğrultusunda yürüttüler. Siyonistlerin temel görüşü şu yöndeydi: ” Filistin’de Avrupa’nın Asya’ya karşı korunma hattının bir bölümünü oluşturacağız, barbarlığa karşı uygarlığın bir uç boyu olacağız. Tarafsız bir devlet olarak Avrupa ile temas hâlinde olacağız, buna karşılık Avrupa bizim yaşamımızı garantileyecek”
Siyonizm tüm siyasal amaçlarına Avrupa emperyalizminin vermiş olduğu destekle sağladı.

Siyonizm’in Nazizmle İntihamı
Ocak 1923’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle birlikte antisemitizm üst boyutlara ulaştı. Faşist iktidar tarafından Yahudiler nefret objesine dönüşmesiyle birlikte Yahudilerin Almanya’da can güvenliği kalmamıştı. Bu süreç aynı zamanda Almanya’da Siyonizm’in en çok taraftar topladığı dönemi oluşturmaktadır. Burjuva tarihçilerin sümen altı ettiği tarihsel olgu ise Naziler ve Siyonistler arasındaki sıcak ilişki ve yakın işbirliğidir. Buradaki temel amaç Siyonizm Yahudi halkının tarihsel trajedisiyle arasında tarihsel, duygusal ve maddi ortaklığın olmaması ve Nazi Almanya’sında gerçekleşen Yahudi soykırımının suç ortaklarından olduğu gerçeğinin üstünü örtmek. Bu tarihsel gerçeğin üstünü örtmenin iki temel nedeni vardır:
Birincisi Siyonizm’e meşruiyet katmak
İkincisi Antisemitizme güç katmak
Bu tarihsel gerçek dile getirilmediği oranda Siyonist İsrail devleti meşruiyetini Yahudi soykırımı üzerinden var ediyor. Aynı şekilde bu gerçek dile getirilmediği oranda “tüm Yahudiler Siyonistir” özcü bakış açısının nüfuz alanı genişlemekte ve bu olgunun önlenemez sonucu olarak sağcı bir akım olan antisemitizm güçlenmektedir. Çalışmamızın bu bölümünde Nazilerle Siyonizm’in kutsal ittifakına değineceğiz. 21 Haziran 1933’te iktidara gelen Nazi Partisine aynı gün Almanya Siyonist Federasyonu şöyle bir mesaj gönderdi. ” ırk ilkesini hayata geçiren Nazi devletinin temelleri üzerine kurulacak yapı içerisinde bizlerde kendi topluluğumuza ayrılacak alanda Babayurdu( Fathenland) için elimizden geleni her türlü verimli faaliyeti sürdürmeyi umuyoruz”
Hitler iktidarını ilk günden açıkça destekleyen Siyonistlerin bu desteği ilerleyen yıllarda da değişim göstermedi. Dünya Siyonist Kongresi 1933’te Hitler’e karşı eylem çağrısını 43’e karşı 240 oyla geri çevirdi. Bununla yetinmeyen Dünya Siyonist Örgütü Yahudi boykotunu kırarak Alman mallarının Ortadoğu ve Kuzey Avrupa’da dağıtımını üstlendi. Dünya Siyonist Kongresinin Nazilere bu düzeyde desteğe karşılığı olarak SS güvenlik servisinden Mildonste’nin Siyonizm’e destek olmak için 6 ay boyunca Filistin’de kaldı. Hitler Propaganda Bakanı Goebbels 1934’te Siyonizmi öven 12 bölümlük rapor hazırladı. Bunlarla da yetinmeyip bir yüzünde gamalı haç öteki yüzünde Siyonist David yıldızı bulunan bir madalya sipariş etti. 1935 Mayıs’ında SS Güvenlik Servisi Başkanı Heydrich tarafından “iyi Yahudiler ve kötü Yahudiler” olarak ikiye ayrıldı. İyi Yahudiler Siyonistlerdi; onlarla işbirliği ve uyum içinde çalışabilirlerdi. Kötü Yahudiler ise Siyonist olmayanlardı, onlardan kurtulmak gerekiyordu. Almanya’dan göç etmek için Dünya Siyonist örgütünden göçmen kağıdı almak zorunluluktu. 1933-35 yılları arasında göçmen kağıdı almak için Dünya Siyonist Örgütüne başvuran Alman Yahudilerin 3/2’si reddedillerek Nazi cehennemiyle baş başa bırakıldı. Siyonistler kendi ideolojilerine uygun doğrudan meslek sahibi Yahudileri toplamaktaydı. Bu toplama sürecinde Nazilerle işbirliği içerisinde çalıştılar. Siyonistler alacakları Yahudilerin listesini Nazilere verip, geri kalanların toplama kamplarına gitmesine ses etmemekteydi. Almanya’daki Yahudi etnik temizliği suçuna ortak olmaktaydılar. Nazilerin uyguladığı soykırım nedeniyle milyonlarca Yahudi öldüğü esnada, Siyonist örgütler ABD ve Batı Avrupa’ya göçü kolaylaştıracak yasalarla oradaki faşist partilerden daha sert muhalefet etmekteydiler. Bu ülkelerdeki parlamentoda Siyonistler yasaların geçmemesine yönelik oy kullanmaktaydılar. Tek amaç vardı, Yahudilerin Filistin dışında bir yere göç etmesini engellemek. Geleceğin İsrail Başbakanı İzak Şamir 11 Ocak 1941’de Ulusal Askeri Örgüt ile Nazilerin arasında şu askeri anlaşmanın yapılmasını önermekteydi. Yahudi kitlelerin Avrupa’dan çıkarılması Yahudi sorununun çözümü için önkoşuldur; ancak bunun gerçekleşebilmesi bu kitlelerin Yahudi halkının anavatanı olan Filistin’e yerleştirilmesine ve tarihi sınırlar içinde bir Yahudi devleti kurulmasına bağlıdır…
UAÖ, Alman Reich’ı ile onun yetkililerinin Almanya’daki Siyonist faaliyetler ile Siyonist göç planları konusundaki iyi niyetlerinin bilincinde olarak şu görüşlere sahiptir:
1- Alman düşüncesine uygun olarak Avrupa’da kurulacak Yeni Düzen ile, UAÖ’nün varlığında cisimleşen Yahudi ulusal hedefleri arasında ortak çıkarların varlığı mümkündür.
2- Yeni Almanya ile İbrani âlemi arasında bir işbirliği mümkündür.
3- Ulusal ve totaliter temelde tarihi bir Yahudi devletinin Alman Reich’ıyla yapılacak bir antlaşma çerçevesinde kurulması gelecekte Ortadoğu’daki güçlü Alman çıkarları açısından da gereklidir.
Bu düşüncelerden yola çıkan UAÖ, İsrail özgürlük hareketinin yukarda belirtilen ulusal hedeflerinin Alman hükümeti tarafından tanınması koşuluyla, savaşta Almanya’nın yanında aktif olarak yer almayı teklif eder. Toparlarsak eğer Siyonizm Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımının suç ortağıdır. Soykırım mağdurları ve onların yaşamış olduğu tarihsel acıları kendi sömürgeci emelleri doğrultusunda kullanmıştır.

İsrail Devletinin Kuruluşu
Almanya’da 1933 seçimlerinde Nazilerin iktidara gelmesiyle, dolaylı olarak ta olsa Filistin özelinde Ortadoğu’daki güç dengeleri komple bir değişim süreci içerisine girdi. Nazi yönetimi bir yandan Avrupa’yı Yahudilerden arındırmak için Siyonistlerle iş tutarken, Arap devletlerini de ikinci dünya savaşında kendi saflarına çekmeyi, en azından tarafsızlaştırmayı amaçlamaktaydı. Naziler bu stratejilerinde başarısız olmuşlardır. Arap devletleri İkinci Dünya savaşında Almanya’nın karşısında yer aldılar. 1921’den 29’a kadar Filistin’de kışkırtılan Yahudi karşıtı ayaklanmalarda 200’e yakın Yahudi 150’yi aşkın Arap hayatını kaybetti. İngiltere bu ayaklanmaları dizginlemek için Yahudilerin Filistin’de güçlenmesine sınır getirdi. İngiliz baskılarına ve devam eden toprak kayıplarına tahammül edemeyen Filistinliler 1936’da (3) yıl sürecek olan bir ayaklanmaya giriştiler. Bu ayaklanmadaki temel talepler şunlardı:
Filistin yönetiminde demokratik bir hükümet.
Siyonist yerleşimlerin durması!
Siyonistlerin toprak alımlarının yasaklanması!
Bu ayaklanmada genel grev, vergi ödememe gibi yöntemler kullanıldı. Britanya hükümeti ayaklanmayı ser şekilde bastırdı. Yaklaşık 6000 Arap katledilerek evleri yakıldı. Britanya emperyalizmi bu süreçte Yahudilerin bir kısmını silahlandırarak polis gücünü oluşturdu. Ayaklanmayı kontrol etmekte zorlanan Britanya emperyalizmi, 1939’da Yahudi göçünü sınırlayan ve on yıl içinde Filistin’e bağımsızlık öneren bir rapor yayınladı. Bu rapora göre Yahudilerin toprak alımları yasaklanacak, 5 yıl içinde 75 bin Yahudi göçmen daha gelebilecek ve ardından kapılar kapatılacaktı. Böylece Britanya devleti kendi komutasında bir devlet kuracaktı. İnşa ettiği bu tampon devlet sayesinde, Ortadoğu’nun kontrolü garanti altına alınacak ve Süveyş kanalının korunması sağlanacaktı. Britanya emperyalizmi bölgesel çıkarları için tampon Arap devletinin kurulmasından yanaydı. 1945’te radikal Siyonist gruplar Filistin’de Britanya’ya karşı silahlı mücadele içerisine girdiler. Radikal Siyonistlerin başlattığı bu silahlı ayaklanma Filistin ve Ortadoğu sorununu Arap saçına çevirdi. Britanya bu sorunun çözümü için Birleşmiş Milletlere başvurmak zorunda kaldı. Bu tarihte Filistin’deki Yahudi nüfusu 600.000 ulaştı. Bu rakamlar toplam nüfusun 3/1’ine tekabül etmekteydi. 1947 yılında Birleşmiş Milletler Kudüs’ün uluslararası bir yönetime iade edilmesi ve ülkelerin Araplar ve Yahudiler olarak ikiye bölünmesi yönünde bir tavsiye kararı aldı. Buna göre nüfusun %70’ini oluşturan toprakların %92’sine sahip olan Araplara ülkenin %47’si verilmekteydi. 33 lehte, 13 aleyhte, 10 çekimser oyla kabul edildi. Britanya bu oylamada çekimler kalırken SSCB lehte oy kullandı. SSCB siyonist İsrail’in kurulmasını Britanya emperyalizmine karşı kazanılmış bir zafer olarak tanımladı. Bu karar doğrultusunda 14 Mayıs 1948’de İsrail devleti ilan edildi. Kararı kabul etmeyen Araplar, Britanya’nın desteğiyle ayaklandılar. Britanya’nın amacı savaşın kızışmasıyla arabulucu rolü üstlenerek ve iki tarafın üzerinde de hakimiyet kurmaktı. Britanya Filistin üzerinden güçlerini çekmeden önce kara sınırlarını açtı ve çevredeki Arap ülkelerin Filistin’e yardım etmesinin zeminini hazırladı. Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan, Mısır gibi Arap devletlerinin destek verdiği Filistin savaşta yenilgiyle uğradı. Bu sonuçta İsrail devletinin daha güçlü ve daha geniş topraklarda devletini kurmasına ve sömürgecilik alanının genişlemesine yol açtı. İsrail’in bu savaştan zaferle çıkması Ortadoğu’daki dengelerin köklü şekilde değişmesine yol açtı. Arap devletleri İsrail’i tanımayı reddetti. Arap ülkelerindeki Yahudileri zorunlu olarak İsrail’e göçe zorladı. 600 bine yakın Yahudi daha İsrail’e yerleşerek İsrail’in nüfusunda ciddi bir artışa sebep oldu. Savaştan önce İsrail’e mesafeli duran ABD ve Britanya bölgedeki çıkarları gereği rota değiştirerek İsrail’e tam destek yoluna girdiler. ABD’nin bu yola girmesinin temel nedeni bölgede güç ve insiyatif kaybeden Biritanya emperyalizminin yerini doldurmaktı. Britanya emperyalizminin bu yola girmesinin temel nedeni; her biri birbirinden istikrarsız olan Arap devletleriyle bölgesel çıkarlarını koruyamaması, bunun için güçlü ve istikrarlı genç İsrail devletine ihtiyaç duymasıydı. Siyonist İsrail devletini ilk tanıyan ülkelerden birisi SSCB oldu. İsrail devletinin kuruluşunu Britanya emperyalizminin bölgede zayıflaması olarak görmüş, siyonist İsrail devletini antiemperyalist devlet olarak tanımlamıştı. Bu perspektif doğrultusunda İsrail-Filistin savaşında, İsrail’e Çekostovakya aracılığıyla silah ve mühimmat desteğinde bulundu. Savaşın sonucunda İsrail SSCB, ABD, Britanya’dan destek alarak sömürgecilik üzerinden inşa ettiği devletinin sağlam temeller üzerinde oturmasını sağlamış oldu.

Filistin Komünist Partisi’nin Doğuşu ve Sönümlenişi
Filistin Komünist Partisi, Şubat/Mart 1919’da Siyonist işçilerinin Partisi’nin Yafta’da toplanan 13. Konferansın bölünmesi sonucunda kuruldu. Poalei Zion 1900’de Rusya’da Minsk’de kurulmuştu. Siyonist bir işçi hareketi oluşturmayı amaçlıyordu. En önemli teorisyenlerinden Ber Bonoçav’a göre, Yahudi işçileri için “normal” sınıf mücadelesi, diğer uluslardan işçilerle Yahudiler arasında var olan karşıtlıklar yüzden mümkün değildi. Bu nedenle öncelikli hedef olarak Yahudi işçilerini Siyonist mücadeleye kazanmak olarak görüyordu. Ancak normal bir Yahudi toplumu kurulunca sınıf mücadelesinden söz edilebilirdi. 13. Konferanstan sonra partiden ayrılan sol kanatla parti arasındaki anlaşmazlık bir dil sorunundan ibaretti. Sol kanat, parti dilinin İbranice olmasını reddediyor ve Yidiş kullanılmasını istiyor, ayrıca Hapoel Hatzair ( İşçi Gençliği Siyonist Partisi) ile birleşmesine karşı çıkıyordu. Daha sonra bu gruptan ayrılanlar başka bir sol grupta birleşerek ( Sosyalist İşçi Partisi) kurdular. MPS’nin kurucuları yalnızca Yahudilerden oluşmaktaydı, parti yalnızca Yahudi işçiler arasında faaliyet göstermekteydi. Parti ilk dönemde Siyonist projeyi desteklemeye devam etmekteydi. MPS’nin Arap emekçilere yönelik ilk faaliyeti 1 Mayıs 1921’de çıkardığı Arapça bildiri oldu. Bu bildiride, ülkeye gelen devrimci Yahudi işçilerin Arap işçilerle birlikte Yahudi, Arap ve İngiliz kapitalistlerine karşı mücadele etmeyi hedeflediklerinden söz etmekteydiler. Bildiri Arap işçileri arasında fazla yankı bulmadı. Histadurt’un Yafta’daki yasal 1 Mayıs gösterilerinin karşısına MSP’nin illegal bir gösteriyle çıkması, Arapların Yahudilere saldırısıyla sonuçlanmasına dönüştü. Bu olaydan sonra Britanya yönetimi MPS’ye baskı uygulamaya başladı, ileri gelen parti yöneticilerini Filistin dışına gönderdi.
Filistin’deki emekçiler Araplar, Siyonizm, Yahudilik denkleminde üretilmiş yoğun düşmanlık ve çatışmalar Filistin devrimci hareketinin faaliyetlerinde her zaman zorlanmasına neden oldu. Arap işçilerin ve köylülerin örgütlenme sorunu, Filistin Komünist Partisinin Komintern’de ilişkilerinin de ana eksenini oluşturdu. 1921’de Komünist Enternasyonal üyeliği için başvuruda bulunan Filistin Komünist Partisi’ne Siyonizm’e keskin tavır alması şartı konulmuştu. 1922’de bu şart kesin olarak reddedilince Komünist Enternasyonal, parti içindeki Komünistlerin partiden ayrılması çağrısında bulundu. 1 Mayıs 1921 olaylarının ardından dağılmış olan MPS üyeleri yeniden toparlanmaya başladı. Kendisini hâlâ poaleize zion’un bir parçası olarak görmeye devam eden parti yönetiminin Siyonizm’e karşı kesin tavır almaktan kaçınması, MPS içinden kesin anti siyonist bir tavır benimseyen bir kanadın ayrılmasına neden oldu. Komintern’in tavrı ise Komünist parti ismini almış grup ile MSP’den ayrılan grubun birleşmesi yönündeydi. 9 Temmuz 1923’te iki fraksiyon Filistin Komünist Partisi adı altında birleşti. Yeni parti programı anti siyonist olmakla birlikte Komünist Enternasyonal programına uygundu. Mart 1924’te FKP Komünist Enternasyonal’e kabul edildi. Komünist Enternasyonal’in ilk direktifi partinin yalnızca Yahudi azınlık işçileri arasında kalmaması, Arap işçi sınıfına yönelmesi yönündeydi. FKP bu amaç için 24-26 yılları arasında Arap emekçilere yönelik dergi çıkardı. Arap işçilerini sendikal faaliyete katılmaya yöneltmek için çalıştı. Arap köylerinin, Yahudiler tarafından satın alınan topraklarından sürülmesine karşı tavır aldı. Arap burjuva milliyetçiliğine de tavır aldı. FKP Arap kitle içinde küçük bir grup oluştursa da partiye epey Arap kadrolar kazanmayı başardı. SSCB’de Stalinci bürokratik karşı devrimin başlaması, Komünist Enternasyonali’de Stalinci bürokrasinin ele geçirmesiyle birlikte “Tek ülkede Sosyalizm” gerici ütopyasını baz alan anti marksist programa 1928’de Komintern geçti. Böylece Komintern dünya devriminin partisi olmaktan çıkıyor, SSCB devletinin bir dış politika aracına dönüşmeye başlamaktaydı. 2. Enternasyonalci aşamalı devrim programları dünya Komünist hareketine dayatılmaktaydı. Bu durumdan Filistin Komünist Partisi’de etkilenmişti. 1929’dan sonra FKP için, birincil mücadele hedefi Arap ve Yahudi işçilerinin ortak mücadelesiyle kurulacak olan işçi iktidarı değildi. Artık birinci öncelik Arap kitlelerin ulusal kurtuluş mücadelesiydi. Yahudi Komünistlerinin payına da bu mücadeleyi koşulsuz şartsız desteklemekti. Bu tarihten sonra örgütlenme hedefi konulan ana kitlede de değişmişti. Artık Filistin Komünist Partisi için örgütlenme hedefi konulan kitle köylülüktü. 1933’ten sonra ise partinin tek hedefi vardı oda ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemekti. Bunun için sosyalist devrim programı çöpe atılmış, Arap milliyetçiliğiyle ortak hâlk cephesi kurma perspektifine girilmişti. 1936’da başlayan milliyetçi ve antisemitist zemindeki ayaklanma koşulsuz olarak desteklendi. Bu ayaklanmaya katılan Filistin Komünist Partisi’nin Arap üyelerinin bir kısmı, FKP’den ayrılarak milliyetçi İstiklal Partisine katıldı. Stalinci Komünist Enternasyonal’in direktifleriyle Arap burjuva milliyetçiliğine entegre olan Arap ve Yahudilik temelinde bölünme kaçınılmaz olmuştu. 1937’de Yahudi Komünistleri ayrı bir Yahudi seksiyonu kurdular. Yahudi seksiyonu partinin Arap milliyetçiliğine angaje olmasını, Yahudi işçi sınıfına sırtını dönmesini eleştiriyordu. Ağustos 1940 yılında Yahudi Partisi FKP’den komple koparak (Gerçek) adında bir yayın çıkartarak onun etrafında örgütlenen bir grup oluşturdu. 1940-42 yıllarında iki fraksiyon arasında sert tartışmalar sürmüştü. O yıllarda Arap seksiyonu, Arap milliyetçiliğine, Yahudi seksiyonu ise sol siyonizme savrulmuştu. Artık FKP içinde Yahudi ve Arap emekçilerin birliği şöylem düzeyinde dahi ele alınmamaktaydı. 2.dünya savaşı patlak verdiğinde Stalinci Komünist Enternasyonal tüm dünya Komünistlerine görev olarak Sovyet anavatanı savunmayı tayin etmişti. Bu görev doğrultusunda Sovyet diplomasisinin çıkarları doğrultusunda tüm Komünist Partiler pozisyon almaktaydı. 2. Dünya savaşının başlangıcında ( Hitler-Stalin) paktının ardından, FKP savaşı emperyalistler arası bir savaş olarak değerlendiriyor, Filistin’i Arap ve Yahudilerin savaşa katılmalarına ve Filistin’deki İngiliz yönetimine karşı çıkılıyordu. Almanya’nın Sovyetlere saldırmasıyla birlikte bu tutum tamamen değişmiştir. SSCB ile aynı cephede savaşa giren, SSCB’nin müttefiği olan Britanya emperyalizmine karşı çıkılmayıp desteklenilmekteydi. Kendisine ana görev olarak Filistin’in bağımsızlığını koyan FKP, kendi sömürgeci devletini desteklemeye başladı. Britanya emperyalizmi Stalinci Filistin Komünist Partisi’nin bu jestini karşılıksız bırakmamıştı. 1921’den beri illegal olan FKP ilk kez legalleşti böylece üzerindeki siyasal baskılar kalkmıştı. Haemeth de parti içinde birliği yeniden sağlamak amacıyla kendisini fesih ederek Filistin Komünist Partisi’ne katıldı. 10 Mayıs 1943’te, Histadurt’un örgütlediği Hayfal’daki İngiliz askeri kamplarında başlayan grevi, Arap Parti üyeleri desteklemeyi reddetmeleri üzerine yeniden bölünme kaçınılmaz oldu. Bu bölünmeden sonra Yahudi devrimciler İbrani Komünistleri adında bir grup oluşturdular. Partinin Arap üyeleri ise Ulusal Kurtuluş Birliği adında bir grup oluşturdu. Savaştan sonra SSCB’nin Siyonist İsrail devletinin kuruluşunu desteklemesi ve buna karşı çıkan ayaklanmalarda İsrail devletine silah ve mühimmat desteği vermesiyle Filistin Komünist Partisi komple tasfiye oldu. Arap üyeleri burjuva milliyetçi örgütlere katıldılar. Yahudi üyelerini ise sol Siyonist çizgiye bürünerek varlıklarını sürdürdüler. İsrail devletinin kurulmasından sonra İbrani Komünistleri örgütü İsrail Komünist Partisi olarak siyasal hayatına devam etti. Yahudi ve Arap işçilerinin birlikte mücadelesi, sosyalist devrim hedefiyle inşa edilen Filistin Komünist Partisi, Stalinizm’in politikalarının sonucunda tasfiye edilerek Arap milliyetçiliğine ve Siyonizm’e iltica etmiştir.

Filistin Kurtuluş Örgütünün Kuruluşu
Arap ülkelerini sürekli tehdit eden, her fırsatta işgal etmeye çalışan İsrail, 1956’da İngiltere ve Fransa ile birlikte Mısır’a emperyalist saldırı gerçekleştirdi. Britanya emperyalizminin asıl amacı Süvyeş Kanalı’nı millileştiren Nasır yönetimindeki Mısır’ı İsrail’i kullanarak dize getirmekti. ABD’nin baskınlarına dayanamayan İngiltere ve Fransa amaçlarına ulaşamadan geri çekilmek zorunda kaldı. Bu geri çekilme Nasır’ın prestijinin büyük ölçüde yükselmesine ve Arap milliyetçiliğinin hızla yayılmasına yol açtı. Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve Irak’tan oluşan Arap devletleri 1964’te topladıkları Arap Konferansında ” Filistin halkına ayrı bir kimlik içinde örgütlenme kararı aldılar. Bu karar doğrultusunda Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) kurdular.
Filistin Kurtuluş Örgütünün Başkanlığına ise, BM’de Arap Birliği Genel Sekreter Yardımcısı ve Suudi Arabistan sürekli temsilcisi olan Ahmet Şukayri’yi getirdiler. Şukayri 1950 yılında da BM’ye Suriye delegesi olarak atanmıştı. Filistin Kurtuluş Örgütünün yönetiminin Arap devlet bürokratlarından oluşması ve Arap devletleri tarafından tepeden bir şekilde kurulmasının amacı belliydi. İsrail’in hız kesmeyen saldırganlığına karşı tabandan gelişen anti-sömürgeci hareket hızla büyümekteydi. Bu hareketin kendi kontrolünden çıkmasını engellemek için Arap devletleri ortak bir kararla Filistin Kurtuluş Örgütünü kurdular. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün askeri kanadı olarak Filistin Kurtuluş Ordusu kurulmuştu. FKO Arap devletlerin ordularının Filistinli askerlerinden oluşmaktaydı. FKÖ’den bağımsız olarak, 1958’de Kuveyt’te Yaser Arafat önderliğinde El-Fetih örgütü kuruldu. Arafat Filistin’in kurtuluşunun tek yolunun silahlı mücadeleden geçtiğine inanmakta, bu amaç için hazırlık yapılması gerektiğini savunmaktaydı. El-Fetih 1965 yılında ilk silahlı eylemini gerçekleştirdi. Bu tarihten itibaren uzun soluklu bir silahlı mücadele içerisinde Filistin ulusal kurtuluş hareketinin önderliğini kazandı. 1967 Arap-İsrail savaşında Arapların yenilgiye uğramasından sonra FKÖ Başkanı Şukayri görevinden istifa etti. 1968 Kasım’ında El-Fetih ve birçok gerilla grubu FKÖ’nün meclisi niteliğinde olan Filistin Ulusal Konseyine katıldılar. Yapılan seçimin ardından Yaser Arafat FKÖ Başkanlığına seçildi. Arafat’ın başkanlığından sonra FKÖ’nün politikası daha radikal ve bağımsızlık yanlısı bir boyuta evrildi.

1967’den Oslo Barışına Giden Süreç
1967’de gerçekleşen üçüncü İsrail-Arap savaşının sonucu Arap toplulukları için büyük yıkım oldu. Bu savaş 1000 İsrailli’nin ve 18 bin Arap’ın ölümüyle sonuçlandı. İsrail 6 gün süren bu savaşta Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze, Sina ve Suriye’ye ait olan Golon tepelerini işgal ettiler. Batı Şeria’da yaşayan 200 binden fazla Arap, Ürdün’e göç etmek zorunda kaldı. 1978’de Mısır’la gerçekleştirilen barış antlaşması sonucunda İsrail 1982’de Sina’dan çekildi. Hemen ardından Lübnan’a saldırarak Beyrut’u işgal etti. 3 Eylül’de Lübnan’lı Hristiyan faşist falanjlar, İsrail’le işbirliği yaparak, Beyrut’taki Sabra ve Şatilla kamplarını basarak 3000 Filistinliyi katlettiler. Uzun ve kanlı geçen Lübnan-İsrail savaşı sonucunda FKÖ’nün Sabra ve Şatilla kamplarını boşaltıp Tunus’a çekilmeyi kabul etmesiyle İsrail Beyrut’tan çıkmakla birlikte Güney Lübnan’ı işgal altında tutmaya devam etti. Filistinliler 1987 yılında, Gazze ve Batı Şeria’da işgal edilmiş topraklarda yeni bir intifadaya giriştiler. Bu İntifada 1930’lardaki ayaklanmanın ardından gerçekleşen ikinci intifadaydı. Bu İntifadanın en belirgin özelliği çocuk ve gençlerin yoğun katılımıyla birlikte, İsrail hakimiyetindeki bölgedeki Arap işçi ve köylü grevleriydi. Kitlesel grevler nedeniyle sanayi ve tarım ciddi ölçüde etkilendi. Sınıf savaşı yöntemlerinin kullanılması açısından önemli bir tecrübe bırakmıştır. 1969 yılında FKÖ başkanlığına seçilen Arafat Filistin sorununun nihai çözümü için Müslüman, Hristiyan ve Yahudileri kapsayan tek devletli laik demokratik Filistin cumhuriyetini savunmaktaydı. Filistin sorununun çözümünü Siyonist İsrail devletinin imhasına bağlamaktaydı. 1988 yılına gelindiğinde Arafat bu programdan büyük tavizler vererek Siyonist işgalin kalıcılığını kabul etti. 1988 gelindiğinde FKÖ iki devlet politikasını benimseyerek, Batı Şeria ve Gazze’yi kapsayan bir mini devlet ilan etti. Doğu Kudüs Başkent, Arafat ise devlet başkanı oldu. ABD aracılığıyla İsrail ile yapılan görüşmeler sonucunda 1993’te Oslo’da bir barış antlaşması yapıldı. Bu antlaşmaya göre FKÖ İsrail’i tanıyacak saldırılarına son verecekti. Fakat antlaşmada işgalci Siyonist rejiminin saldırganlığına dair tek satır yoktu. İsrail’de bu mini Filistin devletini tanıyacaktı. Bu öyle bir devletti ki, sınırları içinde ada ada oluşturulan yerleşim yerleri arasındaki tüm bağlantılar İsrail ordusunun kontrolüne bağlıydı. İnsan ve mal dolaşımı neredeyse imkansızdı. Kurulan Filistin devleti bir devletten çok Filistinliler için bir hapishaneydi. Oslo antlaşması Filistin halkına takılan pranganın adıydı. Burjuva milliyetçi önderliklerin, emperyalizmin Filistin sorununa çözümü bundan ibaretti. Filistin yönetimi eli kolu bağlı, var olan devlet gücünü kendi halkına karşı kullanmaktan öteye geçmeyen bir karikatür devlet olarak kaldı. İsrail Batı Şeria ve Gazze’deki kendi sivil yerleşim bölgelerini askeri üst sayısını artırmaya devam etti. 6 yıl içinde çekileceğini vaat ettiği toprakların %22’sinden geri çekildi. Katliamlarını sürdürdü, her fırsatta Filistin’i tanımadığını ilan etti. Bu durumun önlenemez bir sonucu olarak 28 Eylül 2000’de yeni bir İntifada patlak verdi. Bu İntifadan sonra uzun ve kanlı bir savaş devam etti. Yaklaşık 3000 kişinin hayatını kaybettiği bu kanlı süreç bayatlamış bir klasik olarak ABD’nin tekrar uzlaşma için araya girmesiyle yeni bir barış süreci başladı. ABD, BM, AB, Rusya tarafından hazırlanan “yol haritası” 2003 yılında İsrail ve Filistin’e iletilerek taraflara imzalatıldı. Bu yol haritası Oslo barışı gibi Filistin halkına geçirilen yeni bir prangadan farksızdı. İçi boşluklarla dolu bu yol haritasına göre İsrail işgal ettiği bölgelerden çekilmesi, Filistin’in ise yerleştiği bölgelerden çekilmesi maddesi vardı. Ayrıca İsrail ve Filistin’in karşılıklı birbirlerini tanımaları söz konusuydu. Filistin bu antlaşmayla bir kez daha İsrail’i tanıyarak Siyonist işgalin kalıcılığını meşrulaştırmaktaydı. Ayrıca İsrail’in tanıyacağı Filistin devletinin sınırları da anlaşmada belirsizliğini korumaktaydı. Bu sürecin Filistin için en büyük kaybı şuydu: Teröre destek verdiği gerekçesiyle Arafat’ın görüşmelerden çekilmesi sağlandı. Böylece Filistin’in anti sömürgeci bağımsızlık savaşı terör olarak nitelendirilirken, İsrail’in işgali ulusal güvenlik olarak mütaala edilmekteydi. Filistin kurtuluş davasıyla özdeşleşmiş, Filistin halkının önder olarak seçtiği Arafat’ın görüşmelerden çekilişiyle de Filistin halkının siyasi iradesi oyun dışında bırakılmaktaydı. Arafat yerine görüşmelere kukla Başbakan Mahmut Abbas getirildi. Bu yol haritası tamamen İsrail burjuva devletinin menfaatleri doğrultusunda dizayn edilmiştir. Fakat Siyonist İsrail devleti daha baştan bu yol haritasının işlemeyeceğini, ona uymayacağını açıkça belirtti. İşgal ettiği topraklardan geri çekilme süreci her zamanki gibi gerçekleştirmeyerek, göstermelik küçük bir bölgeyi boşaltmakla yetindi. Filistin’deki tüm Arapların Ürdün’e gönderilmesini, orada bir Filistin devleti kurulabileceğini savunmaktaydılar. Siyonist İsrail devleti için tek barış yolu vardı, oda tüm Filistin’in işgal edilip, Arapların zorla tehcir edilmesi, kalanlarının da köleleştirilmesiydi. Emperyalist metropollerin denetiminde yapılmış her çözüm, her barış yeni savaş ve Siyonist işgalin güçlenerek kurumsallaşması, Filistin halkını toplama kamplarında yaşatmanın birbirinden farklı yöntemleriydi.

Filistin’de Sürekli Devrim Üzerine Tezler
1-) Filistin sorunu dünya burjuvazisinin iddia ettiği gibi dinler savaşı veya etnik bir savaş değildir. Sorunun adı emperyalist işgal ve sömürgecilik sorunudur. Siyonizm Filistin’in tamamının işgalini ve Arap nüfusunun komple yaşadıkları topraklardan kazınmasını, kalanların ise köleleştirilmesini hedeflemektedir. Siyonist burjuva devletin amacı, resmi ideolojisi ve devleti tepeden tırnağa bu eksende örgütlenmiştir. Filistin halkının yürüttüğü anti sömürgeci savaş tarihsel haklılığa ve meşruluğa sahiptir. Siyonist İsrail devletinin varlığını sürdürmesi, Filistin’in her an yeni işgallerin, ilhakların, etnik kırımların hedefi olması demektir. Siyonist İsrail devleti emperyalizmin Ortadoğu’daki ana karakoludur. Temel gıdası savaş, işgal, sömürü olan emperyalizmin nasıl ehlileştirilmesi mümkün değilse, temel varlık sebebi Filistinliler’in yaşadıkları topraklardan kazınması ve etnik kırım olan Siyonizm de ehlileştirilemez, ıslah edilemez. Siyonist İsrail devletinin devamını savunan her çözüm önerisi Filistin halkının yeni işgallerle ve etnik kırımlarla başbaşa kalmasını onaylamaktır. Filistin ve Ortadoğu devrimini savunabilmenin , bu amaca uygun organizasyonları inşa etmenin ve bunun önündeki engelleri kaldırmanın temel taşlarından birisi, Siyonist İsrail burjuva devletinin yıkımını asli hedef hâline getirmekten geçmektedir. Siyonist İsrail burjuva devletinin yıkımı hedefinden taviz vermek, Siyonizme ve emperyalizme teslim olmanın adıdır.
2-) Siyonizmi ayakta tutan, onu bir proje olarak yaşatan ve bugünlere getiren başta ABD, Britanya ve AB emperyalizminin kendisidir. Siyonist burjuva devleti emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakoludur. O karakol olmadan ABD ve AB emperyalizmi Ortadoğu’daki sahip olduğu hakimiyeti devam ettiremez. Bu yüzden de emperyalizm Ortadoğu’daki Siyonist karakolundan vazgeçmeyeceği gibi Siyonist burjuva devletinde emperyalizmin desteği olmadan yaşama şansı yoktur. Dolayısıyla Siyonist burjuva devletin yıkılması için mücadele, aynı zamanda onu besleyen ve ayakta tutan emperyalizme karşı doğrudan bir mücadeledir. Filistin’deki en basit talepler, bağımsızlık, demokratik haklar, en temel insan hakları, yaşam hakkı için verilen mücadele ile emperyalizme karşı verilecek sosyalist mücadele birbirinden kopartılamayacak düzeydedir. Tarihin bir çok deneyimi ve Filistin’deki mücadele tecrübeleri bir kez daha şunu en can alıcı şekilde göstermiştir ki; emperyalizme karşı bütünlüklü ve tutarlı bir mücadele ancak işçi sınıfının önderliğinde enternasyonal devrimci programla ve devrimci partiyle yürütülebilir. Antikapitalist, enternasyonal devrimci bir perspektife sahip olmayan siyasi önderliklerin mücadelesi ve eylemlilikleri ne kadar radikal olursa olsun son geldiği nokta Siyonizmle ve emperyalizmle uzlaşan, onun belirlediği Siyonist İsrail devletinin denetlediği adacıklar hapishanesinde somutlanan Filistin devletini onaylamakta düğümlenmektedir.
3-) FKÖ, El-Fetih, Hamas, İslami Cihat vb Filistin’deki Arap milliyetçiliğine ve İslamcılığa dayalı mevcut burjuva önderlikleri anti-emperyalist olarak tanımlamak ve bu siyasal önderliklerden emperyalizme karşı zafer kazanmasını beklemek tamamen hatalı ve sorunlu bir tutumdur. Emperyalizm her şeyden önce kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin dünya çapında egemenliğine dayanır. Antikapitalist mücadeleden bağımsız, yalıtık bir anti-emperyalizm şöylemi ulusalcılığı savunan burjuva ve küçük burjuva siyasetlerin göz boyama hamleleridir. Emperyalizme karşı mücadeleyi yaşadığı ülkenin kapitalizmine karşı mücadele temelli yürütmeyen ve böylece emperyalist-kapitalist işleyişe gerçek anlamıyla cephe almayan bir siyaset anti-emperyalist değildir, burjuva milliyetçisidir. Bu noktada FKÖ, El-Fetih, Hamas, İslami Cihat vb türünden örgütler ne kadar radikal görünüm verse de, kitle tabanı işçi, emekçi, yoksul köylülerden oluşsa da, tüm siyasal programları Filistin burjuvazisinin çıkarlarını temsil etmektedir. Her milli burjuvazi gibi Filistin burjuvazisi de emperyalizme karşı tutarlı ve bütünlüklü bir mücadele verebilme yetisine sahip
değildir. Amaçları Filistin burjuvazisinin siyasal statü edinmesiyle sınırlı dar ve bencil burjuva çıkarların tatmin edilmesinden ibarettir. El-Fetih, FKÖ önderliğinin siyasal programı ve mücadele tarihi emperyalizmle işbirliği hattında olmuştur. Emperyalist kuruluş olan BM’nin iki devletli çözümünü kabul ederek, adacıklar hapishanesine dönen Filistin devletini onaylamışlardır. Tüm mücadelesi uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin hukuku içinde tanımaya yönelik olmuştur. Hamas’da bundan farklı değildir, mücadeleyi Filistin sınırları içerisine hapsederek emperyalist kuruluş BM’den medet beklemekte, ABD’nin Filistin politikasının değişmesini ümit etmektedir. Emperyalizmin belirlediği adacıklar hapishanesine dönmüş Filistin devletinin, koşulları daha iyi bir hapishane olması için mücadele etmektedir. Hamas, İslamcı Cihat gibi örgütler gerici Arap rejimlerinden ve bir dönem de ABD ve emperyalist kamplardan destek aldıkları gerçeği gün gibi ortadayken, bu siyasal önderliklerin mücadelesini anti-emperyalist olarak tanımlamak, Filistin emekçi sınıfların değil Filistin burjuvazisinin çıkarlarının savunuculuğunu yapmaktır.
İçinde Sosyalist içerikler olsa da; FKÖ, FHKC gibi örgütlerin programı genel olarak kapitalizme uyumludur. Kendilerini tümüyle sistem içi hedeflerle sınırlamış olan mücadelelerinin nihai hedefi bağımsız kapitalist Filistin devletinde somutlanmaktadır. Arap Milliyetçiliğinden kalkış yapıp Stalinci aşamalı devrim teorilerini benimsemiş bu siyasal hareketler, ulusal kurtuluş ile toplumsal kurtuluşu birbirinden ayırarak aralarına aşılması mümkün olmayan duvarlar örmektedirler. Önce ulusal kurtuluşu kazanmak temel stratejiye dönüştürülmekte, bunun içinde tüm milli hareketlerle yapılacak geniş bir milli cephe ve bu ulusal kurtuluş tamamlanınca ancak sosyalist devrimden bahsedileceğini savunmaktadırlar. Stalinizmin artığı bu siyasal önderlikler Filistin emekçilerinin mücadelesini Arap milliyetçiliğine, İslamcılığa yedekleyerek, Filistin burjuvazisinin amaçları için savaşmaya hazır kitleler hâline gelmesine yaramaktadır.
4-) Filistin emekçilerinin gerçek dostları ne Arap milliyetçileri ne islamcılar ne Filistin emekçilerini Arap burjuvazisinin yedeğine sokan Stalinizm artığı milliyetçi sol güçlerdir. Bu siyasal önderliklerin tamamı Filistin burjuvazisinin siyasal statü elde edip, emperyalist- kapitalist sistemin hukuku içinde tanınması dışında bir amaçları yoktur. Amaçları Filistin halkının üzerindeki esareti kaldırmak değil asgari düzeye indirgemektir. Arap devletlerinin egemen sınıfları da Filistin emekçilerinin müttefiki değildir. Filistin sorununun bu hâle gelmesinde Arap devletlerinin en az Siyonizm ve emperyalizm kadar sorumludur. Arap devletleri yalnızca kendi burjuva çıkarlarını düşünmektedirler. Filistin sorununa da bu eksende yaklaşmaktadır. Filistin kurtuluş mücadelesini kendi kontrolünde tutmak ve kendi bölgesel hegamonya çıkarlarına tabi tutmak için geçmişte destek vermişlerdir. Bugün Arap burjuva devletlerinin tamamı Siyonist İsrail devletini tanımakla birlikte, İsrail ile ticari, siyasi, diplomatik ilişkiler içerisindedir. ABD-AB emperyalizminin Filistin’i adacıklar hapishanesine çeviren çözümlerini desteklemekten geri kalmamaktadırlar. O yüzdendir ki Filistin ve Ortadoğu’daki hiçbir burjuva, küçük burjuva, milliyetçi, islamcı siyasal önderlik Filistin’deki emekçi sınıfların dostu değildir. Filistin emekçi sınıflarının kurtuluş yolu; Arap milliyetçiliği, İslamcılık, anti-semitizmden radikal devrimci kopuştan geçmektedir.
Filistin emekçi sınıflarının yegane müttefiki başta İsrail’de yaşayan Yahudi, Hristiyan, İbrani işçi sınıfı olmak üzere tüm Ortadoğu emekçileri ve ezilenleridir. Bunun için Enternasyonal Marksist bir programla inşa edilmiş devrimci parti ve Ortadoğu’da güçlü seksiyonları olan devrimci dünya partisi önderliğinde Ortadoğu Sovyetleri hedefi doğrultusunda emperyalizme ve yerli kapitalist sınıflara, burjuva gericiliklerine karşı yürütülecek militan devrimci mücadeleden geçmektedir.
5-) Siyonizme ve emperyalizme karşı Filistin’de proleter devrimci bir önderliğin inşa edilmesinin ana koşulu, tüm Filistin proletaryasının (Müslüman, Yahudi, Hristiyan, Arap, ibrani) birliğini sağlayacak eylem programıyla çıkmasından geçmektedir. Böyle bir çıkışın yolu Filistin devriminin önündeki engeller olan, Filistin işçi sınıfının Arap ve Siyonist burjuvaziye bağlayan ( Arap milliyetçiliği, İslamcılık, Siyonizm, anti-semitizm) ideolojilerinden kopması ve tüm Ortadoğu emekçileri ve ezilenlerinin karşısına devrimci bir programla donanmış devrimci partiyle çıkmasından geçmektedir. Arap ve Yahudi işçi sınıfının öncü güçlerinin bu amaca uygun bir sosyalist strateji geliştirmesi Filistin ve Ortadoğu devriminin geleceği için hayati önem teşkil etmektedir.
6-) Bu amaca uygun geliştirilecek devrimci stratejinin temelinde ve her pratiksel adımında, emperyalizme, siyonizme cephe almakla birlikte, Arap milliyetçiliğinden, islamcılıktan, anti-semitizmden ve sol siyonizmden kopuşu sağlamakla birlikte tüm inşa faaliyetini Arap ve Yahudi işçilerin birliğini sağlamaya yönelik olmalıdır. Siyonist burjuva devletin işgalci, emperyal yayılmacı hedefleri temel varlık sebeplerindendir. Bu emperyal yayılmacı hedefini sekteye uğratmak ve Arap-Yahudi proletaryasının birliğini sağlamak için asla vazgeçilmemesi gereken iki talep şudur:
Birincisi; 1948’den beri topraklarından sürülen Filistin’li Arapların yurtlarına geri dönmesi için verilecek mücadeleden asla vazgeçilmemelidir. Çünkü bu talep Siyonist burjuva devletin emperyalist genişlemeye dayalı resmi ideolojisiyle taban tabana zıt olduğundan Siyonist işgal hedefini zayıflatıcı karaktere sahiptir.
İkincisi; Siyonist İsrail devletinin hüküm sürdüğü bölgede yaşayan Arapların üzerindeki tüm ulusal baskıya karşı İsrail işçi sınıfının tutum alması, Araplar için eşit haklar talep etmesi, ortak işçi teşkilatlarında örgütlenmesi, ortak sınıf mücadelesi içinde yer almalarıdır. Bu tutumun hayat bulması Siyonist burjuva devletinin ırkçı ideolojisine karşı Yahudi işçi sınıfının savaş açması anlamına gelecektir. Ayrıca Siyonizmin kontrolündeki işçi teşkilatlarının ve sol Siyonist teşkilatların Yahudi işçi sınıfının üzerinde hegamonya kaybetmesinin önünü açmakla birlikte; Arap işçi sınıfı içinde sürekli üretilen yapay anti-semitist dalgaya karşı güçlü bir kalkan işlevi görecektir.
7-) Filistin direnişinin proleter önderliği emperyalizme karşı mücadelenin ve Filistin devriminin önündeki engelleri kaldırmak için kendi burjuva devletine ve yerli sermaye sınıfına karşı uzlaşmaz bir sınıf savaşı içerisine girmelidir. Bunun içinde üretim ilişkilerinin ve devlet aygıtlarının komple değişmesini hedefleyen bir programla mücadele hattına girmelidir. Yolsuzluklarla, emek sömürüsüyle zenginleşen kendi elindeki ayrıcalıkları kaybetmemek için her fırsatta Siyonizm ve emperyalizmle uzlaşan burjuvazinin tüm mülkiyetini ve ülkedeki tüm üretim araçlarını işçi denetiminde kamulaştırmak için mücadele etmelidir. Mevcut devlet ve yönetim organlarını lav edip, işçi-emekçi hükümeti kurma hedefi doğrultusunda mücadeleye girmelidir. Bu mücadeleyi örgütlerken de kendi öz-müdaafa teşkilatlarını, silahlı işçi milislerini oluşturması zorunludur.
8) Filistin’de bir işçi devletinin kurulması kuşkusuz gerek siyonist İsrail devletinin, gerekse de bölgedeki tüm Arap rejimlerinin kuşatması altında işgal tehlikesi altında girerek boğulmakla yüz yüze gelecektir. Filistin’de bir işçi devletinin inşa edilmesinin ve yaşamasının tek yolu gerek İsrail’de gerekse de bölgedeki tüm Arap rejimlerinin yıkılmasına, oralarda proleter devrimlerin hayat bulmasına bağlıdır. O yüzdendir ki; gerek İsrail’de, gerekse de tüm Arap ülkelerindeki gerici rejimlerin yıkılması zorunluluktur. Bunun için İsrail, Filistin ve tüm Arap ülkelerinde sürekli devrim programına sahip, Ortadoğu işçi sovyetleri için mücadele edecek devrimci partinin inşası bir tercih değil zorunluluktur.
9-) İsrail’deki Yahudi proletaryası Ortadoğu’nun en gelişmiş proleterlerindendir. Yahudi proletaryası siyonist burjuvazinin yoğun sömürüsü altındadır. İsrail’i yöneten 18 aile tüm milli gelirin %35’ine el koymaktadır. Hakim sınıfların ideolojisi olan Siyonizm Yahudi proletaryasını burjuvazinin çıkarları için seferberliğe itmektedir. Sınıf mücadelesine, devletten ve sermayeden bağımsız işçi teşkilatlarının kurulmasına ve devrimci bir işçi hareketinin doğmasına ket vurmaktadır. Histadurt gibi Siyonist sendikalar Yahudi proletaryasına geçirilmiş prangalardır. Bu prangalar kırılıp atılmalıdır. Arap ve Yahudi emekçilerini bir araya getirecek ve onların ortak mücadelesini inşa edecek enternasyonalist bir örgütlenme tüm Filistin ve Ortadoğu devrimi için kaçınılmaz zorunluluktur.