1-) Küresel kapitalizm tarihinin en büyük birleşik krizlerinden birisini yaşamaktadır. Kapitalizm bu krizden çıkmak için yürüttüğü her faaliyet mevcut krizi derinleştirmekle birlikte, yeni krizlerin doğmasına sebep olmakta, koşar adımlarla insanlığı ve tüm canlı türlerini barbarlık içinde yok oluşa sürüklemektedir. Küresel düzeyde girmiş olduğu iktisadi kriz daha da derinleşmekte, küresel düzeyde ekonomik daralmalar, işsizlik, rekor enflasyon oranları beraberinde gelmektedir.
Covid-19 ile içine girdiği küresel sağlık krizi her ne kadar kontrol altına alınmış gibi görünse de, devam etmekte yeni varyantlar ve salgınlar kendisini göstermektedir. Küresel düzeyde yaşanan ekolojik yıkım gezegenimiz için alarm zillerinin yüksek sesle çalmasına neden olmakta, bunun sonucu olarak kuraklık, iklim krizi, küresel ısınma, küresel gıda krizi tüm yakıcılığıyla kendisini var etmektedir.
Emperyalist hegemonya savaşları vites yükseltmekte, özellikle Rusya’nın Ukrayna işgaliyle birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan sonra daha geniş bir coğrafyada yeni savaşlar, insani trajediler, nükleer savaş tehditleri, emperyalist paylaşım savaşlarıyla insanlık karşı karşıyadır. Savaşlar, ekolojik felaketler, kuraklık, açlık, sefalet, devlet baskısı yüzden milyonlarca insan yerlerinden edilmekte, zorla göçe zorlanmaktadır. Kavimler göçüne rahmet okutacak düzeyde milyonlarca insan ölüm yolculuğunu andıran göç yollarına çıkmaktadır. Küresel kapitalizmin içinde bulunduğu birleşik krize göç ve mülteci krizi de eklenerek çığ gibi büyümektedir.
Bizim çağımız kapitalizmin çürümüş bir cesete döndüğü, küresel düzeyde tel tel döküldüğü, içinde bulunduğu birleşik krizin kartopu gibi büyüdüğü ve krizleri çözmek için girmiş olduğu tüm faaliyetlerin yeni krizler doğurduğu çağdır.
Bizim çağımız demokrasinin rafa kalktığı, söylemde ve eylemde en aşağılık iç güdülerin serbest bırakıldığı, tüm gerici ideolojilerin nufus alanlarının genişletildiği çağdır.
Bizim çağımız tüm sorunların küresel bir boyut kazandığı, yerel olanın çok kısa sürede küresel olana tabi olduğu, hiçbir sorunun yerel ve ulusal düzeyde çözüme kavuşamadığı her sorunun çözümünün sosyalist dünya devriminden geçtiği çağdır. Bizim çağımız kapitalizmin tüm krizlerine paralel olarak, kapitalizmi hayatta tutan devrimci önderlik krizinin en can alıcı şekilde kendisini var ettiği çağdır.

2-) Mültecilik kavramı göç olgusunun küresel arenadaki yeni adıdır. Mültecilik ve göç hızla büyümekte, bu büyüme hükümetlerin temel politikalarının belirlenmesinde önemli bir olgu olarak kendisini var etmektedir.
Uluslarası göç örgütü geçen sene 59.1 milyon insanın savaş, çatışmalar, siyasal baskılar, ekonomik kriz, aşırı hava kirliliği gibi ekolojik krizin yol açtığı nedenlerden dolayı yerlerinden edildiğini bildirmektedir. Rakamlar 2020’de kaydedilenden 4 milyon fazladır. 25 yıl içerisinde sadece ekolojik kriz yüzden 200 milyon iklim göçmeninin olacağı tahmin edilmektedir. Kapitalizmin altından kalkamayacağı göç kriziyle karşı karşıyadır. Çürümüş cesete dönmüş olan kapitalizmin bu krizden çıkmak için en iyi bildiği katliam ve barbarlık yöntemleriyle çözmeye çalışmaktadır. Göçmen krizini yaratan bunun birincil dereceden sorumluları olan Batılı emperyalist metropoller, sorunun mağdurlarını toplu hâlde imha edip, hayatlarını zindana çevirerek çözmeye çalışmaktadır. NATO üyesi ülkeler ve NATO’ya üye olmayan İsviçre gibi ülkeler askeri tatbikatlarını mültecilerin göç yolculuğunu engellemeye yönelik şekilde gerçekleştirmektedir. Akdeniz, Ege, Atlantik gibi denizler on binlerce mültecinin ölüleriyle dolmakta, balıkçıların ağlarından cesetler çıkmaktadır. Sahra çölü on binlerce mülteciye toplu mezar olmuştur. Şansı yaver gidip hayatta kalabilenlerin önemli bir kısmı ise daha Batıya ulaşmadan ya parasızlıktan yarı yolda kalmakta ya da tampon ülkelerin kolluk kuvvetleri tarafından durdurulmaktadır. AB’ye gitmek isteyenler Türkiye, Fas, Libya ABD ve Kanada’ya gitmek isteyenler ise Meksika gibi tampon ülkelerde oluşturulan toplama kamplarında esir alınmaktadır. Batının içlerine kadar sızanlar ise, eskiden askeri kışla olarak kullanılan şehirlerden uzak yerlerde topluca Nazi kamplarını aratmayan esaret içinde tutulmaktadır. Yunanistan, İtalya gibi ülkelerde ise artık toplama kampları bile kurulmamakta, göçmenler sokağa atılmaktadır. Sokaklarda, kaldırımlarda, parklarda, köprü altlarında sefalet içinde kendi kaderlerine terk edilmektedir. İş bulabilme şansına sahip olanlar ise karın tokluğuna günde 14-15 saat çalışmaya mahkum edilmektedir. Kapitalizmin bu soruna sunabileceği çözüm hiçbir koşulda bundan farklı olamaz. Unutulmaması gereken gerçeklik şudur; sorunun kaynağı olan taraf asla sorunun çözümü olamaz. Göç ve mülteci krizi kapitalizmin içinde bulunduğu küresel birleşik krizin sonucu olarak ortaya çıkmakta ve büyümektedir. Ekonomik kriz, yoksulluk, sefalet, siyasal baskılar, savaş ve çatışmalar, ekolojik yıkım göç krizini tetikleyen ana unsurlardır. Bu açmazdan çıkmanın tek yolu, mülteciliği yaratan düzene karşı radikal mücadeleden geçmektedir. Bu mücadeleyi örgütleyecek olan da sınıf eksenli enternasyonal komünist siyasetin kendisidir.

3-) Göçmen ve mülteci krizi ne ulusal ne de bölgesel bir krizdir. Ne de emperyalist-kapitalist barbarlıktan bağımsızdır. Milyonları doğup büyüdükleri coğrafyalardan kopartıp, hayatlarını zindana çeviren, gelecek tasavvuru kuramayan belirsizlik bunalımı içine sokan, göçmen krizinin nedenlerini oluşturan bizzat kapitalizmin kendisidir. Göçmen ve mülteci krizine kapitalizm içinde çözümler aramak, milli hudutlar ekseninde düşünüp çözüm yolları aramak, göçmenlere karşı işlenen tüm suçlara ortak olmakla birlikte, insanlığın hudutlu bir dünya dışında geleceği olmayacağı yanılsamasını üretmekle birlikte milliyetçiliğin, ırkçılığın diri kalmasına sebep olacaktır. Unutulmaması gereken gerçeklik şudur; göçmen sorunu küresel bir sorundur, bu sorunun çözümü de küreseldir. Kendisini milli devletler ekseninde örgütleyen kapitalizm bu sorunun çözümünün önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır.

4-) Tel tel dökülen, dikiş tutmayan, birleşik krizler içerisinde boğulan kapitalizm ona karşı yönelecek kitlesel isyanları bertaraf etmek, emekçi kitleleri bölmek ve hedef şaşırtmak için küresel düzeyde bu kötü gidişin faturasını keseceği günah keçilerini aramaktadır. Bunun içinde seçilen ilk kurbanlar dünyanın her yerinde göçmenler olmaktadır. Tüm kötü gidişin günah keçisi olarak göçmenleri seçen, onları hedef haline getiren komplo teorilerini sürekli üretilerek, manipülatif medya faaliyetleri üzerinden yürütülen propagandalar sayesinde aşırı sağ akımlar dünyanın her yerinde hatrı sayılır düzeyde yükselişe geçmektedir. Dünyanın her yerinde yükselişe geçen yabancı düşmanlığı doğal iç güdüsel bir refleks değildir. Burjuvazinin tüm kanatları tarafından örgütlenmiş sınıf refleksidir. Düşüşteki burjuvazi küresel düzeyde otoriterleşmekte, demokratik hürriyetleri hızla rafa kaldırmakta, polis ve devletin kolluk güçlerine sınırsız yetkiler vermekte, kolluk güçlerini güçlendirmekte, savaş yatırımlarını artırmakta, kitleleri izleyecek, denetim altına alacak teknolojik ekipmanları güçlendirmeye yatırım yapmakta, sivil faşist çeteleri geliştirmekte, kısacası iç savaş tatbikatları yapmaktadır. Kendisini sistematik olarak emekçi kitlelerin seferberliğine karşı müdâfâ etmeye hazırlamaktadır. Yalnızca devletin baskı aygıtlarıyla iktidarını sürdüremeyeceğini kendisi de bilmektedir. O yüzden içinde bulunduğu bu kötü gidişin faturasını kesecek günah keçilerine ihtiyacı vardır. Bunu yaparken de her zaman en zayıf halkayı seçmektedir. Toplumun en zayıf halkası da her zaman göçmenlerden oluşmaktadır. Göçmenler gittikleri ülkenin yerleşik göçmenleri tarafından bile istenmeyen, horlanan kesim halindedirler. Kışla türü toplama kamplarında, sokaklarda, en berbat barınma koşullarında yaşamak zorunda bırakılan hiç kimsenin yapmak istemediği en sakıncalı, en pis işleri yapmak zorunda bırakılan, en ufak itirazda hiçbir gerekçe gösterilmeden sınır dışı edilen kesimleri oluşturmaktadır. Tüm kötü gidişin faturasını göçmenlere kesmek bu yüzden kolaydır.

5-) Küresel göçmen krizinin etkilerinin derin şekilde yaşandığı ülkelerin başında Türkiye yer almaktadır. Çünkü Türkiye devleti göçmen krizinin büyümesinin gelişmesinin ana aktörlerindendir. Türkiye devletinin göçmen krizinin büyümesindeki rolünün üstünü örtmek için sistematik olarak göçmen düşmanlığı üzerinden ırkçılık türetilmektedir. Bu şovenist atmosfer etrafında sorunun tartışılma boyutu göçmenler gitsinler mi kalsınlar mı? denklemine hapsedilmekte, nasıl gidecekleri, hangi yöntemlerle gönderilecekleri tartışmanın ana başlığı hâline getirilmektedir. Her şeyden önce soruyu böyle sormak, sorunu gitsinler kalsınlar denklemine hapsetmek sorunun asıl kaynağının üstünü örtmek ve hükümetin günah çıkartma ayinine ortak olmak anlamına gelmektedir. Türkiye’deki göçmen krizinin ana kaynağı Erdoğan rejiminin emperyalist emeller doğrultusunda yürütmüş olduğu dış politikanın kendisidir. Bu emperyalist emeller doğrultusunda Erdoğan rejimi, Suriye iç savaşı başladığından beri cihatçı terör örgütlerine lojistik, finansal, askeri tüm desteği sunmuş, bu savaşı büyüten provakatör olmuştur. Erdoğan rejiminin cihatçı terör örgütleriyle ittifakının nedeni, cihatçıları destekleyip Esad rejimini yıkarak Suriye’de kendisinin kuklası olmuş bir iktidar inşa etme stratejisiydi. Bu stratejini neo-osmanlıcı argümanlarla anlatmaya çalışmış, en büyük hedefinin “Şam’da Cuma namazı kılmak” olduğunu deklare etmiştir. Bir diğer hedefi ise Suriye’deki Kürt bölgesini ve oluşturdukları yönetimi imha etmek, kendi sınırları dışında kalan Kürtlerin’de özgürlük mücadelesini bastırmaktı. Erdoğan rejimi bu amaçlarından asla vazgeçmemiştir. Birçok Suriye kentini cihatçı terör örgütleriyle birlikte işgal ve istila ederek kendi ordusunu, kendi valilerini oraya yerleştirerek kendi korsan devletini inşa faaliyetleri hâla sürmektedir. Savaştan etkilenen göçmenlerin Avrupa’ya girişini engellemek maksadıyla AB ile geri kabul anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre Türkiye savaştan etkilenen göçmenlerin AB hudutuna girişini engelleyen jandarma görevini üstlenmekte bunun karşılığı olarak Avrupa’dan kamyon yüküyle para almaktadır. Geri kabul anlaşmasıyla Türkiye göçmenler için toplama kampına dönmüştür. Kısacası Geri Kabul Anlaşması; devletler düzeyinde insan tacirliği faaliyetlerine verilmiş isimdir.
Erdoğan rejimi için göçmenler iyi gelir kapısı olmakla birlikte, Avrupa’ya karşı dış politikada kullanılan bir kozdu.
Türkiye kapitalistleri içinse sınırsızca sömürülebilecek hiçbir hakkı koruması, güvencesi olmayan kölelerdiler. Sağcı faşist odaklar için ırkçılığı yükseltmek ve kendilerine siyasal arenada alan açmak için kullanılacak malzemeydiler. Türkiye kapitalizminin Suriye’den Libya’ya, Afganistan’dan, Afrika’ya kadar geniş bir bölgedeki emperyalist yıkımın tarafı olduğu gerçeğiyle hesaplaşılmadan göçmen düşmanlığı yapmak su katılmamış şovenizmin amigoluğuna soyunmaktır. Türkiye’deki göçmen sorunu Erdoğan’ın emperyalist hedeflerinden , cihatçı terör örgütlerine verdiği destekten, geri kabul anlaşması adı altında yapılan insan tacirliği faaliyetlerine cepheden karşı çıkmadan, Erdoğan rejimini emekçilerin ve ezilenlerin kitlesel seferberliğiyle, devrimci yöntemlerle yıkımını hedeflemeden gerçekleştirilen her politika ve tutum yerli yabancı demeden tüm emekçilerin ezilenlerin esaret zincirine yenilerinin eklenmesine sebebiyet verir.
6-) Türkiye’de göçmen düşmanlığı hızla artmaktadır. Türkiye gündeminden göçmen sorunu ve göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan ırkçılık hiç eksik olmamaktadır. Özellikle ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve Taliban’ın tüm ülkede kontrolü ele geçirmesiyle birlikte Afgan göçmenlerin Türkiye’ye gelişinde hızlı bir artış yaşanmıştır. Bu süreçten sonra göçmen düşmanlığı üst seviyelere ulaşmıştır. Bu durum bir günde veya kısa bir zamanda ortaya çıkmış bir olgu değildir. Uzun zamandır Türkiye’de sistematik olarak göçmen düşmanlığı faaliyetleri yürütülmekte, medya ve sosyal ağlarda göçmenlerle ilgili yalan manipülatif, pogromcu histerilere sahip haberler ve hedef gösterme operasyonları gerçekleşmektedir. Göçmen düşmanlığı öyle bir noktaya gelmiştir ki; nefes alıp vermelerine dahi tahammül edilmeyen bir düzeye evrilmiştir. Göçmenlerin denize girmesi, nargile içmesi, eğlenmesi, gezmesi, muz yemesi, kısacası aldıkları nefes dahi pogromcu manipülatif histerilerle servis edilmektedir. Defalarca kez göçmenlere yönelik pogromlar, ırkçı saldırılar gerçekleşti. Göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar gündelik hayatın sıradan olguları haline gelmiştir. Göçmenlere yönelik saldırılar haber değeri dahi taşımamakta, haber olduğu takdirde haberin görünür olması dahi “iyi olmuş” şeklinde ırkçı sosyal medya gönderileriyle görünür kılınmaktadır. Türkiye’deki tüm olumsuzlukların, tüm kötü gidişin nedeni olarak göçmenler gösterilmektedir. Öyle bir algı yaratılmıştır ki; “göçmenler yokken her şey çok iyiydi, göçmenler geldi her şeyi mahvetti, tek kurtuluş onların gitmesi” gibi ırkçı karikatürlerin nüfus alanları büyümektedir. Göçmen düşmanlığı üzerinden geniş bir partiler ve siyaset üstü gayri resmi milli mutabakat oluşturulmuştur. En faşist odaklardan, burjuva muhalefetin tamamına, burjuva soluna kadar geniş bir birlik göçmen düşmanlığı üzerinde uzlaşmış durumdadır. Hepsi de kendi tabanının hassasiyetlerine uygun şekilde ırkçı argümanları yeniden üretmektedir. CHP tabanında yaşam tarzına, sekülerizme, seçimlere müdahale olacağı kaygısı hakimdir. İYİP tabanında da CHP tabanına benzer kaygıların ultra miliyetçilikle harmanlanmış hali hakimdir. HDP tabanında da AKP’nin Kürt kentlerinin demografik yapısını bozma planları olduğunu ve seçimlere müdahale edileceği kaygısı hakimdir. İktidarından muhalefetine tüm düzen cephesi her fırsatta göçmen düşmanlığını körüklemesi bir tesadüf değildir. Düşüşte ve krizde olan Türkiye kapitalizminin buna hava kadar su kadar ihtiyacı vardır. 2022’nin ilk aylarının fiili meşru grevlerle sarsılması o dalga biraz geri düşünce göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan ırkçılıkta vites yükseltilmesi Türkiye kapitalizminin yaşamsal reaksiyonlarından birisidir. O yüzdendir ki, biriken öfkenin iktidara, devlete yönelmesini engellemek için emekçilerin ve ezilenlerin bölünmesi, kendi içlerinde birbirine düşman olmaları için ırkçılık ve faşizme ekmek kadar su kadar ihtiyacı vardır. Cumhur ittifakı(AKP-MHP) en sağda, ultra otoriter, despotik bir siyaset yürüttükçe, düzen muhalefeti de kendi en sağcı argümanlar üzerinden gerçekleştirmektedir. Yaşanan süreç sağcılık ve milliyetçilik yarışına dönüşmektedir. Bunun sonucu olarak da her alanda sağcılaşma ve aşırı sağın hızla büyümesi söz konusudur. Şunun altını çizmekte fayda vardır: Aşırı sağın yükselişe geçmesinin nedeni ne göçmenlerdir ne de göçmenlerin sayısının çok fazla oluşudur. Aşırı sağın yükselmesinin temel nedeni göçmen karşıtlığını krizden çıkışın yegane çözümü olarak sunanlara solun güçlü bir cevap üretememiş olmasında yatmaktadır. Cevap üretememesinin nedenini şu şekilde açıklayabiliriz: Sosyalist solun önemli bir gövdesi kendisini AKP karşısında millet ittifakının zaferine katkı sağlayacak yardımcı bir rol biçtiği için gündeminde göçmen dayanışması olmamakta, bu sorun görmezden gelinmekte, soruna dair ortaya sürülen cevaplar genelde suya sabuna dokunmayan bir perspektifte kalmaktadır. Bunun asli nedeni millet ittifakının tabanında vücut bulan göçmen düşmanlığı hassasiyetiyle çatışmamaktır. Çünkü kendisi de aynı havuzdan beslenmektedir. Böylece sağın alternatifinin sağ olduğu konjektürde sosyalist solun önemli bir gövdesi sinsi bir şovenizm eşliğinde sağa yelken atmakta, göçmen düşmanlığı üzerinden oluşan milli mutabakata ortak olmaktadır.
7-) Türkiye’de göçmen düşmanlığı üzerinden yükseltilen faşist tırmanış her geçen gün vites yükselterek yoluna devam etmektedir. Irkçı değilim ama ile başlayan, ırkçılığını örtmek için kılıf arayan söylemler artık yerini göğsünü gere gere ırkçı olduğunu belirten söylemlere bırakmaya başladı. Soy sop fantezileri, göçmen sayısını tehdit olarak görüp onların kısırlaştırılmasını öneren çözümler, göçmenleri insan olarak görmeyen, onları ezilecek zararlı haşereler olarak gören, ten rengi esmer olan herkesi potansiyel düşman olarak sunan pogromcu nefret kusma girişimleri gündelik hayatın sıradan olgusuna evrildi. Sadece göçmen düşmanlığı yapmak için Avrupa’daki neo-nazi partilerinin kopyası kuruldu. Faşist silahlı terör örgütleri sahaya sürülerek göçmen avlarına çıkılmaya başlandı, seri halde ırkçı saldırılar ve cinayetler gerçekleşmeye başladı. Irkçı faşist argümanlar modernist, ilerici, seküler, laik gibi kavramlarla süslenerek yaygın şekilde servis edilmektedir. Özellikle CHP- İYİP tabanını oluşturan kentli orta sınıf seküler kesim arasında ciddi tesiri bulunmakla birlikte ABD’deki beyaz üstünlükçü ırkçıların reaksiyonlarına benzer tutumlar sergilenmeye başlandı. Burjuvazinin en sağından en soluna kadar, boyalı medyanın piyasaya sürdüğü sanatçı bozuntularından, milletvekillerine, belediye başkanlarına, sosyal medya trollerine kadar yayılmış geniş bir kesim 30’ların Almanyası’ndaki ırkçı nefreti aratmayacak düzeyde faşist hava yaratmaktadırlar. Oluşturulan bu faşist hava yalnızca göçmenleri hedef almamaktadır. Bu faşist gemide yolculuk yapmayan her siyasal özne, topluluk, birey, dış güçlerin adamı olmakla suçlanmaktadır. Bu ırkçı nefret devrimcilere, Kürtlere, kadınlara, feminist teşkilatlara, LGBTİ+lara, Ermenilere, azınlıklara da yöneltilmektedir. Bu faşist hava altında ne hayat pahalılığı konuşulmakta ne Erdoğan iktidarından bahsedilmektedir. Her türden siyasi faaliyet, toplantı, gösteri, eylem yasaklanmakta, polis terörüyle bastırılmaya çalışılmaktadır. Muhalif duruşu olan Kürt, Ermeni, Rum sanatçıların konserleri keyfi şekilde yasaklanmaktadır. Bu sürecin yolunu döşeyen faaliyetler her ne kadar Erdoğan karşıtlığını sağdan oluşturmak maksadıyla yapılmış olsa da, Erdoğan iktidarının elini güçlendiren bir noktaya evrilmiştir. Her şeyden önce su olabildiğince bulanıklaştırılmıştır. Hayat pahalılığı, enflasyon gibi krizin emekçi kitlelerde yaşattığı tüm yıkım gündem dışında bırakılmakta, gündem olduğu zamanda yoksulluğun sebebi olarak yoksulluk piramidinin en altında yer alan göçmenler gösterilmektedir. Oluşturulmuş olan şovenist milli militarizme iştirak etmeyen tüm kesimler Türk düşmanı ilan edilerek, ezilmesi gereken unsurlar olarak kodlanmaktadır. Bunun üzerinden yapay beka sorunu üretilmektedir. Burjuva devlet bir yandan nefreti kusmakta, ulusal birliğin tehdit altında olduğu havası verdirmekte, diğer yandan kendisini milli bekanın, ulusal birliğin garantörü olarak sunmaktadır. Bunun sonucu olarak Erdoğan’ın arkasında toplanmış geniş bir kesim oluşmasını sağlamakta, ekonomik krizden dolayı eriyen toplumsal tabanının önüne set çekilmektedir. Her koşulda toplumu Erdoğan’a veya Erdoğansız Erdoğan rejimine mahkum eden bu açmaz ne kapitalizmin küresel birleşik krizinden ne de Türkiye’deki sınıflar mücadelesinden bağımsız olarak ele alınılabilir. Bu ablukayı dağıtacak tuzla buz edecek yegane olgu Enternasyonal Komünizm bayrağı altında verilecek militan sınıf savaşının kendisidir.
8) İçinden geçtiğimiz faşist tırmanışın vites yükselttiği süreç asla kapitalizmin küresel birleşik krizinden ve Türkiye’deki sınıflar mücadelesinin mevcut durumundan bağımsız değildir. İçinden geçtiğimiz sürecin temel nedeni de burada düğümlenmektedir. Özellikle 2008 kapitalist buhranından sonra dünyada Bonapartist eğilimlere sahip popülist iktidarlar mantar gibi türemeye, sağ popülist, klasik faşist partiler hızla yükselişe geçmeye başladı. Avrupa’nın göbeğinde bile Nazi bayrakları sandıklardan çıkartılmaya sahaya sürülmeye başlandı. Erdoğan’ın otoriterleşmesi, Bonapartist siyasal rejime doğru evrilmesi, Trump, Dutento, Obran, Putin, Bolsonaro vb liderlerle yanyana anılması, Erdoğan’ın benzerlerinin dünyanın birçok yerinde türemesinin nedeni hepsinin aynı iklimin mahsulleri olmasıdır. Bu iklimi yaratan 2008 küresel kapitalist buhranından bugüne dek sınıf mücadelelerinin durumu olmuştur. 2008’den bugüne kapitalist yıkım derinleştikçe dünyanın dört bir yanında emekçilerin ve ezilen kesimlerin radikalizmine sahne oldu. Zaman zaman bu radikalizm düzen sınırlarına sığmayan bir noktaya gelmiştir. Emekçi sınıfların mücadelesini kapitalizmi aşacak, devrimci perspektif taşıyacak, bunun pratik ayaklarını örecek devrimci önderlik yokluğunda bu boşluğu reformist siyasal önderlikler doldurdu. Bunlar temelde iki farklı şekilde sonuçlandı. Birincisi reformist önderlikler mücadeleyi düzen sınırları içinde tutmak için gösterdikleri üstün performansın ürünü olarak, mücadeleler somut kazanım elde etmeden pasifize oldular, mevcut iktidarlar yerinde kaldı. İkinci sonuç ise emekçi sınıfların düzene sığmayan radikal mücadelelerini sistem içinde tutmak için kitlelerin önüne seçim sandığı çözüm olarak sunuldu. Emekçi kitlelerin mücadelesinin desteğini alan reformist partiler iktidar oldu. Kendi iktidarlarında burjuvaziye hizmete devam ederek Neo-liberal politikalardan asla taviz verilmedi. Her iki durumda emekçi sınıflarda hayal kırıklığına ve mücadele dinamiklerinin sakatlanmasına yol açtılar. Düşüşteki kapitalizm en basit bir reform talebini dahi kaldırabilecek düzeyde değildir. Emekçiler lehine olan en asgari reformları dahi hayata geçirmek her şeyden önce mülkiyet ilişkilerine dokunmak, burjuvazinin hegemonyasını, sömürü ağlarını zayıflatmak anlamına gelmektedir. Bu durum küresel kapitalist işleyişte yeni krizlerin yeni çelişkilerin önünü açmaktadır. Emekçi kitlelerin en basit yaşamsal reformların hayata geçmesi dahi bir devrim sorununa dönüşmektedir. İçinden geçtiğimiz sürecin geliştiği zemin tam da burada yatmaktadır. Burjuvazi içinde bulunduğu krizleri çözebilme yetisine sahip değildir. İnsanlığa; sefalet, geleceksizlik, işsizlik, savaş, ekolojik yıkım, toplumsal çürüme dışında bir gelecek sunamamaktadır. İçinde bulunduğu krizleri aşmak için girdiği her faaliyet yeni krizleri beraberinde getirmektedir. İşçi sınıfı ise henüz kendisinin asli özne olduğu, devrimci bir program ve parti eşliğinde burjuvazinin tüm kalelerine saldıracak güçte değildir. Bu güçsüzlüğün nedeni ne işçi sınıfının devrimci barutunu kaybetmesi ne de salt örgütsüz oluşudur. İşçi sınıfının henüz burjuvazinin tüm kalelerine taarruzda bulunacak güçte olmamasının asli nedeni ütopyasızlık yani kendisinin asli özne olduğu devrim perspektifinden yoksun oluşu kısacası devrimci önderlik krizi içinde olmasıdır. Bu iki sınıfın krizinin ürünü olarak, küçük burjuvazinin ve lümpen kesimlerin bunalımı, nihilizmi devreye giriyor. Küçük burjuvazinin bu nihilizmi tüm toplumsal katmanlar arasına nüfuz etmekte, bunun sonucu olarak da sert tedbirler isteyen, milliyetçi, muhafazakar, sağ popülist politikaları çözüm olarak görmekte bunu yüksek sesle dile getirmekte. Tam da bu mevcut koşullar faşist, şovenist, aşırı sağ odakların gelişmesine zemin hazırlamaktadır. Türkiye özelinde somutlama yapacak olursak; bir yandan ıskartaya çıkmış, çürümüş cesete dönmüş toplumsal desteği eriyen, hiçbir sorunu çözebilme yetisi olmayan, hergün yeni skandallara imza atan Erdoğan rejimi…
Bir yandan tek çözüm olarak ne zaman hangi koşullarda yapılacağı belli olmayan seçimleri tek alternatif olarak gösteren, Erdoğan iktidarından temelde farklı bir opsiyon sunmayan burjuva muhalefeti.
Bir yandan tüm umudunu 2023’te yapılması planlanan seçimlere odaklayan, burjuva muhalefetini iktidara getirmek için kendisine yardımcı roller tayin eden, ufku burjuva parlementerizmi aşmayan, sosyalist hareket. İşçi sınıfının mücadelesinin önünde ağır kambur olan dev büroktratik aygıtlara dönüşmüş sendikalar.
Bu koşullarda devreye küçük burjuvazinin ve lümpen kesimlerin bunalımlı depresif ruh hâlinin politik olarak hayat bulma süreci devreye girmektedir. Tüm kötü gidişin faturasını kesecek günah keçileri ve onlara karşı sert, otoriter, ırkçı faşist politikalar uygulamayı tek çare olarak gören eğilimler devreye giriyor. Bu nesnellik sağın alternatifinin sağ olduğu, ufku burjuva parlamenterizmi aşmayan sosyalist teşkilatların emekçiler ve ezilenlere mücadele programı sunamaması durumunda Avrupa’daki neo-nazi partilerinin kopyası olan Zafer Partisi vb faşist odaklara geniş bir alan açılmaktadır.
9-) Sadece göçmen düşmanlığı üzerinden kendisini var eden, tüm siyasal faaliyetlerini bu temada yürüten, göçmen düşmanlığı dışında neredeyse hiçbir beyanı açılımı olmayan Nazi artığı Zafer Partisi çok kısa bir zamanda Türkiye’nin dört bir yanında teşkilatlanmasını sağladı, ülke gündeminin belirlenmesinde önemli bir özne haline geldi. Varolan faşist, şovenist havanın oluşmasında, gelişmesinin lokomotif motoru konumunda yer almaktadır. Zafer Partisinin bu düzeyde etkin bir güç olmasının nedeni ne Ümit Özdağ’ın başarılı performansıyla ne de onun parlatılmasıyla açıklanabilir. Yıllardır burjuva muhalefetinin tüm kanatlarının Erdoğan’a karşı yürüttüğü muhalefetin önemli içeriklerinden birisinin göçmen düşmanlığı olması, bunun üzerinden hazırda birikmiş olan şovenist dalgayı harekete geçirecek alanı bulması ve bunu iyi şekilde değerlendirmesiyle ilgilidir. Peki Zafer Partisi ne amaçlıyor, yalnızca göçmen düşmanlığı ve salt bir ırkçılıkla iktidara gelmeyi veya yüksek oy almayı mı? Zafer Partisinin ne amaçladığını, hangi projenin ürünü olduğunu? Kime hizmet ettiğini anlayabilmek için geldiği gelenek olan MHP ve Türk milliyetçiliği akımının en belirleyici özelliklerini mercek altına almamız gerekmektedir. Her şeyden önce Türk milliyetçiliği geç kapitalistleşmenin sonu olarak geç doğmuş olan bir milliyetçiliktir. Osmanlı imparatorluğunun parçalanma sürecinde, korumacı, kurtarıcı, savunma mekanizması olarak doğmuştur. Her dönemde din ile iç içe geçmiş bir pozisyonu olmuştur. Çünkü ulus devletleşme sürecinin oluşmasında, ulus tanımının şekillenmesinde baz alınılan temel unsur her zaman din olgusu olmuştur. Önce Anadolu’nun Hristiyan halklardan temizlenme sürecinin ürünü olarak soykırımlar, kırımlar temel politika olmuştur. Bunun üzerinden yerli ve milli burjuvazi oluşmuştur. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte herkes Türk kabul edilmiş, Türk ve sunni müslüman olmayan tüm kesimler, asimile olmayı kabul etmeyenler iç düşman olarak görülmüştür. Yeni kurulan Cumhuriyetin ve resmi devlet ideolojisinin çimentosu ultra ırkçı ögeler taşıyan milliyetçilik olmuştur. Sürekli olarak bir bölünme parçalanma fobisi diri tutulmuş, her zaman, her koşulda iç ve dış düşmanlar yaratılmıştır. Savunmacı ve kendi çizdiği sınırların dışında çıkılmasına karşı, yenilikçi akımlara karşı sistematik olarak operasyonel reaksiyonlar içerisinde olmuştur. 50’li yıllarla birlikte çok partili siyasal düzene geçiş başlamıştır. Özellikle 60’ların sonlarına doğru birçok siyasal akım ete kemiğe bürünmeye kitleselleşmeye başlamıştır. Kendisini milliyetçi olarak tanımlayan, Türkiye faşist hareketinin en köklü partisi MHP’de bu süreçte doğmuştur. “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslüman” sloganıyla ortaya çıkmış, kendisini Türk-İslam sentezinin ana gövdesi olarak konumlandırmakla birlikte, ana faaliyetini anti komünizm olmuştur. Yükselen işçi hareketine ve devrimci hareketlere karşı burjuvazi tarafından paramiliter bir güç olarak kullanılmıştır. 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte MHP’de kapatılmış yöneticileri ve üyelerinin bir kısmı hapse atılmıştır. O dönem MHP’nin içinde bulunduğu durumu Türkeş şu şekilde tanımlamıştır. ” Biz içerideyiz ama fikirlerimiz iktidarda”
Bu şöylem tam da MHP’nin ve Türk faşist hareketinin ana özelliğini tanımlayan niteliktedir. O dönem olası bir MHP iktidarında yapılacak ve izlenecek tüm politikaları askeri cunta yönetimi gerçekleştirmekteydi. MHP’nin fikri iktidardaydı, bu fikrin iktidara gelmesi için darbe koşullarının oluşması, devrimci hareketin, işçi hareketinin ezilmesi için gerekli olan her şeyi fazlasıyla yapmıştı. Katliamlar, pogromlar, siyasi cinayetler vs vs…
Aynı şekilde MHP 90’lı yılların ilk yarısında da iktidar değildi, fakat iktidara fikrini hakim kılan ve ona operasyonel boyutuyla yardımcı olan bir nitelikteydi. MHP iktidarda değildi, fakat Kürtlere karşı yürütülen sömürgeci kirli imha savaşının önemli bir tarafıydı. Kendi iktidarında da yapmak istediği birçok şeyi bizzat Çiller hükümeti gerçekleştirmişti. Faili meçhul (!) cinayetler, köy yakmalar, toplu katliamlar, siyasal baskılar, sansür sürgün yasaları, yükseltilen şovenist dalga…
MHP bu sürecin operasyonel boyutunun ve şovenist havanın oluşmasının ana gövdesi konumundaydı. Endişe, korku, tehdit, düşman fobisinde milliyetçilik ön plandadır. Milliyetçilik kuvvetli bir savunma ideolojisi, oyun kurucu işleve sahip joker kimliktir. Tüm siyasal akımlar üzerinde hegemonya kurma, onları hizaya getirme, hizaya gelmeyenleri iç düşman ilan ederek onlara karşı devlet desteğiyle operasyonlar gerçekleştirecek niteliğe sahiptir. MHP’nin kendi iktidar deneyimlerinde her zaman kitle desteği ve ideolojik nüfuz alanlarının zayıflama süreci yaşanmıştır. 99-2001 arasında da benzer bir süreç tekrarlanmıştır. AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda demokrasi havariliğine soyunduğu, AB’ye girme hedefinin olduğu süreçte de, Kürtlerle müzakere yürüttüğü süreçte de MHP AKP’yi ihanetle suçlamış ülkenin Beka sorunu olduğundan bahsetmiştir. AKP’ye karşı oluşan muhalefet üzerinde de ciddi bir etkiye sahip olmakla birlikte, AKP’ye karşı olan muhalefetin ulusalcı şoven bir çizgide durmasını sağlamıştır. Özellikle 2015’ten sonra Erdoğan’ın iktidarı kaybetme sürecini yaşadığı, Kürtlerle müzakere masasını devirip savaş konseptine geçmesiyle birlikte MHP’nin Beka için AKP’nin desteklenmesi gerektiği pozisyonuna geçerek, her süreçte Erdoğan’ın en büyük destekçisi olmuştur. Her ne kadar kendisi iktidar ortağı olmasa da fikirlerini iktidar yapma sürecine hızla girilmiş, özellikle Başkanlık sisteminin kurulmasıyla birlikte ittifaklardan oluşan seçim sistemiyle defacto koalisyon ortağı olmuştur. Bu süreçle birlikte etki gücü ve toplumsal tabanı zayıflamaya başlamıştır. İYİP hizbiyle birlikte daha çok seküler kesimlerden oluşan tabanını kaybetmiştir. MHP’den kopan İYİP’in klasik bir faşist partiden ziyade seküler, milliyetçi tabana hitap eden operasyonel boyutu pek olmayan klasik sağ popülist bir parti olarak kendisini var etmekteydi. Ümit Özdağ önderliğindeki Zafer Partisi’de İYİP’ten kopan bir hizip olarak kuruldu. Tam da bu koşullarda, tel tel dökülen Türkiye kapitalizminin ve Erdoğan’ın Beka sorununu çözecek, tüm toplumsal kesimlerden destek alacak, onları dizayn edecek, operasyonel boyutu ağır basan klasik bir faşist partiye ihtiyaç doğmaktadır. Bu ihtiyacın ifadesi olarak Zafer Partisi sahaya sürülmüştür. Korku, endişe ve suni düşman yaratarak göçmenlere karşı somut pogromcu histerilerle operasyonlar içerisindedir. Tüm toplumsal kesimlere onların hassasiyetlerine uygun şekilde argümalar türeterek göçmen düşmanlığı üzerinden şovenizmi körüklemektedir. Ülkede sessiz bir istila olduğunu öne sürmekte, Türklerin 20 yıl sonra azınlık konumuna düşeceğini, göçmenlerin Türklüğü tarihten silmeye yönelik dış güçlerin ülkeyi bölme projesinin bir parçası olduğunu öne sürerek milliyetçi tabanı konsolide etmektedir.
Göçmen düşmanlığını modernist, ilerlemeci, seküler argümanlarla kullanarak yapmakta böylece kendisini laik seküler olarak tanımlayan kesimleri de kendi saflarına katmaktadır.
Göçmenlerin kadınlar için tehdit olduğunu, sokağa özgürce çıkamayacağını, tüm göçmenlerin tacizci, tecavüzcü olduğunu öne sürerek kadınlar arasından destek bulmaya, feminist harekete ayar vermeye çalışmakta, şovenist histerilere sahip “feminist” hareket oluşturmaya çalışmaktadır. Emekçi sınıfların yaşadığı tüm ekonomik yıkımın, işsizliğin sorumlusu olarak göçmenleri göstermekte böylece işçi sınıfı içinde taban bulmaya ve şovenizm zehrinin sınıf içinde de nüfuz etmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bu nefret salt göçmenlerle sınırlı kalmamakta, Kürtlere, Ermenilere, azınlıklara karşı da kusulmaktadır. Tüm bunları yaparken Erdoğan eleştirisi yapmaktan kaçmakta, burjuva muhalefete yönelik eleştiriler yapmakla birlikte, ideolojik hegemonya kuramadığı tüm kesimler üzerinde operasyonel bir tarzla hedef göstermekte, linç etmektedir. Zafer partisi iktidar olmaktan çok muhalefete ve iktidarda kendi faşist fikirlerinin hegemonyasını oluşturmayı, fikirlerini iktidara taşımayı hedeflemektedir. Erdoğan rejiminin krize girdiği dönemlerde pogromlar ve ırkçı cinayetler örgütleyerek kendi korku imparatorluğunu yaratarak iktidar için can simidi olmayı hedeflemektedir. Olası bir AKP sonrası Türkiye içinde Erdoğansız Erdoğan rejiminin devamı için faaliyet yürütmektedir. Millet ittifakının adayı faşist gelenekten gelen Mansur Yavaş’ın olması gerektiğini ifade etmesi bunun göstergelerindendir. Zafer partisinin sahaya çıkmasıyla birlikte Ataman Kardeşler gibi Nazi Örgütlerinin çıkması, ırkçı cinayet ve saldırılarda bulunmaları tesadüf değildir. Zafer partisi sokak gücü paramiliter kanadı olan Nazi örgütlenmesi inşa etmektedir. Zafer partisi klasik bir parti değildir. Zafer partisi başta göçmenler olmak üzere ideolojik hegemonya kuramadığı tüm kesimlerin yaşam hakkı için tehdit oluşturan faşist bir örgüttür. Emekçiler ve ezilenler cephesinin bu çeteye karşı tutumu : Zafer Partisi kapatılsın tüm faşist odaklar dağıtılsın” olmalıdır.
10-) Sosyalist hareketin göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan şovenist dalgaya, sürekli üretilen göçmen düşmanı argümanlara karşı, gerek iktidara karşı gerek burjuva muhalefete gerekse de sosyal şoven sol teşkilatlara karşı yaratılan tüm kamuoyu baskısına rağmen amasız, fakatsız, lakinsiz herhangi bir koşul koymadan tüm göçmen düşmanı tarafların cepheden karşısında yer almalıdır. Milliyetçilik ve ırkçılık emekçi sınıfları ve ezilenleri burjuva saflara yedeklemek için, ezilen kesimleri birbirine kırdırmak için vardır. Şovenizm, miliyetçilik düşüşteki Türkiye kapitalizminin can simididir. Göçmen dayanışması içinde olmak kapitalizme faşist tırmanışa karşı verilecek mücadelenin olmazsa olmaz köşe taşlarındandır. Göçmen düşmanlığına prim vermek, buradan şovenist histerilerin büyümesine seyirci kalmak emekçilerin ve ezilenlerin köleleştirilmesine, birbirine karşı kırdırılmasına seyirci kalmakla birlikte düzen cephesinin suçlarına ortak olmak anlamına da gelmektedir. Göçmen karşıtlığı ekonomik, sosyal tüm sorunların yaratığı tepkinin sermaye sınıfına, onun devletine, hükümetine yönelmesini engelleyen barikattır. Oluşan tüm tepkinin ezilen bir kesime yönelmesine yol açar, bu da emekçi sınıfların daha fazla köleleşmesine yol açar. Göçmen düşmanlığı sadece emekçi sınıflara değil tüm ezilen kesimlere düşmandır. Göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan faşist dalganın etkisi yalnızca göçmenlerle sınırlı kalmaz domino taşı gibi tüm ezilenlere sirayet eder. Göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan ırkçı dalga egemen sınıflar tarafından emekçilerin ve ezilenlerin karşısında kurulmuş esaret barikatıdır. Bu esaret barikatı ancak proletarya enternasyonalizmi bayrağı kuşanılarak kırılabilir.
11-) Göçmen dayanışması içinde olmak hayati bir önem arz etmektedir. Lakin göçmen dayanışmasının örgütlenme perspektifi ve tarzı da en az dayanışmanın kendisi kadar önemlidir. Temel mesele göçmen dayanışmasının sivil toplumcu, insan hakları aktivizmi temelinde mi kurulacağı yoksa enternasyonal komünist bir perspektifte mi kurulacağı sorunudur. Yalnızca göçmenler saldırıya, ırkçı nefrete, tehdide, açık haksızlıklara ve hukuksuzluklara uğradığında onların yanında yer almak sorunu bir hak gaspı, hukuksuzluk olarak tanımlamak sorunun esasına yönelik bir mücadele perspektifinden yoksun kalmakla birlikte sorunu ortadan kaldırmayı değil yalnızca şiddetini azaltmayı hedeflemektedir. Göçmen dayanışmasını salt sivil toplumcu dayanışmacılığa ve insan hakları aktivizmine indirgemek her şeyden önce göçmenleri bu alanın nesnesi, mücadeleyi yürütenleri de toplumun en dezavantajlı kesimiyle dayanışma içinde olan hümanist değerleri yüksek insanlar olarak konumlandırır. Küçük burjuva kırılgan belleklere hitap eder, göçmenlerle dayanışmanın ahlaki boyutunu ön planda tutarak, göçmenleri korumaya kollanmaya muhtaç topluluk olarak kodlamış olur. Sorunun toplumsal boyutunun derinlemesine ele alınmasını engeller. Sorunu ister istemez bireysel hak ve hürriyetler meselesine indirgemiş olmakla birlikte, sorunun çözümünü, sorunu yaratan tarafların gerek ulusal hukuk kuralları gerekse de uluslararası hukuk kurallarını referans alarak çözmeye çalışır. Bunun da anlamı şudur: Sorunu sorunu yaratanların hukukuyla çözmeye çalışarak milli devletlere dayanan hudutlu dünyanın varlığını meşrulaştırmak anlamına gelir. Göçmen dayanışması sınıfsal bir temelde, göçmenlere rağmen değil, göçmenleri özneleştirecek, sorunu yaratan düzene yani kapitalizme karşı emekçilerin ezilenlerin tüm kesimlerinin birleşik cephesini oluşturarak sınıf savaşı temelinde verilebilir. Bunun da yolu tüm ezme ezilme ilişkilerini, tüm ayrıcalıkları, bu ezme ezilme ve ayrıcalıkları kalıcı halde sürekli üreten sınıfları, hudutları, devleti, patriyarkayı imha etmeyi hedefleyen bir programının ihtilalci ruhunu kuşanmaktan ve Enternasyonal Komünist önderliği inşa etmekten geçmektedir. Göçmen düşmanlığına karşı tutum almak, göçmen dayanışmasını örgütleme faaliyeti aynı zamanda enternasyonal devrimci önderliği inşa etme faaliyetinden ayrı tutulmamakla birlikte iç içe geçmek zorundadır.
12-) Göçmenlik uluslararası kapitalist sömürünün bir sonucudur, bu anlamıyla politik ve sınıfsaldır. Göçmenler dünya işçi sınıfının en dinamik ve en yoksul kesimidir. Aynı zamanda düşüşteki dünya kapitalizmi onları günah keçisi ilan ederek emekçileri ve ezilenleri kendi saflarına yedeklemektedir. Bu yüzden enternasyonal komünistlerin emekçilerin, ezilenlerin, göçmenlerin kapitalizme karşı mücadele birliğini sağlayacak stratejiye ve somut mücadele taleplerine ihtiyacı vardır. Bu stratejiyi hayata geçirmek için evvela somut devrimci görevleri tayin etmekle başlanmalıdır. Birinci ve en temel görev işçi sınıfının saflarında mevcut olan göçmen düşmanlığına karşı mücadele etmektir. Göçmen sorunu bu kadar yakıcı olmasına rağmen, sınıfın can alıcı sorunu olmasına rağmen sendikalar bu konuya değinmemektedirler, yaratılan göçmen düşmanlığına zaman zaman alkış tutmaktadırlar. Göçmenler sınıfın kayıt dışı, güvencesiz kesimleri olduğu için sendikaların menziline girmemektedir. Enternasyonal komünistler göçmen işçilerin sendika, örgütlenme özgürlüğünün yılmaz savunucusu olmakla birlikte göçmen işçiler arasında örgütlenme faaliyeti yürütmek zorundadır. Göçmenleri işsizliğin yoksulluğun sebebi olarak gösteren işçi teşkilatları içindeki tüm sosyal şoven eğilimlere karşı sert uzlaşmaz ideolojik mûcadeleler vermelidir. Yoksulluğun sebebinin göçmenler olmadığını, onların içinde kötü koşulları istismar eden işçi simsarları, patronlar ve onların hükümeti olduğu gerçeği yılmadan yorulmadan anlatılmalıdır. Öncelikle şunun altı net bir şekilde çizilmelidir: Kapitalizmde kuraldır, ne kadar işsizlik varsa, ne kadar kayıtdışılık varsa, iş gücü o kadar ucuzlar. Her işçi kendi yaşamını idame ettirebilmek için başka bir işçinin işine talip olmaktır. Her işsiz işçi çalışan işçiler karşısında ucuz iş gücü olarak kullanılır. Burada iki yol vardır.
Ya bu kuralı kabul edip kaderlerimize razı olacağız. Ki böyle bir tercihte bulunulması durumunda da göçmenlere düşmanlık yapmak için hiçbir gerekçe yoktur. İkinci yol ise bu kuralı bozmak. Bu yol tercih edildiğinde de göçmenlere düşmanlık yapmak gerekmekle birlikte tam tersi onlarla birlik olmak gerekmektedir. Eğer iş gücünün ucuzlaması ve işsizliğin artışı engelleniyorsa, göçmen ve yerli işçiler arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırma mücadelesi yürütmek bunun içinde göçmen işçilerin yerli işçilerin sahip olduğu tüm haklara sahip olmasından, bunun için mücadele etmekten geçer. Güvence, sigorta, ücretli haftalık, yıllık izin, sendika, örgütlenme hakkı vs vs…
Ancak bunlar sağlandığında, böyle bir mücadele içerisine girildiğinde sınıfın birliğini sağlamalıdır. Göçmen işçiler sefaletin piyadeleri olarak yaşamlarını sağlayan koşullar var oldukça yerli işçilerinde kölelik zincirleri o düzeyde artacaktır. Göçmen ve yerli işçilerin ekonomik, siyasal ve tarihsel çıkarları birdir. Yaratılan tüm ayrımlar yalnızca göçmen ve yerli işçilerin kölelik zincirlerini yükseltir. İşçi sınıfı saflarında olma iddiasında olan birey, grup ve teşkilatların ” ekonomi zaten bozuk göçmenlere yetmiyor” görüşünü savunması kabul edilemez. Bu durum işçi sınıfını bölmekle birlikte patronlar karşısında dilenci pozisyonuna sokar. Patronlara göçmenlere iş, aş verme bize ver” diyen bir aciziyet anlamına gelir. Sosyal şovenler, burjuva, küçük burjuva solcular, sendika bürokraatları aciz topluluklardır. Fakat işçi sınıfı asla aciz olmamakla birlikte kapitalizmi tarihin çöp sepetine gönderebilme kudretine sahip yegane sınıftır.
13-) Göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan şovenist dalgadan en fazla etkilenen, açık hedef hâline getirilme potansiyeline sahip kesimlerin başında kürt halkı yer almaktadır. Kürt halkının varlığını yok saymak baskı altına almak, imha, inkar, red politikasını uygulamak bir asırlık devlet politikasıdır. Türk sermaye devletinin varoluşsal özelliklerinden biriside devlette devamlılığın esas olmasıdır. Şovenist nefrete ve ırkçı saldırıların kıskacında yaşam savaşı veren göçmenlerle en rahat empati kuracak kesimdir. Maalesef ki yaratılan göçmen düşmanlığı HDP tabanında da kürt yoksulları arasında da karşılık bulmaktadır. Kendilerine karşı uygulanan asırlık ırkçı politikalara karşı itirazda bulunurken bunu göçmen düşmanı argümanları kullanarak dile getirme eğilimi kitleselleşmektedir. AKP’nin göçmen politikasının bir nedeni Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerin demografik yapısını bozacağı görüşleri, endişeleri yaygınlaşmaktadır. Göçmenlerin yoğun yaşadığı mahallerde, Arapça tabelalar asması, hastane, kamu kuruluşlarında ana dillerinin devlet tarafından tanınması, Kürt yoksulları arasında “biz buranın vatandaşıyız, bizim dil ve ulusal kimliğimiz sürekli reddedilip, baskı altına alınırken daha dün gelmiş insanlara devlet cömert davranmaktadır” eğilimi yaygın bir hâl akmaktadır. Kürt halkında şovenist dalganın etkisiyle geri tutumların karşılık bulmasının temel sebebi HDP’nin konuyla ilgili net bir tutum ve politika geliştirememiş olmasıdır. Soruna karşı yıllardır yokmuş gibi davranması bu alanda eksik kalmasının sonucu olarak yaratılan şoven dalgadan kendi tabanını da etkilenmektedir. Enternasyonal Komünistlerin görevi burada başlamaktadır. Kürt halkı başta olmak üzere tüm yerli ve göçmen halkların anadilde eğitim hakkını, kamusal alanda ulusal kimliğinin tanınmasını talebini yükseltmek. Göçmen gündemine paralel olarak göçe sebep veren savaş politikalarına karşı geniş bir savaş karşıtı cephe oluşturma perspektifi geliştirip bunun pratik ayaklarını örmek. Göçmen düşmanlığının büyümesi, şovenist nefretin yaygınlaşması her zaman Kürt halkına karşı savaş, baskı, askeri operasyon olarak geri döner. Kürt hareketinin göçmen düşmanlığına karşı tutum alması hayati bir önem arz etmektedir.
14-) Göçmen düşmanlığı üzerinden yaratılan şovenist dalgada Zafer Partisi kendi saflarına yedeklemek, mevcut saflarda kırılmalar ve tarafsızlaşmalar yaratmak için özel çabalar harcadığı kesimlerden birisi de kadın hareketiydi. Bunu seçmesinin iki temel nedeni vardı, birincisi son yıllarda toplumsal muhalefetin en dinamik ve canlı kesiminin başında kadın hareketinin gelmesi. Kadın hareketini oluşturan grupların belirleyici kesmi milliyetçiliğin hiçbir türüne prim vermeyen tutum içinde olması özellikle ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte sınıfsal bir zeminde varlığını sürdürmesiydi. Toplumsal muhalefetin hem kitlesel olarak hem de ideolojik olarak iyi bir noktada duran bu kesimlerde de kendi ideolojik hegemonyasını dayatarak bölünmelere yıpranmalara sebep olmak. Düzenle ve devletin bekasıyla uyum içinde olan”feminist” hareket oluşturmak.
İkincisi ise kadın toplulukların desteğini alarak, kendi ırkçılığını modernist, seküler, kadın özgürleşmeci bir sosla örtme hedefiydi.
Bu hedeflerine ulaşabilmek için kadınlar arasında da korku ve endişe iklimi yaratarak ırkçı reaksiyonların gelişmesinin planlarını yaptı. Sistematik olarak kendi medyası ve sosyal medya trolleriyle göçmenlerin tacizci, tecavüzcü oldukları, geldikleri ülkelerde bunların normal karşılandığını kadınları büyük bir bela beklediğinin propogandasını yaptı. Manipülatif haber ve sosyal medya linç kampanyalarıyla göçmenlerin tamamının tacizci ve tecavüzcü olduğunu ilan etti. Fakat bu çabaları sonuç vermedi. Yüze yakın kadın örgütü binlerce feminist aktivist göçmen düşmanlığına tutum alan göçmen kadınlarla dayanışma içinde olan deklerasyon yayınladı. Ümit Özdağ baltayı taşa vurmuştu, tüm stratejik operasyonel girişimleri başarısızlığa uğradı. Kadın teşkilatlarının feminist aktivistlerin bu tutumu yükseltilen şovenizme karşı alınmış olan yerinde ve doğru bir tutumdu. Buna benzer tutumları işçi kitle örgütlerinde toplumsal muhalefetin diğer kesimlerinde de acil şekilde alınması, mevcut şoven dalgaya karşı güçlü bir dalga kıran olacak, rahatça at koşturan, köpeksiz köyde değneksiz gezmeyi kural olarak dayatan Nazi artıklarının ezberini bozmakla birlikte hareket alanını ve ideolojik hegomonya kurma alanını kıracaktır.

Geçiş Talepleri
*) Zafer Partisi kapatılsın Tüm faşist odaklar dağıtılsın!
*) Göçmenlerle Barış Burjuva devletlerle savaş!
*) Bizi soyanlar göçmenler değil yerli patronlardır. Öfkeni patronlara ve onların hükümetine çevir!
*) Göçmen düşmanlığına, Faşist tırmanışa karşı birleşik işçi cephesi!
*) Irkçı faşist saldırılara karşı özsavunma komitelerini kuralım!
*) AB ile yapılan geri gönderme anlaşması iptal edilsin!
*) Avrupa hudutları göçmenlere açılsın!
*) Herhangi bir ülkede kalıcı olarak ikamet eden tüm göçmen emekçilere ve öğrencilerin ikamet evrakları verilsin!
*) Tüm göçmenlere eşit hak tanınsın!
*) Tüm sınırdışı merkezleri derhal kapatılsın!
*) Patronların çalışma iznine başvurma şartı aranmaksızın tüm göçmenlere çalışma izni, sigorta, güvence!
*) Göçmenlere sendika, örgütlenme özgürlüğü!
*) Tüm yerli ve göçmen halklara anadilde eğitim hakkı!
*) Tüm sınır ötesi, ülke içindeki askeri operasyonlar durdurulsun!
*) Göçmen işçi ve öğrencilere seyahat ve istedikleri yere ikamet etme hüriyeti!