Uzunca bir süredir Türkiye’de en çok tartışılan, konuşulan kavramların başında; “Hukuk, hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, adalet ve yargı bağımsızlığı, hukukun tarafsızlığı ve özerkliği” gelmektedir. Özellikle Erdoğan rejiminin “Başkanlık” sistemine gittiği süreçte bu konulardaki tartışmalar toplumun tüm kesimlerinde yüksek sesle dile getirilmiştir. Bugün ise toplumun ezici bir çoğunluğunda yargının bağımsız olmadığı, hukukun olmadığı kanısı oluşmaktadır. Erdoğan rejiminin yargıyı kendi siyasi amaçları doğrultusunda bir silah olarak kullanması, bu politikalarını herkesin gözüne sokarak yapması, burjuva devletin hukuk kurumlarının tüm toplumsal meşruluğunu yitirmesine yol açtı. Bugün Erdoğan’ın kendisi dahi ülkede hukuk ve adaletin olduğunu iddia edememektedir. Türkiye’de uzun yıllar bir halk deyimi vardı, “Adaletin terazisi şaşmaz”; Özellikle son birkaç yılda bu deyimin yerini “Silivri soğuktur” aldı.

Tüm burjuva devlet aygıtları gibi hukuk da tüm meşruluğunu kaybetmiştir. Toplumun tüm kesimlerinden tüm sınıflarından “Hukuk ve Adalet” temalı talepler yükselmektedir. Bir Engels’ten alıntı yapacak olursak:

“Adalet, mevcut ekonomik ilişkilerin kâh tutucu kâh devrimci bakış açılarından ideolojileştirilmiş, yüceltilmiş ifadesinden başka bir şey değildir.”

Adalet ve hukuk hepsinden önce devletin hem iktidar hem de ideolojik aygıtlarıdır. Adalet tanımı ise egemen sınıfların koyduğu kurallarının kusursuz işlemesinin fetişizmidir. Bugün toplumun tüm sınıflarından, tüm ideolojilerinden adalet talebinin bu düzeyde yüksek sesle çıkması, burjuva devletin aygıtlarının çatırdamaya başladığının en açık göstergesidir. Kendi koyduğu kurallara uymayan bir devlet nasıl halkın gözünde meşru olabilir? Düzen unsurları “Adalet” talebini bu düzeyde yükseltmesinin nedeni itibar kaybeden burjuva devlette restorasyon yaparak kendi düzenlerinin devamı için rıza üretmektir. O yüzdendir ki adalet, hukuk vb. kavramlar sınıflar üstü kavramlar değildir, bir Marksist şu soruları yılmadan sorar: Hangi sınıf için adalet? Toplumsal eşitlik olmadan adalet olur mu? Herkes için adalet mümkün müdür? Adaletsizliği üreten hatta adaletsizlik fabrikası olan küresel kapitalizme muhalefet etmeden adalet arayışında bulunmak mümkün müdür?

Bu makalemizde sınıflı toplumlarda hukukun ne olduğunu, yargı ve mahkemelerin ideolojik işlevini, suç ve ceza kavramlarını Devrimci Marksist perspektifle ele alıp hukuktan ne anlamamız gerektiğini; bir liberalden, bir reformcudan, bir sosyal demokrattan farkımızın ne olduğunu izah edeceğiz.

Tüm meşruluğunu kaybeden burjuva devletin hukuk kurumlarına karşı nasıl bir tavır alıp nasıl bir dil kullanacağımızı, emekçi kitlelere nasıl bir mücadele perspektifi sunmamız gerektiğini irdeleyeceğiz. Toplumsal muhalefetin önemli bir gövdesinden, sosyalist solun geniş bölümüne kadar hukuk fetişizmi yaygındır. Toplumsal muhalefetin tamamını saran liberal virüs bu alanda da kendisini hukuk fetişizmi temelli bir mücadele perspektifi olarak göstermektedir. Bu makalemizde sosyalist solda da boy gösteren bu eğilimlerle hesaplaşma içinde olacağız.

Hukuk Nedir?

TDK’nın sözlüğüne göre hukuk; toplumu düzenleyen ve devlet yaptırımlarıyla güçlendirilmiş bulunan kurallar bütünüdür. Burjuva ideologlara göre hukuk ve devlet insanlık için kaçınılmaz bir zorunluluktur, eğer devlet olmazsa düzen olmaz, toplum kaos içinde yok oluşa sürüklenir. Toplumun genelinin iyiliği ve mutluluğu için devlete ve onun kurallarını işletecek hukuk mekanizmasına ihtiyaç vardır. Burjuva ideologlar her zaman iyi bir hukuk sistemiyle demokrasinin, özgürlüğün, eşitliğin ve barışın geleceğini iddia ederler. Tüm adaletsizlikleri hukuk sisteminin iyi yürümemesine bağlarlar. Suçların ve mevcut adaletsizliklerin kaynağının sosyolojik ve sınıfsal boyutunun sürekli olarak üstünü örtmeye çalışırlar. Hukuka üst düzey bir kutsallık atfederek var olan yasalara eksiksiz uyulduğu ve yerine getirildiğinde hiçbir sorunun kalmayacağını vaaz ederler. Sözün kısası hukuku her zaman devletin ve sermayenin üstünde, sınıflar üstü bir kurummuş gibi lanse etmektedirler. Oysa ki hukuk da devletin baskı ve cebir aracından başka bir şey değildir.

Kapitalizm sürekli suçun nesnelliğini yaratır çünkü sürekli bir toplumsal çatışma hakimdir. Burjuvaziyle proletarya arasındaki çatışma eylemler ile grevler hâlini alır ve gitgide keskinleşir. Neden her yıl sokaklar çalkalanıyor, arabalar yakılıyor ve vitrinler parçalanıyor? Neden çıkan eylemlerde yüzlerce insan ölüyor ve ayaklanmalar ile iç savaşların bir sonu gelmiyor? Neden çıkan her ekonomik kriz ile suç oranları tavan yapıyor? Mevcut düzenin insanları sefalete ve işsizliğe mahkum etmesinden ötürü tabi ki. Birinin ötekinden fazlasına sahip olduğu düzende suçun ardı arkası kesilmez. Bu koşullar suçu bizzat yaratır. Diyebiliriz ki suç sosyolojik bir şeydir. Devlet ve hukuk burada sınıf mücadelesini burjuvazinin yararına kontrol altına almak ve toplumsal çatışmayı dizginlemek için harekete geçer.

Hukuk, kanunları bizzat gerekli kılan burjuvazinin ideolojik aygıtından başka bir şey değildir. Hukuk, suçun koşullarını yaratan sınıflı toplumların suçların faturasını bireylere kesen mekanizmasından başka bir şey değildir. Hırsız, hırsızdır çünkü hırsızdır! Ama kesinlikle işsiz kaldığı ve çalmazsa kirasını ödeyemeyip evsiz kalacağından değil. Katil, katildir çünkü katildir! Ama kesinlikle çatışma ve şiddet ile dolu bir dünyada yetiştiği için değil. Hukuk böylelikle toplumsal hastalıkların cezasını bireylere keser.

Köleci toplumda tek geçerli hukuk köle sahiplerinin hukukuydu, feodal toplumda ise tek geçerli hukuk feodal beylerin hukukuydu ve kapitalist toplumda ise tek geçerli hukuk sermaye sınıfının hukukudur. O yüzdendir ki hukuk asla devletlerin ve sınıfların üzerinde bir kurum değildir.

Devletin ve Hukukun Sınıfsallığı

Engels devleti, toplumun bağrında doğan ama kendisini onun üzerine koyan ve ona gitgide daha fazla yabancılaşan güç olarak tanımlar.

Engels der ki:

“Devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlâk düşününün gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşım içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik, devlettir.”

Burada Engels’in demek istediği açıktır. Evet, devleti halk kurmuştur. Fakat devlet, giderek halka yabancılaşmış ve kendini halkın üzerine koymuştur. Fransız devriminde tanık olduğumuz da budur. Feodal devlet ortadan kaldırılmış ve burjuvazinin öncülüğündeki halk, yerine burjuva devleti koymuştur. Sınıf mücadelesi keskinleştikçe ilk doğduğu sıradaki bütün demokratik özelliklerini kaybedip “imparatorsuz bir imparatorluğa” dönüşmüştür. Halkın hizmetçileri, halkın efendileri konumuna gelmiştir. Devlet toplumun içinde doğup onun üstüne çıkmıştır. Devlet tarih boyunca sınıf karşıtlıklarının ürünü olarak var olmuştur. Eğer sınıf varsa, sınıflar arası çelişkiler ve bu çelişkilerin ürünü olan sınıf savaşları sürekli olarak var olacaktır. Egemen sınıfların yani mülkiyeti elinde bulunduran sınıfların hegemonyasının devamı üretici sınıfların baskı altında olmasına bağlıdır. Egemen sınıflar kendi iktidarlarını her zaman devlet olarak örgütlenmişlerdir. Kendi hegemonyalarını koruyan ve ona göre dizayn edilmiş bir toplumsal model yaratmışlardır. Kendi sınıfsal çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak sunmaktadırlar. Bunu başardıkları ölçüde sistemlerine toplumsal rıza üretebilmektedirler. Kurmuş oldukları toplumsal düzen kurallarıyla uyum içinde yaşamayı idealize etmektedirler. Mutlak doğrunun bu olduğunu belleklere kazıma faaliyetini sistematik olarak sürdürmektedirler. Hukukun işlevi de burada devreye girmektedir. Engels’ten aktaracak olursak:

“Toplum daha fazla geliştiğinde, yasa da dar veya geniş kapsamlı bir hukuk sistemine dönüşür. Bu hukuk sistemi daha da karmaşıklaştığı zaman, sistemin terminolojisi de toplumsal yaşamın sıradan ekonomik koşullarını dile getiren terminolojiden uzaklaşır. Bu hukuki sistem, varoluşun ve sonraki gelişiminin nedenlerini süregelen ekonomik koşullarda değil de kendi iç mantığında ya da isterseniz ‘irade’ kavramında bulan bağımsız bir öge olarak gözükür. İnsanlar, tıpkı hayvanlardan türemiş olduklarını unutmuş gibi, hukukların da kendi ekonomik yaşam koşullarından kaynaklandığını unuturlar.”

Hukukun tüm temeli egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda dizayn edilmiş toplumu baskı altında tutmak ve belirlenen kuralların dışına çıkma eylemlerini cezalandırmak için vardır. Yasalar ve kanunlar eleştirilebilir fakat onların hükümlerine uymamak her koşulda cezalandırılır. Egemen sınıflar her zaman kendi hukuk kurallarının en iyisi olduğunu, adaleti sağladığını belirtirler. Adalet olarak idealize edilmiş her şey egemen sınıfların düzenine mutlak uyumdan başka bir şey değildir. Her toplumsal düzen, her siyasal iktidar kendi adalet anlayışıyla birlikte gelir. Yunanlıların ve Romalıların adalet anlayışı köleliği adil bulmaktaydı. Kölelerin özgürlüğünü isteyen her girişimi en büyük suç saymaktaydı. Feodalizm ise toprak sahibinin mutlak iktidarını sağlayan her şeyi, adaletli bulmaktaydı. Toprak reformunu savunmak ve bu tarz girişimlerde bulunmak en büyük suçu oluşturmaktaydı. Kapitalizmin adaleti ise sermayenin gelişmesi, kârı ve rantı için yapılan her faaliyeti adalet olarak sunmaktaydı. Özel mülkiyetin dokunulmazlığı burjuva adalet sisteminin en temel koşuludur. Bu kıstasa karşı girişilen her hareket üst düzey suç teşkil etmektedir.

Marksizmin adaleti sınıf savaşlarından geçmektedir. Tüm hegemonyaların, ayrıcalıkların lağvedilmesinden, tüm mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden geçmektedir. Marksizmin adaleti, yeni hapishaneler ve mahkeme salonları kurmaktan değil, onları yıkmaktan geçmektedir. Suçu üreten her zaman sistemin kendisidir, çünkü tüm suç unsurlarının temelinde sınıf çelişkilerinin ürünü olarak ortaya çıkan devlet mekanizmasının inşa ettiği düzen vardır. En demokratik burjuva cumhuriyetler de birer sermaye diktatörlüğüdür. En “ileri” ülkelerde dahi hukuk suçu yaratan koşulların ortadan kalkması için değil, suçu adil cezalandırmak için vardır. Tüm burjuva devletler aynı zamanda birer suç makinesidir. Çünkü suç salt bireysel bir durum değildir, sosyolojik bir durumdur. Bu sosyolojik zemini burjuva düzen sürekli olarak üretmektedir.

Sosyalizm tüm sınıfsal karşıtlıkları ortadan kaldıracak ve eşitliği hakim kılacaktır. Böylelikle suçun toplumsal temelini ortadan kaldıracaktır. Bolluk toplumu kurulunca değişen koşullar ile birlikte insanlar da öyle bir değişecektir ki eninde sonunda ne devlete ne de hukuka gerek kalacaktır.