4 Nisan’da Suriye’nin İdlib şehrinde 112 Suriyeli klor gazlı kimyasal silahlar ile öldürüldü ve bu lanetli savaş dahilinde insanlığın gelecek kuşaklara açıklayamayacağı bir katliam daha yaşandı. Batı ve Türk medyasına göre bu katliamı yapan Beşşar Esad ile onun Baas rejimi. Ancak Rusya ve rejimin açıklamaları silahların muhaliflere ait olduğu yönünde.
İki tarafın da birbirini yalanladığı ve farklı deliller gösterdiği bölgede gerçek bir devrimci haber ağının olmayışı devrimci Marksistleri mevcut kaynaklara şüpheci yaklaşmaya iterken, diğer yandan ulusalcı solu da inanmak istediğine inanmaya itiyor. Zira Trump kontrolündeki yeni ABD yönetiminin haberler ardından sert tepkisi ve akabinde rejim güçlerine füze saldırıları ulusalcı solu katliamı inkara ve bu yaşanan gündemin bir “Amerikan projesi” olduğunu iddia etme eğilimine götürdüğü bir gerçek.
Suriye’deki Güçler
Dergimizin geçmiş sayılarında defalarca yazdığımız gibi Esad ve onun Baas rejiminin güçleri sosyalizmle zerre alakası olmayan, Suriyeli işçi sınıfının ve ezilen Kürt ulusunun düşmanı, ayrıca bonapartist-baskıcı ve tepeden tırnağa burjuva-kapitalist bir rejimdir. Eskeza onun karşısında birincil kuvvet olan ÖSO ve “Muhalifler” olarak adlandırılan koalisyonlar da sözde burjuva demokrasisi isteyen ama esasında kafa kesen cihatçı tiplerdir. Gücü ele geçirdiği bölgelerde de gördüğümüz üzere eğer ülkenin tamamında şu anki muhalif denen şeriatçı çeteler iktidar olursa kuracakları rejim yine Suriyeli işçi ve Kürtlere kan kusturan burjuva-kapitalist bir rejim, bir çeşit Suudi Arabistan ya da İran’ın Sünni versiyonu olacaktır.
Peki iki kutbun karakterini bu derece kesin tahlil ediyor ve kendimize Marksist diyorsak neden oklar (örneğin bu metin) neden iki kutuptan birine, Esad ve rejime daha sivri çevrilmiş durumda? Okuyucunun kafasında bu ‘yüklü soru’ belirebilir fakat soru mevcut haliyle hatalıdır. Soru sorulmadan önce kavranması gereken 2 temel olgu vardır.
Bunlardan birincisi bir tarafa vurmanın sizi diğer taraftan yapmayacağı, ona yakın göstermeyeceğidir. 2017 Referandumunda Hayır demek kimseyi Kemalist yapmaz, kışlaların boşaltılmasını istemek de aynı şekilde bir Marksisti liberal meczup haline getirmez. İkinci kavranılması gereken de ne bu yazımızda ne de önceki Esad yazılarımızda (ya da Kemalizm, AKP, başka bir burjuva blok) Patronsuz Dünya olarak hiçbir burjuva rejimi, partiyi veya lideri eleştirmedik. Burjuva rejimleri demokratikleştirip hizaya getirmeye çalışmak sosyal demokratların işidir. Komünistler ise bir işçi devleti inşa etmek, mevcut şartlarda inşa edemese de en azından insanlarda sosyalizmin mümkün ve gerekli olduğu gerçeğini anlatmak ve bu uğurda örgütlenmekle sorumlu olan bir geleneğin parçasıdırlar. O yüzden yazılarımız Esad’a eleştiri veya öğütten ziyade teşhir olarak yorumlanmalıdır.
Türkiye’de Esadcılık
Esad her ne kadar burjuva devletin burjuva diktatörü olursa olsun Türkiye’de onu destekleyenler işçi sınıfından yana ve bir çeşit sosyalizm gayesi taşıyan örgüt ve kişilerdir (CHP’nin ulusalcı kanadı ve Vatan Partisi hariç). Türkiye’de düzen dışı solun büyük bölümü Esad’a sempatiyle bakmaktadır veya onu kötünün iyisi olarak görmektedir. Ağırlıklı olarak Stalinist, Maoist ve merkezci solun desteğini almasına karşın Troçkist çevrelerin bir bölümünde de Esad’a sempati ve desteğe rastlamaktayız. Okların neden Esad’a bu denli çevrildiğini açıklamak için bu durum yeterlidir. Küçük ve işçi sınıfında kayda değer mevzileri bulunmayan 2-3 sosyalist grup dışında soldan ÖSO’ya desteğin sıfıra yakın olduğu gerçeğine karşın ulusalcı-sol kanat ve Esadcı çevreler işçi sınıfı ve gençler üzerinde belirli bir etkiye sahiptir, Türkiye’nin herhangi bir şehrinde DİSK-KESK-TTB-TMMOB panellerinde Esad ve Baas’ın övüldüğü de oldukça sık rastlayabileceğimiz bir durumdur.
Devrimi dar bir çevrenin komplosu değil, işçilerin aşağıdan örgütlü ve dayanışmayla ortaya çıkardığı kolektif bir eylem olarak gören Marksistler olarak, bizim devrimimizin başarısının sırrının barikatın diğer ucundaki sosyalistlerle dayanışabilmek ve ideolojik bir temelde buluşabilmekten geçtiğini biliyoruz. Baas rejimi öznelinde bu tarz rejimlerin (Libya, Venezuella vb.) ve liderlerinin doğru analizi de üzeri örtülebilecek değil tam tersi derinlemesine incelenecek konulardır.
Türkiye’de hakim ulusalcı-solun bu meseledeki tahlillerinde yatan yanlışları incelemekte fayda var. Bu meseleleri üç ana başlık altında incelemek ve kavramlara değinmek gerekli.
1- Emperyalizm
Baas vb. rejimlerin tahlilinde ulusalcı solun birinci hatası emperyalizm kavrayışlarının hatasından gelir. Bu çevrelere göre emperyalizm, ABD ve AB’nin en gelişmiş ülkelerinden oluşan, füzelerle, uçaklarla bir yerleri işgal eden, petrol alıp kendi ülkesine götüren, dünyayı karıştıran, savaş çıkartan, halkları ayaklandıran bir öcü konumunda. “Emperyalizm nedir?” hatta genel olarak “X nedir?” şeklindeki diyalektik olmayan soruları pek bir seven ulusalcı sol da “Emperyalizm, geberen kapitalizmdir.” “Emperyalizm, içsel bir olgudur.” minvalinde tanımlar kullanarak duruşlarını açıklamak istemektedir. Oysa ki emperyalizm, daha doğrusu emperyalist dediğimiz ulusal burjuvazinin birliğinin belirli bir seviyeyi aşması, tekelleşmesi, sanayi ve finans tekellerinin içiçe geçmesi, sermaye ihracı gibi onlarca parametreye bağlıdır. Dünya’daki ulusal burjuvazilerinin gelişmişlik düzeylerini hala Lenin’in yaşadığı düzeyde kabul etmek ve dünyayı böyle okuyup hareket etmek, üzerine de Lenin’den referanslar alarak teze sözde bir güç kattığını düşünmek oldukça yanlıştır. 1905 yılının Japonya’sını emperyalist kabul edenlerin (Lenin öyle yazdı diye olması muhtemel) bugünün Türkiye, İran, Rusya gibi ülkelerini emperyalist kabul etmemesi hatta dünyanın bir numaralı ekonomisi Çin’i emperyalist olmayı geçtim yarı-sömürge veya “sosyalist?” kabul etmek ise sadece vahim bir yanlış değil bir çeşit siyasi intihardır.
Emperyalizm kavrayışında görülen bir diğer hata da emperyalistliğin, kapitalistliğin doğal bir sonucu olarak değil istenmeyen bir aşaması olarak görülmesinden kaynaklıdır. Sadece ABD ve AB’nin emperyalist olduğu bir dünya farz edelim gerçek olsaydı (Rusya, İran, Çin emperyalist olmasaydı) bile Şangay İşbirliği Örgütü ve müttefikleri İran ile Suriye’yi emperyalizm karşıtı bir kutup yapmazdı. Emperyalizme tutarlı ve gerçek bir karşı çıkış (Genellikle anti-emperyalizm olarak adlandırılan hat) yalnızca burjuva üretim ilişkilerine de karşı çıkmakla mümkündür. Şu anda bu kutuplarda taraf olmak bir burjuva kutbun destekçisi olmak iken öteki türlü bir dünya gerçek olsaydı bile o da Halk Cepheci (Popular Front) ve Marksizm dışı bir tutum olacaktı. Halk Cephesi ve İşçi Cephesi (United Worker’s Front) kavramlarının Marksist yorumlanmasını başka bir yazıda detaylı inceleyeceğiz.
2- Laiklik
Bu rejimlerin desteklenmesindeki ikinci teorik argüman ise laiklik ve üzerinden dönen tartışmalardır. En hakim yaklaşım “Esad olmazsa Suriye’ye şeriat gelir, Suriye Suudi Arabistan’a dönüşür” türevleridir. İslam coğrafyasında işçilerin genel olarak sınıf bilinci az ve sınıf mücadelesi tarihi Avrupa, Rusya ve Çin’deki kadar da köklü değildir. Fakat bu mücadelenin içerisindeki milyonların devrimci süreçler içerisinde dine yüzünü dönmesi ihtimalini yoksaymayı gerektirmez. Suriyeli işçilerin ve Kürt halkının şeriata karşı duran ama zenginliği bölüştürmekten ve mülksüzleştirmekten uzak bir totaliter lidere ihtiyaçları yok. Kaldı ki Beşşar Esad ve rejiminin şeriat karşıtlığı sadece ait olduğu sınıfının kendi kliğini ilgilendirdiği sürece mevcuttur. Lübnan’da Hizbullahla veya İran rejimiyle can ciğer kuzu sarması olması da dincileşmeye ve ya dine karşı olmadığının bir göstergesidir. Hatta tam anlamıyla laik olmasındandır. Çünkü laiklik tam olarak budur. Esad’ı değerlendirirken Esad’ın tutarlı bir laik olmadığını iddia etmiyoruz tam aksine gerçek bir laik olduğunu belirtiyoruz. Laiklik, TC ilkokullarında anlatıldığı üzere din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması falan değildir. Tam tersine dinin devlet tekelinde olmasıdır, devleti kontrol edenin dini istediği gibi kullanabilmesi, şartlara göre değiştirebilmesidir. Fransız Jakobenleri burjuva devrimcileri, laiklik bayrağının gerçek sahipleri, zaferi elde edince kiliseyi kaldırma sözü verdiler. Fakat iktidar pratikleri gösterdi ki kiliseyi kaldırmadılar, devlete bağladılar ve ellerinde güçlü bir silah olarak kullandılar. Türkiye’de İttihatçı-Kemalist-Darbeci geleneğin de yaptığı pek farklı değildir. Halifeliğin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulması da İmam Hatip Okulları’nın açılması da Kemalistlerin tutarlı laik uygulamalarıdır. Laiklik, işçi sınıfı ve komünistler tarafından savunulacak bir bayrak değildir. İlk çıktığı gün henüz devrimci bir sınıf olan burjuvazinin ideolojisi iken bugün karşı-devrimci burjuvazinin bir kliğinin karşı-devrimci ideolojilerinden birisidir. Laiklik ve laikliği savunma şeklinde sınıfı bölücü çıkışlar İslamcı burjuvazinin iktidarlarını pekiştirmekten başka bir işe yaramamıştır. İşçi sınıfını muhafazakar-laik şeklinde kutuplaştıran siyasetin içine bir girince “Burada devrim-mevrim olmaz.” fikrine varmak malesef pek hızlı oluyor.
3- Alevicilik
Kürtçülük ve Alevicilik gibi terimler genel olarak sınıfı birleştiricilikten uzak ve egemen ulus – egemen mezhep dilinden terimlerdir. Fakat ilk iki teorik-ideolojik meselenin aksine Esad’ın desteklenmesinin ardında yatan kuvvetli pratik ve faydacı bir sebep daha bulunuyor ve bunu anlatacak daha uygun bir terim mevcut değil. Bu epistemolojik açmazdan rahatsız olan tüm Alevi okurlarımızdan özür dilerim.
Alevi kuyrukçuluğu olarak da ifade edebileceğimiz bu durum tamamiyle güçsel ve nesnel durumlardan kaynaklıdır, sonuna kadar da oportünisttir, çıkarcıdır. Kürt Ulusal Hareketi’ni saymaz isek Türkiye’de sola en meyilli toplumsal kesim Alevilerdir ve ideolojik dayanağını Stalinizm’den alan ulusal solculuğun da bu duruma tepkisiz kalması beklenemezdi tabiki. Teorik tartışmalarda diyalektik materyalizmden, militan ateizmden bahseden komünist olduğunu iddia eden solun dernek odalarında Ali ve On İki İmam çizimlerinden tutun duvarda asılı Zülfikar kılıçlarına kadar çeşitli Alevi sembolleri görmek bile mümkün. Özellikle Hatay, Adana, Mersin’de yaşayan Nusayri Alevilerinin mezheptaşları Beşşar Esad’a büyük sempati beslemeleri, evlerinde Suriye Arap Cumhuriyeti bayrakları bulundurmaları ve benzer kültürel geleneklere sahip olmaları örgütlenme arayışında ulusalcı solu Esad’a karşı birgün isteseler bile ses çıkartamayacak bir çizgiye getirmiştir. Komünistlerin görüş ve niyetlerini gizlememesi ve olanı olduğu gibi, iyisiyle kötüsüyle söylemesi gerekir. Aksi takdirde bu şekilde bir oportünizm kaçınılmaz olur ve teori denen kavram örgütlenme uğrunda eğilip bükülen bir sakız haline gelir. Aleviliğin de Sünnilik gibi 7. yüzyıl sonrası döneme ait siyasi bir mesele olduğu ve günümüzde işçi sınıfının kurtuluşuyla alakası olmayan bir siyasi bayrak haline dönüştüğünü söylemek komünistlerin görevlerindendir.
Aleviliğin bu topraklarda ezildiği, TC’nin iki hakim kliğinin de inkar ettiği, katliamlara maruz bıraktığı bir gerçektir ve buna karşı durmayana bırakın komünist, haysiyetli bir insan bile denemez. Aynı şekilde Alevilerin Suriye’de iktidar olduğu, Alevi kimliğiyle övünen Beşşar’ın da babası gibi katliamlarla dolu bir ülke kurduğuda unutulmaması ve dillerden düşürülmemesi gereken bir gerçek.
Sonuç Olarak
İdlib katliamının arka planı şu anda pek aydınlık olmasa da Esad rejiminin 70’lerden bu yana hangi safta olduğu ortadadır. Türkiye ulusalcı solunun da üç temel (ikisi teoriden biri uygulamadan) sebepten beslenen hatalı yaklayışı Türkiyeli örgütlü, sınıf bilinçli işçileri ve gençleri yanlış saflara itmektedir. Orta Doğu’da kalıcı barışı sağlamak için birincil olarak işçi sınıfının kendi siyasetini oluşturup, burjuva kutuplardan ayrılarak hakim sınıflarakendi gündemini dayatması ve uluslararası devrimci bir örgütü, Dünya partisini inşa etmesi gerekmektedir.
7 Nisan 2017
Candemir Zeytin