Bolşevikler diğer bütün sorunlarda olduğu gibi kadın sorununda da uyguladıkları politikaları SSCB sınırları içinde nihai sonuca ulaşabilecek bir bütün olarak görmüyorlardı. SSCB’deki dev adımlar, burjuva dünyasının sınırlı yapısı ve dar görüşlülüğü karşısında ne denli büyük görünse de, işçi sınıfının uluslararası devrimi bağlamında ilerideki büyük dönüşümleri haber veren bir işaret fişeğinden ibaretti. Bu fişek başta Avrupa proletaryası olmak üzere dünyanın dört bir tarafındaki işçi ve emekçiler tarafından görülmüş olmasına karşın, büyük bir dünya devrimi yangınına dönüştürülemedi. Yalıtılan Rusya Devrimi, tam da önderlerinin öngördüğü gibi, diğer ülkelerdeki devrimlerle desteklenmediğinden iç ve dış baskıların altında ezildi. Bir yandan emperyalist devletlerin saldırıları, diğer yandan ülke içindeki Beyaz Ordu’nun yine emperyalistler tarafından desteklenen saldırıları Sovyet ekonomisini nefes alamaz hale getirdi. Bu koşullarda, Bolşevikler diğer birçok hedefte olduğu gibi kadın sorununa ilişkin hedeflerinde de kaynak sorunuyla yüz yüze geldiler. “Ne yazık ki toplumun fazlasıyla yoksul ve kültürsüz olduğu anlaşıldı. Devletin mevcut kaynakları Komünist Parti’nin planlarına ve amaçlarına denk düşmüyordu. Aileyi ‘yıkmak’ mümkün değildir; onun yerine başka bir şey koymak gerekir. ‘Genelleşmiş yokluk’ temelinde kadınların gerçek kurtuluşunu sağlamak olanaksızdır.”[1]

İç savaş ülkede kıtlığa ve muazzam bir çöküşe yol açmış, ülke ekonomisi savaş öncesi (kapitalist) düzeyin epey gerisine düşmüştü. Bu durumda öncelikli hedef kapitalizmin ilerisine geçecek kolektif ya da sosyalist nitelikte bir atılımdan ziyade ekonomiyi toparlamaktı. Lenin ülkenin belli yerlerinde kapitalizmin bile önemli bir ilerleme anlamına geleceğini söylüyordu. Özel sermayeye belirli imtiyazlar sunan NEP (Yeni Ekonomi Politikası) bu zorluğun bir ifadesiydi.

İşte gerek bu koşulların gerekse de İç Savaş’ta (1918-21) hayatını yitirmiş devrimci işçilerin (devrimin öncülerinin) ölüleri üzerinde yükselen bir bürokrasi uzun bir süreçte kendi iktidarını tesis etti ve işçi sınıfının kazanımlarını bir bir tasfiye etti. Bolşevik Devrimi’nin kadın sorununun çözümü yolunda attığı dev adımlar da doğal olarak bundan nasibini aldı.

Bolşevikler ev hayatının toplumsallaşması ve kadının toplumsal hayata çekilmesi sürecindeki duraklamayı ve geri adımları maddi koşulların dayatması olarak görüyor, ekonominin toparlanmasıyla birlikte devrimci programın tekrardan hayata geçirilmesi gerektiğini anlatıyorlardı. Stalin ve bürokrasi açısından ise eski toplumsal biçimler “yeni” ast-üst ilişkisi ve bürokratik egemenlik için daha çekici ve uygundu. En basitinden, kadınların aile, cinsellik, ataerkil ilişkiler vb. konusundaki geleneksel görüşlere meydan okumaları, o günkü koşullarda, toplumdaki diğer baskıcı otorite kaynaklarını, en başta da, devlet ve parti aygıtının başına çöreklenmiş Stalinist bürokrasiyi de sorgulamalarına giden yolu açabilirdi. Bu nedenle kısa süreli geri çekiliş, başka bir deyişle bir süre sonra önüne geçilmediği takdirde işçi devletini tasfiye edecek adımlar bilinçli bir müdahaleymiş gibi yüceltilerek kalıcılaştırıldı ve daha da ilerletildi.

Açık bir dille, “insanlar arasında sosyalist ilişkilerin kurulmasını sağlayamayacak kadar yoksul ve kültürsüzüz; ama bunu çocuklarımız ve torunlarımız gerçekleştirecek” demek yerine, rejimin şefleri halkı, ailenin çatlayan kabuğunu onarmaya ve sert cezaların tehdidi altında ailenin, muzaffer sosyalizmin kutsal temeli olduğu yolundaki dogmayı benimsemeye zorluyorlar. … Termidor yasaları burjuva modellerine geri dönüyor ve bu geriye gidiş “yeni” ailenin kutsallığına ilişkin yalanlarla örtbas edilmeye uğraşılıyor. (a.g.e., s. 207-8 ve 213.) Peki, nelerdi bu geri adımlar? Kadınların aktif siyasete katılımını engellemek üzere, 1925’te aylık kadın dergisi, 1926’da kadın sekreterliği, birkaç yıl sonra ise kadınlar için özel olarak kurulmuş ilk “bakanlık” olan Jenotdel kapatıldı. Dünyanın gelmiş geçmiş en demokratik anayasası diye duyurulan 1936 anayasasının ilanıyla kürtajın tamamen yasaklanması kol kola gitti. Boşanma masrafları artırılarak boşanma zorlaştırıldı. Çocuk doğurma özendirildi, bekârlara ve az çocuklu ailelere cezalandırıcı vergiler getirildi. Meşru-gayrimeşru çocuk ayrımı yeniden yürürlüğe koyuldu. Kız çocuklarına okullarda annelik ve ev kadınlığı dersleri verilmeye başlandı. Eşit işe eşit ücret uygulaması ve kadın emeğini koruyan diğer yasalar açık açık çiğnenir oldu.

1935’te Moskova ve Leningrad’da 7.500 kadar ana-baba çocuklarını bırakıp gittikleri için mahkemeye sevk edilmişlerdi.[2] Bu sırada Stalin ve başında olduğu bürokrasi sosyalizmin kurulduğunu ilan etmenin hazırlıklarını yapıyordu. 1935 sonbaharında Sovyet resmî yayınlarından İzvestiya’da başkent sokaklarında kendilerini gizlice satan bin kadar kadının tutuklandığı haberi çıkmıştı. Troçki bu konuda Stalinist bürokrasinin ikiyüzlülüğünü teşhir eden ama aynı zamanda kadın sorununun çözümü için gerekli koşula dikkat çeken şu satırları kaleme alıyordu: “Aklı başında hiç kimse, uygarlık tarihi kadar eski olan bu özel yarayı, Sovyet rejimine bağlamaya elbette kalkamaz. Fakat fahişelik kol gezerken sosyalizmin zaferinden söz edenleri de kimse bağışlayamaz.”[3] Bu perspektiften yoksun olan Stalinist bürokrasi fahişeliği yasakladı (yasakla çözülüyordu sanki!). Keza eşcinsellik de yasalara aykırı kabul edildi (hastalık olmasın sakın!).

Ne var ki Stalinist bürokrasi kadın sorununda gerçekleştirdiği karşıdevrimde de “devrimci” lafların arkasına sığınmaktan geri durmadı. Sanayileşme yolunda muazzam bir işgücüne ihtiyaç duyan ve bu nedenle tıpkı ilk kapitalistler gibi kadınları çalışma hayatına davet eden Stalinist bürokrasi, kadınların iş gücüne katılım oranlarını kadının özgürleşmesi olarak lanse etti. Kadınların sırtında onca yük varken ve ayrımcı yasalar-uygulamalar devam ederken kadının özgürleştiğinden bahsetmek elbette sonrasında kapitalist devletlerdeki egemen sınıfın da başvuracağı dalaverelerden biriydi. Tüm bunları söyledikten sonra, kadınların Stalinist devletlerde planlı ekonomi sayesinde sahip oldukları avantajları da belirtmeden olmaz. SSCB’nin yapısı gereği, kadınların sosyal güvenceleri kapitalist ülkelerdekinden daha iyiydi. 1945 sonrası çift kutuplu dünyada iki egemen sınıf (kapitalist burjuvazi ve Stalinist bürokrasi) kadın işçileri ve genel olarak işçi sınıfını iki ayrı şekilde boyunduruk altına almıştı. Kapitalist dünya belirli demokratik hakların yanına yine o günkü konjonktür gereği belli sosyal haklar koymuş olmasına karşın, kitleleri özgürlük masalıyla uyutarak ama sosyal haklar sorununu geri plana iterek sömürüyor ve baskı altına alıyordu; SSCB’de ise her türlü demokratik hak ortadan kaldırılmış fakat bunun karşılığında “tam istihdam” (köleci çalışma kampları da dahil!) ve sağlık, eğitim vb. alanlardaki görece ileri sosyal haklar gibi kitlelere sosyalizm masalını okumanın zeminini oluşturacak araçlarla sömürü devam ettiriliyordu. Örneğin 1990’da kapitalizmin yeniden kurulmasıyla birlikte gelen özelleştirmeler sonucunda işsiz kalanların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyordu. Nitekim bugün de, yıkılışının üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra, kapitalist piyasa çılgınlığının mağduru olan eski Stalinist ülkelerdeki birçok insan o dönemin belli sosyal güvencelerine özlem duymaktadır. Elbette ne sosyalist olduğunu iddia eden bir tek parti diktatörlüğü ne de piyasanın çeşitli egemenlik biçimleri (kısacası kapitalizm) kadınların kurtuluşunu sağlayabilir. Biz kadınların kurtuluşu için öncelikle geniş ölçekte üretim alanında yer almamız, yani kendi ayaklarımız üzerinde duracak kadar çalışabilmemiz ve ev işlerinin kısır üçgeninin (mutfak, temizlik, çocuk bakımı) bizi asgari düzeyde uğraştırıyor olması gerekir. Marksizmin kadın sorununu sınıf sorunuyla bağlantılı toplumsal bir dönüşüm meselesi olarak görmesinin nedeni bu üçgende saklıdır. Bu üçgenin üç kenarı da toplumsal sorunları ifade eder ve bunlar öyle köklü toplumsal sorunlardır ki küçük çaplı reformlarla çözülemez, toplumun baştan aşağı dönüşümünü, yani sosyalist devrimi gerektirir.

Notlar

[1] L. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Alef yay., 2006 [1937], s. 202.

[2] L. Troçki, “Ailede Termidor” (1936), Gündelik Hayatın Sorunları içinde, Yazın yay., 2000, s. 90.

[3] İhanete Uğrayan Devrim, s. 91.