Komünist Manifesto “günümüze kadarki bütün toplumların tarihi (yani yazılı tarih) sınıf mücadeleleri tarihidir” diye başlar. Bunu başka bir cümleyle tamamlamak mümkündür: Bugüne kadarki tüm yazılı tarih, kadınların ezilmesinin, aşağılanmasının ve yok sayılmasının tarihidir. İnsanın insan tarafından her türlü sömürüsü bin yıllardır devam eden sınıflar arası eşitsizlik üzerinde yükselir. Sınıflı toplumların son aşaması olan kapitalizmde aynı sınıfsal eşitsizlik toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının sömürüsü üzerine kuruludur; bu sömürü olmadan kapitalizmin varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Aynı şekilde, sınıf çelişkisinin ayrılmaz bir parçası da cinsler arası eşitsizliktir. Sömüren-sömürülen ilişkisini ifade eden sınıfların ortaya çıkışına aynı zamanda erkeğin kadın üzerindeki egemenliği, ya da Engels’in tabiriyle, kadının dünya çapındaki tarihsel yenilgisi tekabül eder. “Tarihte ortaya çıkan ilk uzlaşmaz sınıf karşıtlığına tekeşli evlilikte kadınla erkek arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, sınıflar arası ezme-ezilme ilişkisine de kadınların erkekler tarafından ezilmesi denk düşer.”[1] Dolayısıyla kapitalizmin ve bir bütün olarak sınıflı toplumların temelinde kadınların ezilmesi de vardır. Kadınlar sınıflı toplumlarda arka plana itilmiş, çeşitli haksızlıklara maruz bırakılmış, dövülmüş, aşağılanmış, yok sayılmışlardır. Bu iki ezme-ezilme ilişkisini birleştirdiğimizde, kadın işçilerin, başka bir deyişle işçi sınıfının kadın üyelerinin çifte bir ezilmişliğin mağduru olduklarını anlamak mümkündür. Sömürünün, baskının, ezilmenin bu çifte niteliğini anlamayan bir işçi hareketinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Sorunu yalnızca ilk kısımla (işçi sınıfının ezilmesiyle) sınırlayan ya da kadınların maruz kaldıkları kaba ezilme biçimlerini görmekle yetinip, ince, incelikli ayrımcılık ve ezme biçimlerine göz kapayarak, “neticede bütün işçiler eziliyor” diyen bir hareket, işçi sınıfının yarısıyla ilişkilerini asla belli bir seviyenin ötesine geçiremeyeceğinden, hiçbir zaman başarıya ulaşamayacaktır. Hatta bu dinamiği anlamayan bir hareketin, özellikle de gelişmiş ya da gelişmekte olan kapitalist ülkelerde var olması bile mümkün değildir, zira kadınlar bu ülkelerde yalnızca işçi sınıfının parçası değil, aynı zamanda vasıflı-eğitimli nüfusun azımsanmayacak bir kesimini oluşturmaktadır. En basitinden, üzerinde yaşadığımız topraklarda kafa emeğiyle uğraşan ya da yüksek eğitim alan kadınların erkeklere oranı her geçen gün artmaktadır. Bu bakımdan, kadın sorununun işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından muazzam bir öneme sahip olduğunu söylemek, her şeyden önce, devrimci kadroları bu sorun konusunda sağlam bir şekilde eğitmek demektir. Bu eğitimin en önemli ayağını pratik, günlük hayattaki davranışlar oluştursa da, devrimci teoriyle donanmadan bu pratiğin kalıcılaştırılamayacağı da açıktır.
Kadın Sorununun Tarihsel Kökeni
Kapitalizm yalnızca insanlığın üretici güçlerinde değil, kadın sorununun çözümünde de önemli bir ilerlemeyi ifade eder. Bu adımı en iyi şöyle ifade edebiliriz: Kadın sorunu diye bir sorunun ortaya çıkışı ya da tanınması, başka bir deyişle böyle bir sorunun varlığının (dost ya da düşman tarafından) kabul edilmesi bile kapitalizmin bir sonucudur. Kapitalizm öncesi toplumlarda, deyim yerindeyse, “kadın sorunu” diye bir sorun bile yoktur. Elbette kadın sorunu, yani kadının toplumda arka plana atılması ve ezilmesi bütün sınıflı toplumlara özgü bir sorundur, elbette kapitalizmden önce de kadınlar ezilen cinse mensuptu. Fakat kapitalizm öncesinde kadınların ezilmesine karşı çıkanların bile bu sorunu gündeme getirmediklerini, protestoların olsa olsa bireysel karşı çıkışlarla sınırlı olduğunu görüyoruz. Başka bir deyişle, kapitalizm öncesinde bu gerçeğin dile getirildiğini, bir tartışma maddesi olarak gündeme alındığını bile söylemek güçtür. Bu sorunun tarihsel olarak gündeme alınması ancak kapitalizm döneminde mümkün olmuştur. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, kimi zaman, kadının ikinci sıraya bile atıldığını söylemek güçtür, zira bu toplumların esasen tarıma ve savaşa dayalı yapısı kadını hayvanlardan da geriye itmektedir. Bu durum yalnızca “at, avrat, silah” sıralamasında yansımasını bulan Doğu toplumları için değil, Batı için de geçerlidir. Batı’da da kadın aynı dışlanmışlığın sıkıntısını çekmiştir. “İncelikli” ayrımcılık ve kadın sorununun tanınması bile sınıflı toplumlar tarihinde yeni bir olgudur. Ondan önceki döneme, neredeyse tüm topluma yayılmış aleni bir kadın düşmanlığı damgasını vurur. Örneğin ünlü bir filozof olarak çağının ilerisinde olmasını bekleyeceğimiz Platon’un tanrılara müteşekkir olma nedenlerinden birisi kendisini kadın değil, erkek olarak yaratmış olmasıdır! “Benzer bir düşünce Yahudi erkeklerin sabah duasında da dile getiriliyor: ‘Beni bir kadın olarak yaratmayan efendimize şükürler olsun.’ Kadınlar ise söz konusu yerde ‘beni kendi isteğine göre yaratan…’ diyorlar.”[2]
Aynısı daha sonraki filozoflar ya da dinler için de geçerlidir. Marx’ın çağdaşı birçok düşünürde de bu tür aleni kadın düşmanı ifadelere rastlamak mümkündür. Keza semavi adı verilen diğer dinlerde de durum farksızdır. İslami yasaları koyan Kur’an’da, “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kılması sebebiyle … erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Başkaldırmalarından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve dövün” (Nisa suresi 34) diye yazar. Davalarda, borçluluk durumlarında vs., şahit gerektiğinde “erkeklerinizden iki şahit gösterin. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden olmak şartıyla bir erkek iki kadın gösterin” (Bakara suresi 282) denir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Denilebilir ki, istisnasız bütün düşünce dünyasına, ahlaki, dini ve toplumsal hayata bu kadın düşmanı görüşler damgasını vurmuştur. Ama her şeye rağmen kadının ezilmesi insanlık tarihinin yalnızca kısa bir dönemi için geçerlidir. Yüzyıllardır dünyanın genelinde erkek egemen bir toplumda yaşıyor olmamıza karşın, insanın dünya üzerindeki varlığının uzunca bir döneminde bu ayrımcılığın izi bile yoktur. Kadınların toplumsal hayatta geri plana itilmeleri bundan beş-on bin yıl öncesine denk düşen sınıflı toplumların ortaya çıkış sürecine paralel olarak gelişmiştir. Gerçekten de genel kanının aksine, kadınların toplumdaki rolü her zaman erkeklere tabi olmamıştır. Erkeklerin insanlığın ilk günlerinden bu yana kadınlardan üstün bir konumda olduğu görüşü büyük bir yalandır. Nasıl ki kapitalizm yanlıları sınıflı toplumu ve kapitalistlerin egemenliğini meşrulaştırmak için toptancı bir yaklaşımla “insan doğasında eşitsizlik var, insanlar birbirleriyle çekişmeye mecburdur” türünde boş genellemelerle kapitalizmin insanın değişmez yazgısı olduğunu iddia ediyorlarsa, aynı şekilde erkek egemenliğinden, kadınların ezilmesinden yana olan kesimler de erkeğin “üstünlüğünü” birtakım doğal nedenlere dayandırmaya çalışıyorlar. Buna göre, erkeğin doğuştan gelen birtakım özellikleri onu kadına karşı üstün kılmıştır ve bu da demektir ki insanlık ilk günden bu yana bir “Âdem ile Havva” olarak yaşamıştır: Öncü-ayrıcalıklı erkek ile hayatta olmasını bile bir erkeğe muhtaç olan kadın. Oysa bu tümüyle mesnetsiz bir iddiadır. Kadınların tüm insanlık tarihi boyunca ikinci planda kaldıkları doğru değildir ve Marksizmin kalkış noktası da bu tarihsel gerçekliktir. Bu konuda Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı çok uzun zaman önce (1888) yazılmış olmasına karşın, genel anlamda geçerliliğini korumaktadır. Gerçekten de modern antropologların insanlığın ilk dönemlerine ilişkin söyledikleri Engels’in bu eserinde yazdıklarını kanıtlar mahiyettedir. Engels’in kitabının temel tezi, ezeli-ebedi olduğu düşünülen üç olgunun –(çekirdek) aile, özel mülkiyet ve devletin– tarihsel gelişim içinde aynı kökenden doğduğudur. Bu köken üretim sürecidir, yani insanların kendilerini hayatta tutabilmek adına yürüttükleri faaliyetlerin mahiyetidir. Engels insanlığın üretici güçlerinde ulaşılan belirli bir aşamada üretim biçiminde bir devrim yaşandığını ve bu temelde düzenli bir artı sağlayabilecek bir üretim biçiminin ortaya çıktığını söyler. Bu düzenli artı, sınıfların ortaya çıkması için nesnel bir zemin oluşturur. Engels sınıfların ortaya çıkışına paralel olarak, ya da daha doğru bir tabirle bunun bir sonucu-devamı olarak ailenin, özel mülkiyetin ve devletin ortaya çıktığını söyler. Çekirdek aile, kadının dünya çapındaki tarihsel yenilgisini ifade eder ve bu da tarihsel bir gerçeklik olarak kadın sorununun ortaya çıkışı demektir. Modern antropologların tespitleriyle de örtüşen Engels’in bu önermesi, bize kadın sorununun çözümü noktasında önemli bir ipucu sunmaktadır. Bunu en basit şekilde şöyle ifade etmek mümkündür: Marksizmin kadın sorununa ilişkin çözüm önerisi, tarihin belirli bir aşamasında gelişen süreci, genel hatlarıyla, tersine çevirmektir. Yani kadın sorunu ailenin, özel mülkiyetin ve devletin ortaya çıkışıyla, bu demektir ki sınıfların ortaya çıkışıyla doğrudan bağlantılıdır ve bu sorunlardan ayrı düşünülemez, ancak bunların çözümüyle birlikte çözülebilir. Kadın sorununun ayrı bir başlık olduğu doğrudur, ama bağımsız bir konu değildir, nihai-gerçek çözümü bahsi geçen diğer sorunlarla doğrudan bağlantılıdır. İnsanlığın yeryüzünde geçirdiği dönemin neredeyse yüzde 99’unu kapsayan bir dönemde insanın temel “üretim” biçimi avcılık ve toplayıcılıktı. İnsanın doğa üzerindeki egemenliğinin hâlâ ilkel seviyede olduğu bu aşamada, bir maddi üretimden bahsetmek pek doğru olmaz. Daha ziyade insanların doğanın verdikleriyle yetindiklerini söylemek gerekir. Marx-Engels’in “ilkel komünal” adını verdikleri bu topluluklarda yegâne işbölümü kadınla erkek arasındaki “biyolojik” işbölümüdür. “Vahşi doğa” karşısındaki güçlüklerden ötürü, çocuk doğurmak ve bakmak zorunda olan kadınlar toplayıcılıkta, erkekler ise avcılıkta uzmanlaşmışlardır: Toplayıcı-avcı topluluklarında kadınla erkek arasında değişmez bir işbölümü vardır. Avlanma erkek işidir; bitkisel yiyecek toplama işi ise kadınlara aittir. İşbölümü elbette çok katı değildir. … [Zira] bitkisel yiyecek toplarken yırtıcı hayvanların saldırısına uğrama tehlikesi her ne kadar varsa da, avlanmada karşılaşılabilecek tehlikeler daha büyüktür.[3]
Bu ilkel eşitlik toplumsal alana da yansımıştı. Erkekler toplumsal hayatta merkezî bir role sahip değillerdi, hatta denilebilir ki kadının gerisinde yer alıyorlardı. Tekeşliliğin egemen ilişki biçimi olmadığı o günün şartlarında soyçizgisini takip edebilmenin yegâne yolu, çocuğu doğuran annenin üzerinden soyu devam ettirmekti. “Bunun sonucunda, kadınlar… çok büyük bir saygı görüyor ve saygınlığa sahip bulunuyorlardı.”[4] Başka bir deyişle, kadının biyolojik özellikleri, yani rahim organına sahip olması kadını toplumda merkezî konuma getirmişti. Tarihüstü bir ahlak kavramı olmadığı gibi, soyut bir kadın-erkek kavramı da yoktur. Kadınla erkek arasında elbette farklılıklar vardır, fakat farklılıkların çoğu yalnızca cinsiyet farklılığı değil, bireysel farklılıklardır, yani bir insanın diğerinden farklı olması gibi kadınla erkek arasında da farklılıklar vardır. Kadınların tarihteki tali rolünü kadın cinsine özgü “kusurlara”, birtakım içkin nedenlere yormak (biyolojik belirlenimcilik) tarihsel gerçekliğe aykırıdır ve ırkçılıktır. Biyolojik özellikler tarihte bağımsız bir rol oynamazlar, aksine tarihsel gelişimin-evrimin bir ürünü oldukları gibi, aynı zamanda tarihsel gelişim içinde farklı roller oynarlar. Yukarıda ifade edildiği gibi, henüz tekeşliliğin yerleşmediği toplumlarda kadının rahim organına sahip olması (biyolojik özellikleri) kadının erkekten bir adım daha ileride olmasını sağlıyordu. Fakat değişen koşullarla birlikte rahim organının da işlevi değişti. Tekrarlamak gerekirse, rahim organı, ya da daha doğru tabirle çocuk doğurma hem kadını toplumsal ilişkilerin merkezine koyuyor hem de belli aralıklarla –çocuk doğurma dönemlerinde– eve hapsediyordu. Tarımsal üretim ve hayvancılığın ortaya çıkışıyla birlikte bunlardan ikincisi daha ağırlıklı bir rol oynayacaktı.
Tarihsel olarak aynı döneme denk düşen tarımsal üretimin doğuşu ve hayvancılığın gelişmesiyle birlikte toplumsal ilişkilerde köklü bir dönüşüm yaşandı. Tarımsal üretim emek üretkenliğini muazzam düzeyde artırdı ve bireysel emek tarihte ilk kez kendi ihtiyacından daha fazlasını düzenli olarak üretebilecek seviyeye geldi. Tarımsal üretim, diğer “üretim” tarzlarını tümüyle ıskartaya çıkardı, esas ağırlığı ele geçirdi ve zenginliğin kaynağı haline geldi. Kadının yine çocuk doğurma-bakımı gibi nedenlerle ağır tarım işlerini yapması ya da en azından düzenli olarak yapması kolay değildi. Özellikle de emek verimliliğindeki artışın çalışan insan, yani çocuk sayısının artışını da ihtiyaç haline getirmiş olması, doğanın verdikleriyle yetinen ve kıtlık korkusu nedeniyle kendi doğal “doğum kontrol” yöntemlerini geliştiren önceki toplumların aksine, doğurmayı teşvik edici bir rol de oynadı. Böylece üretkenlik artmasına karşın, kadının üretimde ön plana çıkmasının önünde daha büyük bir engel ortaya çıkmış oldu. Ünlü tarihçi Childe, üretim araçlarındaki değişimin kadının rolündeki değişime etkisini şöyle açıklar: Saban, çiftçiliği, küçük toprak parçaları üzerinde yapılan ekim biçiminden tarıma (tarlaların sürülmesiyle yapılan üretime) geçirdi ve bitki yetiştirmeyle sürü beslemeyi birbirinden ayrılmaz biçimde birleştirdi. Kadınları en ağır işten kurtardı, fakat bununla birlikte kadınları taneli ürün yetiştirme alanlarındaki tekellerinden ve bunun kendilerine sağladığı üstün toplumsal statüden etti. Barbar toplumlar arasında toprak parçalarını çapa ile işleyen kimseler genellikle kadınlar iken, tarlaları süren erkeklerdir. … Erkekler kadınları çapalama, yük taşıma ve çömlek yapma alanındaki ağır ama önemli görevlerinden kurtararak, üstün analık hukukunun ekonomik dayanakları ile ilişkisini kesmiş oldular.[5] Keza hayvancılık da erkeklerin lehine gelişti. Sınıfsız toplumdaki doğal işbölümünün ürünü olarak avcılıkla ilgilenen erkeklerin, hayvanların evcilleştirilmesi işinde öne çıkmaları kaçınılmazdı. Başka bir deyişle, tarım ve hayvancılıktan önceki koşullarda kadınlara olumlu yönde etki eden “biyolojik etkenler”, yeni koşullarda erkeğin yararına işlemişti. Sınıflı toplumun ortaya çıkışına paralel olarak kadın eşit, hatta üstün konumunu kaybetti ve ezilen cins konumuna düştü.
Kapitalizmin Doğuşu ve Kadınlar
2008 sonu itibariyle dünyadaki resmi işsiz sayısı 200 milyon, ama gerçek rakamın milyar bazında ifade edilmesi gerektiğini düşünenler çoğunlukta, zira günde 1 dolarla geçinmek zorunda olanların sayısı hızla 2 milyar sınırına yaklaşıyor. Bu rakam, dünya nüfusunun neredeyse üçte biri anlamına geliyor. Kadınlar açısından ise durum daha da vahim. BM verilerine göre, dünyadaki çalışma saatlerinin üçte ikisi kadınlar tarafından dolduruluyor ve gıda üretiminin yüzde ellisi kadınlar tarafından yapılıyor, fakat gelirden kadınların payına düşen pay yalnızca yüzde on! Her şey bir tarafa, kadınlara yönelik şiddet, ergen ve yetişkin kadınlarda, kanser, sıtma, trafik kazaları ve savaşlardan daha fazla ölüme ve hastalığa-yaralanmaya yol açıyor; her yıl en az yarım milyon kadın doğum sırasında yaşamını kaybediyor, okuma yazma bilmeyenlerin, yoksulluk sınırının altında yaşayanların hemen hemen dörtte üçünü kadınlar oluşturuyor. Bugün, bu sorunları bile çözmekten aciz bir sistemde yaşıyoruz.
Fakat bu verilere bakarak kapitalizmde kadın sorununun yalnızca bir yönünü görebiliriz ve daha da önemlisi çözüme giden yolda çok önemli bir ipucunu kaçırmış oluruz. Gerek bu korkunç verilerin gerçek anlamını daha iyi anlamak gerekse de çözüme giden yolda önemli bir adım atmak için, bugün emekçi kadınlar açısından dünyayı bir kâbusa çevirmiş olan kapitalizmin, kadın sorunu çerçevesinde gerçekleştirdiği ilerlemeyi, daha doğrusu devrimi dikkate almak gerekiyor. Burada meselenin özünü bir sistemin yükseliş dönemi ile çöküş dönemi arasındaki farklılık oluşturmaktadır. Kadın sorununun çözümünde bu zamana kadar en büyük devrim kapitalizmle birlikte gerçekleşmiştir. Kapitalizm, kadınları kitleler halinde üretim sürecinin içine çekerek aslında özgürleşmelerinin önündeki en büyük engeli kaldırmıştır. Fakat kapitalizm bunu kendi bildiği tarzda, yani bir eşitsizliği düzeltirken başka eşitsizlikleri yeniden üreterek ve keskinleştirerek yaptığı için sorun ortadan kalkmamıştır. Öncelikle kapitalizmin bu hususta en büyük atılımı gerçekleştirdiğini söylerken ne kastettiğimizi açalım. Burada kapitalistlerin ya da bir bütün olarak burjuvazinin soruna iradi-öznel müdahalesinden ziyade, kapitalizmin içsel dinamiklerinden bahsetmek gerekir. Üretimde makineleşmeyle birlikte insanlığın üretim kapasitesini genişleten kapitalizm, bu suretle hem işgücüne olan ihtiyacı artırarak yalnızca erkek işçi ordusuyla yetinemez hale gelmiş hem de üretim sürecinde işçinin rolünü arka plana iterek yapılan işi basitleştirmiştir. Böylece emeğin ya da daha doğrusu emek-gücünün sahibi olarak insanlar arasında eşitliğin nesnel zeminini döşemiştir. Marx bu durumu, burjuva çağda, “değerin özünü oluşturan emek, türdeş insan emeğidir, tek tip emek-gücü harcanmasıdır”[6] diyerek açıklar. Modern sanayi temeli üzerinde yükselen kapitalist üretim ilişkilerinde, emeğin kendi yararlı niteliğinden bağımsız olarak niceliği ön plana çıkar, yani üretilen mallar birer meta (satışa tabi, mübadele edilebilir bir şey) haline geldiği için, metalar (yani farklı emek türleri) arasındaki tek fark niceliğidir. Örneğin gömlek üretmek için gerekli üç saatlik emek, saat üretmek için gerekli emekten daha değerli olsa da, saat üreticisi altı saat çalışarak gömlekçinin üç saatlik cisimleşmiş emeğini satın alabilir. Önceki toplumlarda da görülen bu ilişki biçimi kapitalizmde genelleşir ve her şey alınıp satılabilir bir nesne haline gelir. Kapitalizm bunu üretime büyük ölçekli sanayiyi uygulayarak gerçekleştirir. Makineli üretim işçinin rolünü azaltır, işi (işçi için daha az ya da daha az yoğun çalışma anlamına gelmese de) nesnel olarak kolaylaştırır: “Tayvan’daki okula gitmeyen kız çocukları karmaşık televizyonları en az New Jersey’deki lise mezunları kadar iyi monte etmektedir. Afrika ya da Asya uluslarının eğitimsiz işçileri küçük transistordan devasa türbinlere kadar her türlü karmaşık ürünü en az Pennsylvania’nın ya da Batı Yakası’nın vasıflı işçileri kadar kolay üretebilmektedir.”[7] Marx bunun nedenlerini şöyle açıklar: Makine kas gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, kasları zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan sermayenin egemenliği altına sokarak, ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına el atmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de el atmıştır.[8]
Bu nedenle burjuvazi ayrıcalıklı bir egemen sınıf olan soyluluğa karşı, tarih sahnesine ayrıcalıksız bir egemen sınıf olarak ve eşitlik düsturunu dillendirerek atılabilmiştir. Ekonomi alanındaki bu eşitliğin toplumsal hayattaki karşılığı ise, artık yalnızca soylularla avamın değil, kadınla erkeğin de “eşit” olmasıydı. Kapitalizmin sürekli genişleyen işgücü ihtiyacı kadınları da üretim sürecinin içine çekmiştir. Burada çift yönlü bir süreçle karşı karşıyayız. Kapitalizm bir genelleşmiş meta ekonomisidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bütün değerlerin ve malların mübadele için (yani kullanım için değil, satış için) üretimine dayalı bir toplumdur. Buna elbette ev içi alan da dâhildir. Kapitalizm öncesi toplumlarda evde yapılan işlerin önemli bir çoğunluğu bugün tarihe karışmıştır. Önceden ekmek evde pişirilir, kıyafet evde dikilir, temizlik malzemeleri evde imal edilirdi; yün eğirmek, dokuma yapmak kadının temel görevleri arasındaydı. Oysa bugün ev içinde tüketilen ürünlerin ya da hizmetlerin ezici çoğunluğu ev içi emeğin değil, kapitalist sanayinin alanı dâhilindedir. Yiyecek-içecekten ısıtmaya, hatta evin kendisine kadar kullanılan her şey kapitalist pazarın ürünüdür, ev sakinlerinin emeğinin değil. Bu durum kadının dışarıda da çalışabilecek zamanı bulması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla kadının özgürleşmesine giden yolda bu büyük adımın kapitalist sınıf açısından ne denli yararlı olduğunu görmek mümkündür. Kadını ev içi yaşamın birçok angaryasından kurtaran (ama bir yandan da yeni angaryalar üreten) kapitalizm, kendisine yalnızca taze ve ucuz bir işgücü kaynağı değil, aynı zamanda eskiden kadının ev içi emeğiyle karşılanan alanı piyasa ekonomisinin girdabına çekerek, muazzam bir kâr alanı da bulmuştur.
Bu tarihsel gelişmeler Marksistlerin karşı çıkmak bir tarafa, sahiplendikleri ilerlemelerdir. Yazılı tarihin her aşamasında köklü dönüşümler beraberinde bir yığın çelişki de getirmiştir. Bu çelişkilerin ortadan kalkması için gerekli nesnel zeminin oluştuğu döneme (kabaca söyleyecek olursak, emperyalizm dönemine) kadar, Marksistler bu gelişmelere çok net bir şekilde destek vermekten geri durmamışlardır. Zira Engels’in de dediği gibi, “medeniyetin temeli bir sınıfın bir başka sınıf tarafından sömürülmesi olduğundan, bütün gelişme sürekli bir çelişme içinde oluşur. Üretimdeki her ilerleme, aynı zamanda, ezilen sınıfın, yani büyük çoğunluğun durumunda bir gerileme belirtisidir.”[9] Başka bir deyişle, sınıflı toplumun ortadan kalkması için nesnel zemin oluşmadığı sürece, toplumsal gelişmelerin taşıyıcı gücünün sınıflar olması ve dolayısıyla ilerlemeyle çelişkinin kol kola gitmesi doğaldır. Burada da aynı durum geçerlidir. Tarihsel açıdan henüz miadını doldurmamış, üretici güçlerin gelişimi önünde henüz engel teşkil edecek konuma gelmemiş bir sınıf, kendi sınıfsal çıkarlarının peşinde koşsa da, toplumun geneli için çok köklü dönüşümler sağlayabilmiştir. Lenin’in de Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde “kadınların ve çocukların üretim sürecine çekilmesi son kertede ilericidir”[10] derken kastettiği budur. Lenin elbette kadınların kapitalistler açısından daha da dizginsiz bir sömürü için üretim sürecine dâhil ettirildiklerinin farkındadır. Nitekim aynı yerde, kapitalizmdeki iğrenç çalışma koşullarını aktarır: Sağlıksız ortamlarda günde asgari 15 saat çalıştırılan ve karşılığında kendilerine beyaz ekmek bile çok görülen kadınların özgürleşip özgürleşmediği burjuvazi açısından hiçbir önem taşımaz. Fakat nasıl ki üretimde makine kullanımının insanlığa yararları ile burjuvazi tarafından kullanılması ve kötüye kullanılması arasında ayrım yapıyorsak, yani bunlardan ilkini insanlığın refahı için bir zorunluluk olarak görüp, ikincisinin bir an önce tasfiye edilmesi gereken bir ayak bağı olduğunu düşünüyorsak, burada da benzer bir yaklaşımla sapla samanı ayırmamız gerekir. Lenin de bunu yapar. Öncesinde toplumsal ilişkilerden yalıtılmış, ev içinde kısır bir döngünün içine hapsedilmiş kadının toplumsal üretime ve ilişkilere çekilmesi ve “bağımsızlıklarının artması, kapitalizm öncesi ilişkilerin ataerkil hareketsizliğine nazaran kıyaslanamayacak derecede üstün koşulların yaratılması” (a.g.e.) nedeniyle bu bir kazanımdır. Bize düşen çarkı geriye çevirmek değil, daha da ileriye döndürmektir: Koşulları düzeltmek, bunun için de kapitalizmi ortadan kaldırmaktır. Bundan 200-300 yıl önceki kapitalizm, üretici güçleri geliştiren bir toplumsal yapı olarak, tıpkı bugün olduğu gibi o dönemde de kâr peşinde koşan kapitalistler tarafından temsil ediliyor olmasına karşın, insanlık açısından dev adımlar atabiliyordu. Bugünse kapitalizmin aynı dinamizmi sergileyebildiğini söylemek olanaksızdır. Dolayısıyla kapitalizmin bu konuda attığı adımı küçük görmeden, işleyen dinamiklere odaklanmak zorundayız. Burjuvazinin önderlik ettiği sanayiye dayalı modern üretim ilişkileri kadını toplumun çeperlerinden çekip almış ve üretim ağının içine fırlatmıştır. Bu anlamda kadın özgürleşmiştir, yani kadınlar erkeklerle aynı özgürlüğe kavuşmuşlardır. Bu özgürlüğün adı sömürülebilme özgürlüğüdür. Öncesinde erkeklerle aynı cümle içinde bile adı geçmeyen kadın, artık biçimsel anlamda özgürlüğe ve eşitliğe kavuşmuştur. Artık eşitsizlik ilişkisi toplumun gözeneklerinde değil, bizatihi içinde devam edecektir.
Bunun pratikteki anlamı daha fazla mücadeledir. Kapitalizm kadınların ezilmişliğini, kadınlara yönelik haksızlıkları, baskıları daha da inceltmiş, fakat ortadan kaldırılması için gerekli nesnel zemini yaratmış olması bakımından bu ayrımcılığı belki de tarihte hiç olmadığı kadar gözle görülür (ve çözülebilir) hale getirmiştir. Başka bir deyişle, burada tarihin diyalektiği hükmünü icra etmiştir: Kadının özgürleşmesi yolunda belki de en büyük adımı atmış olan toplumsal sistem, aynı zamanda kadın sorununun en yakıcı hale geldiği dönemi ifade etmektedir.
Günümüz Kapitalizminde Kadınların Durumu
Kapitalizm gerçekten de kadınların toplumsal hayattaki konumunda çok önemli ilerlemelerin mimarıdır. Sınıflı toplumlar tarihinin hiçbir döneminde kadınların yaşam standardında buna denk düşen bir ilerleme kaydedilmemiştir. Fakat kapitalizm yalnızca olumlu anlamda yenilikler getirmemiştir. Kapitalizm diğer sınıflı toplumlarda da var olan insanlık dışı eğilimleri uç boyutlara taşımıştır. Kadının erkekler için bir cinsel nesne, deyim yerindeyse, bir et parçası olarak görülmesi hiç olmadığı kadar sistemli, organize bir nitelik kazanmıştır. Kadını “cinsi latif” diye nitelendiren anlayış, kapitalizm altında kadının letafetini (güzelliğini) çok yaygın kullanılan bir meta haline getirmiştir. Bu yaklaşım kadın sorununun kaynağında olmasa da, kadınları ikinci sınıf gören anlayışın ayrılmaz ve güçlendirici bir parçasıdır. Meselenin yalnızca moda, şov dünyası gibi yaldızlı, “albenili” yanlarının değil, fuhuş çeteleri, porno mafyası vs. gibi kısımlarının da olduğunu unutmamak gerekiyor. Neticede dünyada hâlâ önemli sayıda kadının hayatı uluslararası fuhuş çetelerinin elinde karartılmaktadır. Bu fuhuş mağdurlarının içinde çocuk yaştakilerin sayısı bile maalesef milyonlarla ifade edilmektedir. Kadınlar belli başlı ülkelerde eşit işe eşit ücret hakkını kazanmış olmalarına karşın, ücret ayrımcılığı istisnasız her ülkede değişen oranlarda devam etmektedir. Birçok ülkede bu oran yüzde elliyi bile geçmektedir. Elbette verilen istatistiklere ücretsiz kölelik diye adlandırabileceğimiz ev içi emek dâhil değildir. Düzenin bekası açısından belki de en yararlı işlerden birini yapıyor olmasına karşın, ev kadınının emeği hâlâ ücret kapsamına girmemekte, yıllarca evde çalışan kadınlar herhangi bir sosyal hak edinememektedir. Oysa en basit bir hesapla, ev kadınları bir patronun ödeyeceği ücreti yüzde 40-50 azaltmaktadır. Burada meseleyi kadın-erkek arası duygusal birliktelik çerçevesinde ele almamak gerekir; esas sorun kadınların iş hayatı çerçevesinde gayet yararlı bir iş yapıyor olmalarına karşın, hem hukuki anlamda hem de manevi anlamda hiçe sayılıyor olmalarıdır. Ev kadını hukuki anlamda her türlü haktan yoksundur. Maddi bir gelire sahip olmadığı için, aslında kendi ayakları üzerinde duramayacağının bilincindedir. Bu durum kocasıyla olan ilişkisinde bağımlılığı ifade eder. Manevi anlamda ise, bir ev kadını başka işlerde çalışan kadınlar (ya da erkekler) karşısında önemsiz, işe yaramaz olduğunu hissetmekte, kendisini küçük görmektedir. Üstelik “eve kapatılmış melek” olarak görülmenin getirdiği psikolojik yükler ve geri kalmışlık da cabası. Yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalizmin yararı yalnızca kadını çalışma hayatının içine çekmekle sınırlı olmamıştır; modern sanayi ev işlerini de görece kolaylaştırmıştır. Ev işlerinin kendi kısır döngüsünü ve angarya niteliğini bir anlığına bir kenara bırakacak olursak, aslında ev işleri azalmıştır. Elektrik, su, doğalgaz ya da kalorifer imkânları ve diğer elektronik aletler ev işlerini geçmişe oranla oldukça kolaylaştırmıştır. Ama maalesef, kapitalizmin eşitsiz yapısından ötürü, bu araçların yaygınlığının son kertede kişinin sınıfsal statüsüne göre belirlendiğini ve dahası bu aletlerin dünyanın birçok bölgesine hâlâ ulaşmadığını görüyoruz. Başka bir deyişle, kapitalizm kadının evle alakalı sorunlarını çözmekten ziyade karmaşıklaştırmıştır. Önceden kural olarak yalnızca ev içinde çalışan kadınlar, toplumsal çalışma hayatının içine çekilmişlerdir, fakat ev içi kölelik bağlamındaki değirmen taşları hâlâ kadınların boynunda asılı durmaktadır. Böylece kadınlar hem dışarıda hem de evde çalışmaktadır. Bunun sorun yaratan çeşitli boyutlarına değinmek mümkündür. Bunlardan birisi hamilelik ve çocuk bakımıdır. Birçok kadın açısından çocuk doğurmak çalışma hayatına veda etmek anlamına geliyor. İşçilerin gerçekten yararlanabilecekleri sağlam, işleyen bir kreş hizmeti sistemi olmadığı için, birçok anne-işçi ya çocuğunu kreşe emanet etmek istemediğinden ya da düzgün bir kreşe gücü yetmediğinden çalışma hayatından “erken emekli” olmaktadır. Kürtaj hakkına yönelik dünya çapındaki saldırılar, hamilelik izni, emzirme hakkı vb. gibi hususlarda yerleşik, güvenceli yasaların olmaması ya da uygulamada sorunların yaşanması da yine dünya çapında görülen bir olgudur. Kadın sorununun evrenselliğini anlamayan ya da bunun üstünü örtmek isteyen anlayış meseleyi “ileri, aydınlanmış” Batı’nın aksine “geri kalmış” Doğu’ya özgü bir sorun olarak lanse etmeye çalışsa da, Batı ülkelerindeki kadın işçiler de aynı sorunlardan mustariptir. Orada da çocuğunu iyi-güvenilir bir bakıcıya bırakmak küçük bir azınlığın tekelindedir, fahiş fiyatları karşılayabilmek ortalama bir işçi ailesinin imkânı dâhilinde değildir, kürtaj hakkına pervasızca saldırılar sürmektedir vs.
Gerçekten de kapitalizmin kadınları içine ittiği berbat koşulları gözlerden saklamak, kapitalizmi şirin göstermek adına Doğu-Batı karşıtlığına ya da “geri Türkiye”-“ileri Avrupa ülkeleri” ikiliğine başvurmak çok sık rastladığımız bir burjuva hokkabazlığıdır. Bu iddia kadın sorununun, hatta genel olarak kapitalizmle ilgili sorunların her alanını kapsayacak şekilde dile getirilmesine karşın, en çok dillendirildiği parlamenter temsiliyet ve çalışma hayatı konusu da dâhil olmak üzere tamamen bir çarpıtmanın ürünüdür. Mesela mecliste kadın milletvekili sayısının azlığı vb. yalnızca Türkiye’ye ya da geç kapitalistleşmiş ülkelere özgü bir sorun değildir. En köklü demokratik ülke olan İngiltere’de de aynı sorun mevcuttur ve orada da aynı tartışmalara konu olmaktadır. Tüm dünyadaki kadın parlamenterlerin toplam içindeki oranı yüzde 18 civarındadır, bu oran bakanlık düzeyinde ise yarı yarıya düşmektedir. Oysa Avrupa ülkeleri bu oranın çok az üzerindedir. Kapitalistlerin uluslararası örgütlerinden biri olan Birleşmiş Milletler, kadınların yetki sahibi mercilerde bulunma oranını yüzde 30 olarak hedeflemiş olmasına karşın, bu hedefi tutturabilen ülke sayısı yalnızca 11’dir. Bu veriler bile sorunun ne idüğü belirsiz bir “geri kalmışlık” ya da “modernleşememe” sorunu değil, bir düzen sorunu, kapitalizm sorunu olduğunu gösteriyor. Bu gerçeği başka alandan verilere baktığımızda daha da net görmek mümkündür. Uluslararası Af Örgütü’nün bundan birkaç yıl önce açıkladığı raporda verilen rakamlar Doğu-Batı, azgelişmiş kapitalizm-gelişkin kapitalizm masalını diline dolayanların nasıl bir ideolojinin peşinde koştuklarını göstermektedir. Bu rapora göre, her dört günde bir Fransa’da bir kadın aile içi şiddet nedeniyle ölüyor; Kanada’da kadınların yarısı 16 yaşına gelene kadar en az bir kere fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor. Kadınların üçte biri eşinden ya da partnerinden şiddet görüyor. İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre kadınların yüzde 25’i, yaşamları boyunca eşleri, eski eşleri ya da erkek arkadaşları tarafından yumruklanıyor ya da tokatlanıyor. ABD’de kız çocuklarının aile bireyleri tarafından istismar oranı yüzde 40 civarında seyrederken, ev içi şiddet ise yüzde 21 ila yüzde 54 arasında değişiyor. Dahası ABD’de her yıl 5 binin üzerinde kadın dövülerek öldürülüyor. Tüm bunlar kapitalizmin birer gerçeğidir. Bu gerçeklikleri değiştirmek için kadın sorununun bugünden çözülebilecek yönleriyle kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan yönleri arasında dikkatli bir ayrım yapmak ve bu iki mücadeleyi birlikte, süreklileştirerek vermek gerekiyor.
Kadın Sorununun Toplumsal Karakteri
Bir komünist için aslolan elbette sınıf mücadelesidir, fakat bu zorunluluktan hareketle çabuk genellemelere varmak tehlikelidir. Konumuz bağlamında, bir komünistin, ama öncelikle de ezen cinse mensup bir komünistin sınıf mücadelesinin bu genel kapsayıcılığını nasıl vurgulayacağına dikkat etmesi elzemdir. Sınıf mücadelesinin bütün ezilenlerin –dolayısıyla kadınların da– mücadelesini kapsadığı gerçeğini vurgulamak, başka bir deyişle bağımsız (yani sınıf mücadelesinden bağımsız) bir kadın sorununun olmadığını söylemek sınıf sorunundan ayrı bir kadın sorununun olmayacağını söylemektir; Komünist Enternasyonal’in tavrı ve resmi beyanı bu yöndeydi, biz de bugün bu görüşün arkasındayız. Fakat sınıf sorunundan bağımsız bir kadın sorununun olmadığını söylemek, sınıf sorununa bağlı başka hiçbir sorun olmadığı anlamına gelmez. Sınıf sorununa ek olarak, bağımsız değil, ama deyim yerindeyse özerk sorunların olduğu bir gerçektir. Mesela ulusal sorun bunlardan biridir, bir diğeri de kadın sorunudur. Bu diyalektik ilişkiyi kavramak komünistler açısından bir zorunluluktur. Bunun aksi bir tutumun pratikteki en somut ifadesi ertelemeci tutumdur: “Kadınların kurtuluşu sosyalizmde, o halde sosyalizmi beklemek gerekir!” Her sorunun çözümünü Kaf dağının ardındaki “sosyalizm”e havale eden bu tutumun sosyalistlikle bir alakası yoktur. Gerçek sosyalizm, sosyalizmde çözüleceğini bildiğimiz sorunları bugünden başlayarak çözmeye çalışmaktır. Burada aslolan, kapitalizmin (ya da sınıflı toplumun) temeline, yani ekonomik yapısına ilişkin sorunlarla siyasi üstyapısına ilişkin sorunların birbirine karıştırılmamasıdır. Lenin ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddedenlere cevap mahiyetindeki kitabı Emperyalist Ekonomizm’de, ekonomik alana ait sorunlarla siyasi alana ait sorunların birbirine karıştırılmasının doğurduğu sonuçlara dikkat çeker. Bu ayrımı yapmasının nedeni, kapitalizm var olduğu müddetçe devam edecek belalarla, bu sistem devam etse bile değiştirilebilecek sorunlar arasında ayrım yapmaktır. Meseleyi başka bir dille ifade edecek olursak, burjuva-demokratik içeriğe sahip sorunlarla sosyalizmde çözülebilecek sorunlar arasında ayrım yapmak gerektiğine dikkat çeker. Bu kıstası devreye soktuğumuz andan itibaren, ulusal sorunla kadın sorunu arasındaki benzerlik sona ermektedir. Zira ulusal sorunun çözümü kapitalist düzenin sınırları içinde mümkündür; komünistlerin kitlelerin “ulusal sorun” derken ulusal sorunla bağlantılı ama onu aşan birçok sorunu (toplumsal sorunları) kastettiklerini biliyor olmaları ve mücadeleyi bu sorunları da kapsayacak şekilde genişletmeye çalışmaları bu gerçeği değiştirmez. Oysa kadın sorununun çözümü kapitalist düzenin sınırları içinde mümkün değildir. Kadın sorunu burjuva demokratik kapsamda bir sorun değildir, fakat kadın sorununun burjuva demokratik kapsama giren birçok yönü vardır. Kadın sorununun sosyalizmde çözüleceğini söylemek bugünden başlayarak kadın sorununun birçok yönünü çözemeyeceğimiz ya da kadın sorununun hiçbir yönünün kapitalizmde çözülemeyeceği şeklinde propaganda yapacağımız anlamına gelmez. Kapitalizm dâhilinde çözülebilecek kısımların başında yasalar önünde eşitlik geliyor. Yukarıda kadınla erkek arasındaki biçimsel eşitliğin sağlandığından bahsedilmiş ve kapitalizmin nesnel gereklerinin bu durumu yarattığına dikkat çekilmişti. Ne var ki bu söylenenleri biraz daha açmak gerekiyor, zira kapitalizmin nesnel açıdan bu dönüşümü gerçekleştirmeye ihtiyaç duyduğu doğru olsa da, burjuvazi kendi çıkarına olan bu ilerlemenin bile uzun süre önünde durmuştur ve bugün hâlâ dünyanın pek çok yerinde durmaya devam etmektedir. Toplumda bir azınlığı temsil eden her egemen sınıf için bu tipik bir özelliktir. Bu eğilimin belki de en çarpıcı örneğini cumhuriyet yönetimi oluşturmaktadır. Lenin’in burjuvazi için en rahat, en iyi yönetim biçimi dediği cumhuriyeti burjuvaziye kabullendirebilmek için işçi sınıfı on yıllarca mücadele etmiş, kimi yerlerde cumhuriyet yönetimini elde silah zorla tesis etmiştir. Bu eğilimin toplumsal hayattaki doğrudan sonucu, kapitalizmde çözülebilir sorunlarla çözülemeyecek sorunların birbirine karıştırılması ve devrimci perspektifi benimsemeyen kesimler açısından, sorun çözüldüğünde önce bir şaşkınlık ve dağılma, bir süre sonra da kapitalizmi yüceltme, kapitalizme güven aşılama eğiliminin görülmesidir. Bu bakımdan kapitalizmi sağlam bir şekilde tahlil etmeden –ki bunun için de yegâne araç Marksizmdir– kadın sorununun çözümüne ilişkin köklü bir bakış açısına sahip olmak mümkün değildir. Bu çerçevede, kadınlarla erkekler arasındaki yasal eşitsizlikleri ortadan kaldıran reformlar (çalışma, boşanma, seçme-seçilme, mülkiyet, miras, eğitim vs. hakkı) kapitalist topluma aykırı değildi ve nitekim genel hatlarıyla gerçekleşmiştir. Buna benzer daha birçok örnek verilebilir, ama aynı başlık altında başka kapsamda örnekleri de zikredebiliriz: Doğum kontrolü ve kürtaj hakkı, kılık-kıyafet özgürlüğü vs. Tüm bunlar büyük mücadeleler sonucunda, sosyalizme giden yolda toplumun demokratikleşmesi için mücadele yürüten işçi ve emekçilerin çabalarıyla elde edilmiştir, ama belirtildiği gibi kapitalizmin ruhuna aykırı da değildir. Fakat işin başka bir ayağı, kadın sorununun bugün çözülebilecek kısımları söz konusu olduğunda demokratlarla sosyalistler arasındaki bakış açısı farklılığıdır. Tutarlı olsun ya da olmasın, bir demokratın bu konudaki vurgusu soyut bir eşitliğin yerleştirilmesi gerektiği, kadın-erkek paylaşımcılığı, kadınların toplumsal hayata çekilmeleri vs. üzerinedir. Komünistler açısından ise, esas vurgu mücadele eden kadının özgürleşeceği, mücadele etmeyen kadının ise bu toplumda elde ettiği kazanımları bile koruyamayacağı yönündedir. Dolayısıyla kapitalizmin, kimi zaman en basit görünen konulara bile her zaman kendiliğinden, ya da kalıcı çözümler getirebileceğini düşünemeyiz. Bu bakımdan, komünistler olarak, kapitalist sistemde “çözülebilir” olan sorunlara bakış açımızın yukarıda söylenenlerle sınırlı olamayacağı da anlaşılır. Nasıl ki tek tek alındığında kapitalist sistem içinde çözülmesi mümkün olan sorunların kapitalizmde asla çözülemeyeceğini düşünmek büyük bir siyasi hataysa, aynı şekilde kadın sorununun parçası olan sorunları tek tek alıp, bunların demokratik içeriğine ya da niteliğine aldanarak kapitalizm sınırları dâhilinde genel ya da kısmi ama kapsamlı bir çözüm tasavvur etmek de bir o kadar yanlıştır. Evet, kadın sorununa ilişkin taleplerimizin büyük çoğunluğu tek tek alındığında kapitalizmde genel olarak karşılanabilir. Fakat teorik olasılıkla pratik gerçeklik arasında sınıf mücadelesinin engin alanı uzanmaktadır. Bu “burjuva demokratik” talepler pratikte kapitalist toplum açısından o kadar köklü değişiklikler gerektirecektir ki teorinin pratiğe dökülmesini beklemek hayal olur. Kapitalizm bu sorunları ancak kendi temellerini sarsarak çözüme kavuşturabilir. Ama hepsinden önemlisi, bu talepleri gerçekleştirse bile, tıpkı ulusal sorunda olduğu gibi, kitlelerin (kadınların) sorunlarından yalnızca bir kısmını çözmüş olacaktır, yani işçi olmasından kaynaklı sorunları ortadan kaldırmayacaktır. Çifte ezilmişlik, çifte sömürü gidecek ve uzun vadede, geriye erkeklerin mutsuzluğuyla aynı mutsuzluğa erişmek dışında bir şey kalmayacaktır. Nasıl kapitalizmle birlikte biçimsel eşitliğin sağlanması kadın sorununun çözümü olmadıysa, aynı şekilde eşitliğin sağlanması da sömürü düzeni kalkmadığı sürece çare olmayacaktır. Bu noktada, yukarıda çizdiğimiz devrimci hareketler-mülkiyet sorunu ilişkisine dair şemayı hatırlayarak, ulusal sorunla kurduğumuz analojiye geri dönmekte yarar var. Komünistler olarak, kitlelerin ulusal sorun derken her zaman ulusla alakalı meseleleri anlamadıklarını; ulusal taleplerin, isteklerin, özlemlerin aslında kitlelerin bütünsel sorunlarının o an büründüğü geçici bir biçim olduğunu; işsizlik, yoksulluk, geri kalmışlık gibi işçi sınıfının genelini ilgilendiren sorunların, ezilen halklar söz konusu olduğunda haklı ulusal taleplerle birleşip, iç içe geçtiğini söylüyoruz. “Ezici çoğunluğu berbat koşullarda yaşayan ve toplumun en alt tabakalarını oluşturan, en kötü, en ağır işlerde çalıştırılan, ayrımcılığa maruz kalan, aşağılanan Kürt emekçi kitlelerin dil ve kimlik kadar ekmek, barınma, sağlık, ulaşım, işsizlik sorunları da vardır ve bunlar da en az diğerleri kadar yakıcıdır.”[11] Dolayısıyla ulusal sorun aslında sınıfsal sorunun bir parçasıdır. Aynı şekilde, kadın sorunu da sınıfsal bir diyalektiği içerir. Kadınların kadın sorunu derken, erkeklerle eşitlik derken kastettiklerini erkeklerle aynı mertebeye “yükselmek”le sınırlı görmek, ancak küçük burjuva düşünce yapısından kurtulamamış kesimlere yakışır. Kadınların erkek egemen toplumdan yana şikayetleri erkek egemen sınıflı toplumdan, erkek egemen kapitalizmden yana şikayetleriyle ayrılmaz bir bütün oluşturur. Kadınların büyük çoğunluğunun bugün sorunu bu şekilde ifade edip etmedikleri ayrı, gerçeklik ayrıdır. Kadınların sorunları kadınlar sömürü ve yoksulluk döngüsünden kurtarılamadığı sürece çözümsüzlükten kurtulamayacaktır. Kadınlar erkeklerle biçimsel değil, gerçek eşitliğe kavuştuklarında bile, ertesi sabah uyandıklarında sınıflı toplumdan kaynaklı binbir sorunla karşı karşıya gelecek ve dahası nasıl bundan 10 bin yıl önce sınıflı toplum cinsler arası eşitsizliğe yol açmışsa, aynı şekilde gerçek eşitlik sağlandıktan sonra da, varlığını sürdüren sınıflı toplum yeni eşitsizlikler ortaya çıkaracak, sınıflı toplum cinsler arası eşitsizliği yeniden üretecektir.
Kadınlar ve Sınıf Mücadelesi
Kadınlara yönelik ayrımcı yaklaşımları, çoğu insanın doğru olduğuna inandığı “yalın gerçekleri” çürütebilecek en iyi alan belki de sınıf mücadelesidir. Gerçekten de sınıf mücadeleleri tarihi, kadınlara yönelik kalıplaşmış nitelendirmelerin gerçeklikle alakası olmadığını gösteren en zengin alandır. Verilebilecek sayısız örnek olmasına karşın en çarpıcı olanları zikretmek daha doğru olur. 1789-93 Fransız Devrimi’nde devrimci kadınlar hem bu burjuva-demokratik devrimin ilerletilmesi hem de kadın haklarının elde edilmesi adına aktif rol oynamışlardı. Kadınların tümüyle geri plana itildikleri o dönemde Fransız kadın emekçiler çalışma, eğitim ve kamusal hayata katılım hakları için talepler dile getirmeleri yanında, ekmek fiyatları ve dağıtımı gibi sınıfın genelini ilgilendiren konularda da önemli mücadeleler yürütmüşlerdi. Ama hepsinden önemlisi, devrimin başlangıç muharebelerinden biri olarak kabul edilen Bastille baskınında ve Versay üzerine yürüyüşte, keza 1792’de İsviçreli muhafızların yenilgisi, komünün ilanı ve bir süre sonra kralın idamına giden yolda verilen mücadelede en ön safta yer almışlardı. Nitekim 1848 ve 1871’deki devrimlerde de Fransa’daki kadın işçiler aynı militan geleneği sürdürmüşlerdir. Özellikle de işçi sınıfının ilk kez iktidarı ele geçirdiği Paris Komünü’nde kadınlar militanlıklarıyla dosta düşmana kendilerini göstermişlerdi. Öyle ki İngiliz burjuva gazetesi Times’ın muhabiri kadın işçiler hakkında şöyle yazıyordu: “Fransız ulusu yalnızca kadınlardan oluşuyor olsaydı, kim bilir ne korkunç bir ulus olurdu!”[12] Ama kadınların mücadelesi içinde her açıdan en önemlisi 1917 Rusya Devrimi’dir. Ekim ayında işçi sınıfını iktidara taşıyan devrimci süreç, o dönem yürürlükte olan takvime göre 23 Şubat’a denk gelen Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde başlamıştı. Üç yıldır emperyalist savaşın parçası olan Rusya’da hem cephede kocalarının ve çocuklarının kitleler halinde katledildiği haberlerinin yükünü hem de cephe gerisinde –erkeklerin de yokluğunda daha yoğun bir şekilde istihdam edildikleri– savaş sanayisinin dizginsiz sömürüsünün yükünü taşıyan kadın emekçiler, ülke içindeki Bolşeviklerin bile beklemediği bir sırada, bu uluslararası mücadele gününde sokaklara dökülmüş ve grevler, gösteriler, çatışmalarla çarlığın yıkılmasına giden mücadeleyi başlatmışlardı. Troçki devrim ânındaki tipik bir sahneyi şöyle anlatır: Askerlerle işçiler arasındaki bu karşılaşmalarda, kadın işçiler önemli bir rol oynarlar. Kadın işçiler asker saflarına erkeklerden daha cesur bir şekilde ilerlerler, tüfek namlularına yapışırlar, yalvarırlar ve neredeyse emrederler: “Süngülerinizi çıkartın, bize katılın!” Erler heyecanlanır, kendilerini suçlu hisseder, kaygıyla birbirlerine bakar, duraksar; sonunda aralarından biri diğerinden daha önce davranır ve bir pişmanlık hareketiyle süngüler çıkartılır, barikat açılır, havaya neşeli ve müteşekkir çığlıklar yükselir, askerlerin çevresi sarılır, her tarafı tartışmalar, sitemler, çağrılar doldurur: Devrim bir adım daha atmıştır.[13 Kadınların yaradılış bakımından “zayıf”, “güçsüz”, “dayanıksız”, “çıtkırıldım” olduğu, kadınlara yönelik ayrımcılığı savunsun ya da savunmasın, kendisine “devrimci” desin ya da demesin, birçok insanın “ama yine de” diyerek söze başladığı ve “aslında bir gerçeklik barındırıyor” diye bitirdiği iddialardan biridir.[14] Ama kadınlar açısından bunlar fizyolojik nedenlerden ziyade, toplumsal koşulların belirlediği “özelliklerdir” ve ne denli geçici olduğu özellikle de o koşulların en temelinden değiştiği devrimci dönemlerde ortaya çıkar. Ne var ki sınıf mücadelesini devrimlerle ya da emekle sermayenin doğrudan karşı karşıya geldiği karşılaşmalarla sınırlı görmemek gerekir. İşçi sınıfı mücadelesi çok çeşitli alanları kapsayan bir bütündür. Sermayeyle emeğin doğrudan karşı karşıya geldiği mücadeleler dışında, bu ikisi arasındaki ilişkilerin başka ilişkiler nedeniyle, hemen ilk planda fark edilmediği mücadeleler de vardır, ama her halükârda bunlar bir bütündür.
Sınıf mücadelesini yalnızca grev ve direnişlerden, işyeri mücadelelerinden ibaret görmek mümkün değildir. Bunun nedeni aslında oldukça basittir: Sınıf kimliği bir işçinin yalnızca işyerinde üzerine geçirdiği bir aksesuar değildir ve bu nedenle işyerinin dışında, bizatihi toplumsal ilişkilerin içinde de bu kimlik ve beraberinde gelen mücadele devam eder. Bu gerçek oldukça basit olmasına karşın, sıra teorik düzeyde kabul edilen genel doğrunun pratiğe uygulanmasına geldiğinde, basit gerçek tümüyle bir kenara atılmaktadır. Marksistler açısından kadınların ezilmesini ortadan kaldırma mücadelesi söz konusu olduğunda gözden kaçırılmaması gereken husus öncelikle budur. Sınıf mücadelesinin bu kapsayıcılığı ve bütünlüğü komünistler açısından ilk günden beri dile getirilen bir husus olmuştur. Örneğin Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sorunu şu şekilde ifade etmişlerdir: “Komünistler her yerde mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı olan her devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde, o anki gelişme derecesi ne olursa olsun, mülkiyet sorununu o hareketin esas sorunu olarak ön plana çıkarırlar.” (s. 157) Dolayısıyla kadın sorununu ele alırken kalkış noktamız o sorunun (“hareketin”) içindeki sınıf (“mülkiyet”) sorununu öne çıkarmaktır; bu söylenen kadın sorunu için de geçerlidir, ulusal sorun için de. Herhangi bir muhalif hareketin içinde sınıf sorununu öne çıkarmaya çalışma zorunluluğunda ifadesini bulan yaklaşım, meselenin ele alınmasında gerçekten bir kalkış noktası oluşturabilir, zira bize daha baştan iki önermeyi ortaya koyma fırsatı sunar:
Birincisi, demek ki, “saf” sınıf hareketinden farklı devrimci ya da düzen karşıtı hareketler de vardır.
İkincisi, bunlar tüm farklı özelliklerine ve görünümlerine rağmen tek bir başlık altında toplanabilir ve birleştirilebilir.
Bunlardan birincisi söz konusu olduğunda, işçi sınıfı hareketi içindeki bir erkek işçinin “neticede, erkeği kadını bir, hepimiz eziliyoruz” söyleminin arkasına sığınması, kadınların cinsiyet baskısına karşı mücadelesini görmezden gelmesi kabul edilemez. İkincisi söz konusu olduğundaysa, işçi mücadelesi içindeki bir kadın işçinin kadınların ezilmeye, baskıya, sömürüye vs. karşı mücadelesini işçi sınıfının genel mücadelesinden yalıtık-bağımsız ele alması, “erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz, erkekler (erkek işçiler) kadın mücadelesinin parçası olamaz” demesi kabul edilemez. Bu iki önermeden birini diğerinden ayrı düşünmek Marksizmin özüne aykırıdır, birinden birini unutmak devrimci işçi hareketiyle diğer (küçük burjuva ya da burjuva) muhalif hareketler arasındaki ayrımları silikleştirir, işçi sınıfının mücadelesine zarar verir. Ne var ki Marksizmin en temel ve belki de en bilindik ilkeleri arasında yer alan bu görüşler, kadın sorunu söz konusu olduğunda kimi çevrelerce unutulmakta ve hiçbir şekilde kabul edilemez tutumlara kapı aralamaktadır. Marksizme aykırı bu yaklaşımlar özellikle de 2000’li yılların başından itibaren 8 Mart tartışmaları ekseninde cereyan etmektedir. Bu noktada, “ayrı mücadele” savunucularına karşı, Marksizmin ve Bolşeviklerin bu konuya nasıl yaklaştıklarını ele almakta yarar var.
İşçi Hareketinin Tarihinde Kadın Sorunu
Bolşevik militanlar açısından tarihsel geleneğin sahiplenilmesi hayati önemdedir. Bu gelenek tarihsel gelişimin seyri içinde dört büyük örgütte cisimleşmiştir. Bunlar sırasıyla Birinci Enternasyonal (Uluslararası Emekçiler Birliği), İkinci (Sosyalist) Enternasyonal, Üçüncü (Komünist) Enternasyonal ve Dördüncü Enternasyonal’dir. Hepsi de başlı başına öneme sahip olan bu Enternasyonal partiler içinde, devrimci Marksistlerin esas sahiplendikleri ve bugün için örnek aldıkları örgüt, Lenin dönemindeki Komünist Enternasyonal’dir. Bunun nedenleri ayrı bir yazının konusu olsa da, Komünist Enternasyonal’in programatik bütünlüğünün esas kıstas olduğunu söyleyebiliriz. Bu bütünlük bugün devrimci mücadelede karşımıza çıkan sorunların hemen hepsinin aslında geçmişte de komünistler tarafından tartışıldığı ve Komintern’in ilk beş yılındaki bildirilerinde en yüksek ifadesine ulaştığını ifade eder. Bu nedenle biz de Bolşeviklerin tutumunu esas alacağız, ama elbette Marksizmin kurucularından başlamak gerekiyor. Kadın sorunu söz konusu olduğunda bugün önemli bir çoğunluk açısından kadın-erkek eşitliği tartışılmaz bir zorunluluk olarak görülmektedir; bunun içerisinde her renkten “takiyeci” de vardır. Gerçekten de uzunca bir süredir kadın-erkek eşitliği dünya kamuoyunun vicdanında büyük bir yere sahiptir. Fakat biz bunu biraz daha genişletip daha da uzun bir süredir, yani kadın-erkek eşitliğinin çok geniş bir kesime kendisini –öyle ya da böyle– bir zorunluluk olarak kabul ettirmesinden önce geçerli olan başka bir yaklaşımdan bahsedebiliriz: Kadın haklarına “destek”. Şöyle ki kadın hareketine oportünist destek tarihsel açıdan kadın-erkek eşitliğinin genel kabulünden daha öncesine denk düşer.
Sözgelimi İngiltere’de kadınların oy hakkı kazanmasında, deyim yerindeyse, son itki muhafazakâr partili vekillerden gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra tüm Avrupa’da yükselen devrimci dalganın önüne geçebilmek için, seçmen tabanını genişletmek ve bu bağlamda, dört duvarın arasına hapsolduğundan muhafazakâr eğilimler sergileme olasılığı yüksek bir kesim olarak kadınları güya siyasi yaşamın (parlamenter demokrasinin) içine çekmek hayırlı bir yol olarak görülmüştü. Bu durum İngiltere’ye özgü değildi. Belçika’da aynı savaştan önce bazı din adamları sosyalist hareketin önüne geçebilmek için bu silaha başvurmuşlardı. Aynı nedenle Almanya’da sosyalist milletvekilleri ne zaman kadınlara oy hakkı talebini dile getirseler, bazı muhafazakârlardan destek buluyorlardı. Benzer bir durumu Türk demokrasisinde de gözlemek mümkündür. Sağcı partilerin uzun yıllar boyunca arılı-atlı vs. amblemler kullanmaları tesadüfi bir seçim değildi. Erkeklerden farklı olarak başlangıç düzeyinde bile olsa okuma yazma bilmeyen milyonlarca köylü kadını demokrasi oyununda kazanmanın en kolay yolu pastoral değerlere hitap etmekti. Bu bakımdan kadınların da seçme hakkına sahip olmaları büyük bir önem kazanıyordu. Benzer şekilde daha birçok örnek vermek mümkün, ama gereksizdir. Örneklerin gösterdiği bir şey varsa o da kadınların toplumsal yaşama katılımına verilen “desteğin” tek başına veri alınamayacağı, bu desteğin niteliğine de bakmak gerektiğidir. Genel olarak yirminci yüzyılda dünyanın önemli bir kesimi için bu tespit geçerlidir.
Ne var ki bu tespiti yirminci yüzyıl öncesine, yani Marx ve Engels’in yaşadığı döneme sarkıtmak mümkün değildir. O dönemde bu tür bir ayrıma bile gerek yoktur, zira kadınlara yönelik müthiş bir ayrımcılık söz konusudur. Bugün ortalıkta liberal ya da demokrat diye gezinen kesimlerin gelenek çizgisini takip ettiğimizde hiç de hoş olmayan yerlere vardığımızı görürüz. Bu söylediğimiz diğer birçok konu için de geçerlidir. Zaten “ideolojilere bağlı kalmamak lazım”, “çağı yakalayan düşüncelerle iştigal etmek lazım” vb. söylemlerinin arkasındaki nedenlerden biri de budur. Oysa Marksizmin bu konudaki sicilinin son derece parlak olduğunu görüyoruz. Marx ve Engels’in daha ilk eserlerinden itibaren Marksizmin kadın sorunu konusunda burjuva düşüncesinden ne kadar ileride olduğunu görmek mümkündür. Örneğin Engels komünizmin ilk derli toplu tarifi diyebileceğimiz Komünizmin İlkeleri’nde bu sorunu görmezden gelmek şöyle dursun, bütünlüklü bir teorinin parçası olarak ele alır. Proleter devrimi, der Engels, “özel mülkiyeti kaldırmakla … bugüne kadar var olan evliliğin her iki temelini de –özel mülkiyet nedeniyle kadının kocaya, çocukların da ana babaya bağımlılığını– yok etmektedir. Ahlak dersi veren darkafalıların kadınların komünist ortaklaşalığına karşı kopardıkları yaygaranın yanıtı da buradadır. Kadınların ortaklaşalığı tümüyle burjuva toplumuna ait bir ilişkidir ve bugün eksiksiz bir biçimde fuhuş ile gerçekleşmektedir. Ama fuhuşun kökleri özel mülkiyettedir ve özel mülkiyetle birlikte fuhuş da kalkar. Şu halde, komünist örgütlenme, kadınlarda ortaklaşalığı getirmek yerine, ona son verir.”[15]Engels kadınların sorununun evlilik hayatının içinde ya da dışında bulunarak çözülemeyeceğine, ancak toplumsal ilişkilerin dönüşmesiyle kadının ezilmişliğinin nesnel zemininin ortadan kalkacağına dikkat çekiyordu.
Bu fikirler kadın-erkek arasındaki ilişkiyi biçimsel eşitlikten ileriye taşıması anlamında hem o dönemin hem de günümüzün burjuva düşüncesinin ilerisindedir. Üstelik o dönemin sosyalist hareketi içinde de bu ilerici yönüyle sivrilmektedir. Dönemin en güçlü sosyalistlerinden Lasalle ve Proudhon kadınların çalışma hayatına çekilmelerine karşı çıkıyor, kadının kendi “doğal” hayatına devam etmesi gerektiğini savunuyorlardı. Marx ve Engels Birinci Enternasyonal’de de yankı bulan bu yanlış görüşe karşı çıkmış, kadınıyla erkeğiyle işçi mücadelesinin bölünmez bir bütün olduğunu savunmuş ve bu konuda ateşli tartışmalara girmişlerdi. Nitekim Marx’ın yoğun ısrarlarıyla Birinci Enternasyonal Genel Kurulu’na bir kadının, İngiliz öğretmen Harriet Law’un atanması sağlanmıştı. Kadınların toplumsal hayattan neredeyse tamamen dışlandıkları, en ileri ülke olan İngiltere’de bile kadınların edebi eserlerini erkek mahlası kullanarak ürettikleri bir dönemde, Marksizmin hanesine yazılmış büyük bir artıydı bu. Marx 12 Aralık 1868’de Kugelman’a yazdığı mektubunda bu konudan bahsediyor ve Fransızlarla İngilizleri kadın sorunu konusundaki dargörüşlülüklerinden ötürü eleştiriyordu. Şöyle yazıyordu Marx: “Tarih hakkında az buçuk bilgi sahibi olan herkes, kadınlar arasında kıpırdanma başlamadan büyük toplumsal devrimlerin olanaksız olduğunu da bilir. Toplumsal ilerleme tam da kadınların toplumsal konumlarına bakarak ölçülebilir.”[16] Zaten bu yaklaşımın bir ürünü olarak da Paris Komünü döneminde Birinci Enternasyonal’e bağlı olarak bir devrimci kadın örgütü oluşturulmuştu. Paris Savunması ve Yaralılara Yardım Amaçlı Kadınlar Birliği adlı bu örgüt, Nisan 1871’de Elizabeth Dmitrieff (1851-1910) adında, Marx ve ailesiyle yakınlığı olan bir Rus mülteci tarafından kurulmuştu ve elbette işçi kadınların davasını işçi devriminin çerçevesi içinde savunuyordu. [17] Başka bir deyişle, Marx ve Engels yalnızca teorik düzeyde değil, bizzat hayatın içinde de kadın sorununa çağının çok ötesinde duyarlılık gösteren iki devrimci olarak temayüz etmişlerdir. Nitekim bu durum etkisini kendi özel hayatlarında da göstermiştir denebilir. Marx’ın kızı Eleanor Marx, İngiltere’nin en önemli sosyalist kadın önderlerinden biriydi. Eleanor işçilerin içinde aktif bir örgütlenme çalışması yürütmüş, uzlaşmacı ve ayrımcı bir zihniyetin egemen olduğu İngiltere’de, Engels’in tabiriyle, “bu zamana kadarki en iyi sendikal örgütlenmenin”[18] kurulmasında başı çekmiştir. Gelgelelim Marx ve Engels’in ölümünden sonra yaklaşık çeyrek yüzyıl boyunca işçi hareketine damgasını vuran İkinci Enternasyonal’in sicilinin kadın sorunu konusunda bu denli temiz olduğu söylenemez. Troçki İkinci Enternasyonal ile Üçüncü Enternasyonal arasında reformizm-devrim karşıtlığı dışında, örneğin ulusal sorun ya da sömürgeler sorununda da büyük ayrımlar olduğuna dikkat çekmişti. Biz bu başlıklara kadın sorununu da ekleyebiliriz. Sonradan Komintern çizgisinde bir araya gelecek olan devrimci Marksistlerin (Lenin, Troçki, Rosa ve diğerleri) varlığına rağmen, bu reformist partinin kadın sorunundaki tutumunda doğrular ve yanlışlar iç içe geçmiştir. Sözgelimi bugün de kutladığımız Dünya Emekçi Kadınlar Günü 8 Mart 1910’da Kopenhag’da kadın sosyalistlerin İkinci Uluslararası Konferansı’nda Clara Zetkin’in önerisiyle benimsenmişti ve o günün kapitalizme karşı militan bir mücadele günü olması tasarlanmıştı. Yine Zetkin’in önderliğinde onbinlerce kadın aktif olarak sınıf mücadelesine çekilmiş, 1891’den başlayarak çeyrek asır boyunca Gleichheit (Eşitlik) adında bir kadın gazetesi çıkartılmıştı. Keza birçok sosyalist parti o dönemde kadınlara oy hakkı ve benzeri diğer eşitlik söylemlerini programına dâhil etmişti. Kadınlar mücadele için sokaklara çıkmış, örgütlenmiş, sınıfın gücüne güç katmıştı. Fakat gelecekteki büyük ihanetin habercisi mahiyetinde yanlışlar da yok değildi. Bir örnek olması bakımından, Lenin’in 1907’deki Enternasyonal Stuttgart Kongresi’ne ilişkin raporunda anlattıklarını zikredebiliriz. Kongrede kadınlara oy hakkına ilişkin karar oybirliğiyle kabul edilir. Yalnızca “yarı-burjuva Fabyan Derneği’nden bir İngiliz kadın bütün kadınlara oy hakkı yerine, yalnızca mülksahibi kadınlara oy hakkının kabul edilebilir olduğunu savunur.” Kongre bunu reddeder ve kadınlara oy hakkı mücadelesinin proleter partileriyle el ele verilmesi kararını benimser. Fakat bu işin yalnızca bir ayağıydı, zira “komisyon toplantılarında bu konuda ilginç bir görüş ayrılığı ortaya çıktı. Avusturyalı sosyalistler (Viktor Adler, Adelheid Popp) yalnızca erkeklere genel oy hakkı tanınmasını savunan görüşlerini şu şekilde meşrulaştırmaya çalıştılar: Bu oy hakkını kazanabilmek için, mücadele ilkelerimiz arasında kadınlara oy hakkı talebini ön sıraya koymamak yararlı olabilirdi.”[19] Elbette Avusturyalılara gerekli tepki gösterilir, fakat işin ilginç yanı, Adler ve takipçileri komisyonda neredeyse yarıya yakın (12’ye karşı 9) destek görürler. Düzen sınırları dışına düşen devrimci talepler bir tarafa, reform önerilerini bile “burjuvaziyi ürkütmemek lazım” şeklindeki tanıdık oportünizm maskesiyle gizlemeye çalışan bir öneri, Lenin’in de vurguladığı gibi, “işçi sınıfının onikinci enternasyonal kongresinde” azımsanmayacak bir destek görebiliyordu. İşçi sınıfı hareketinin tarihsel gelişimi içinde yüzleşmek zorunda olduğu bu pürüzler, Bolşevikler ve Komünist Enternasyonal’le birlikte ortadan kaldırılacaktır.
Bolşevikler ve Kadın Sorunu
Marx’tan Troçki’ye kadar Marksizmin önderlerinin alıntılamayı pek sevdikleri bir Fourier sözü vardır: Bir toplumun gelişmişlik seviyesinin en iyi kıstası, kadınların o toplumdaki konumudur, yani özgürlük düzeyidir. Aynısı örgütler, ideolojiler ve siyasi gelenekler için de geçerlidir. Marksistler olarak, burjuva ideologlarının aldatmacalarına karşı her şeyi uzun uzadıya teorik çözümlemelere tabi tutmak zorunda kalıyoruz. Kâğıt üzerinde çürüttüğümüz zaman ise karşımıza koskoca bir “ütopya” damgası çıkarılıyor: “Sosyalist görüşler kâğıt üzerinde çok güzel, fakat gerçek hayatta karşılığı yok.” Ama neyse ki gerçek hayat da Marksistlerden yana! Marksistlerden daha materyalist geçinen burjuva ideologlarına sormak gerekiyor: Madem Marksizm ütopyacıydı, madem Marksizm cinsiyet körüydü, nasıl oldu da Marksist programa bağlı kalan Bolşevikler kadın sorununda iktidarı aldıktan sonra çok kısa sürede kapitalist ülkelerin çok ilerisine geçen dev adımlar attılar? İşçilerin özyönetim organlarını ifade eden Sovyet hükümetinin ilk kararnameleri arasında, kadın sorununa ilişkin olarak o dönemin burjuva yasalarıyla kıyaslandığında muazzam bir ilerlemeyi ifade eden reformlar da vardı. Şöyle ki, demokrasinin kalesi diye nitelendirilen Avrupa’da henüz kadınlara oy hakkı verilip verilmeyeceği(!) bile tartışma konusuyken, Bolşevik Sovyet hükümeti kadınlara oy hakkı tanımakla kalmamış, diğer alanlarda da kadın-erkek eşitsizliğini kaldıracak hamlelerde bulunmuştu. Resmi nikâh ve kadınlara boşanma hakkı (kâğıt üzerinde değil, tüm yasal prosedürleri kaldıran bir hak), ücretsiz kürtaj hakkı, eşit ücret, eğitim ve çalışma alanında fırsat eşitliği, hamilelik izni ve ücretsiz sağlık bakımı, emzirme hakkı, gayrimeşru-meşru evlilik ayrımının kaldırılması, kadınları bilgilendirme amaçlı eğitim seferberliği ve elbette kadını ev işlerinin angaryasından kurtaracak olan kreşler, aşevleri ve çamaşırhaneler kurulması başlıca yeniliklerdi. Lenin haklı olarak şöyle diyordu: “Köhnemiş yasaların esas yükünü kadın işçilerin taşıdığını biliyoruz. Tarihte ilk kez bizim yasalarımız kadın haklarını çiğneyen her şeyi ortadan kaldırdı. Dünyanın başka hiçbir yerinde çalışan kadınlar için eşitlik ve özgürlük böyle eksiksiz bir şekilde gerçekleşmemiştir.”[20] Gerçekten de öyle. Bolşevikler birçok ileri kapitalist ülkenin İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar ertelediği reformları 1917’de, iktidarın alındığı ilk gün hayata geçirmişlerdi. Bolşeviklerin devrimci programı öylesine büyük bir adımdı ki burjuva ideologları bile bu konuda ya açıkça kabul ve takdir etmekte ya da sükûtla ikrar yoluna gitmektedirler. Bolşeviklerin bu politikalarının habercisi mahiyetindeki adımları devrimden önceki uygulamalarında da görmek mümkündür. Bolşevikler 1913’te ve 1914’te, yasadışı olmasına karşın Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle toplantılar tertip ettiler. Polis onlarca Bolşevik militanı tutukladı. İki yılda da 8 Mart günü Bolşevik yayın organlarında konuyla ilgili makaleler yayınlandı. Dahası Lenin’in üstelemesiyle kadın işçiler için özel bir gazete (Rabotnitsa) çıkarılmış, gazetenin baş sorumlusu olarak aynı zamanda Lenin’in ablası olan Anna Yelizarova-Ulyanova atanmıştı. Kapitalizmin en temel konularda bile çözümsüzlük dayattığını çeşitli vesilelerle dile getirme fırsatı buluyoruz. Mesela Bolşevikler bundan yüzyıl önce programlarına sekiz saatlik işgünü talebini koymuşlardı, oysa üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına karşın, onca teknolojik ilerlemeye karşın kapitalist düzende sekiz saatlik işgünü hâlâ çoğunlukla kâğıt üzerinde kalan bir yasadan ibarettir. Aynı çelişkiyle, modern tıbbi gelişmelerin kadınların hayatını kolaylaştırıcı şekilde uygulanması noktasında da karşılaşıyoruz. Bolşevikler daha 1913’te “kürtajı yasaklayan ya da doğum kontrol önlemlerine ilişkin bilgilendirici tıbbi broşürlerin dağıtılmasını engelleyen vs. her türlü yasanın kayıtsız şartsız kaldırılması” talebini dile getirmişlerdi.[21] Üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmiş olmasına karşın ileri kapitalist ülkeler de dâhil olmak üzere dünyanın birçok yerinde, kadını kuluçka makinesi olarak gören burjuva zihniyeti, kadınları bu en temel haklarından mahrum bırakmaya devam ediyor – Tayyip Erdoğan’ın “üç çocuk” fermanı bunun en yüzsüz ifadelerinden yalnızca biridir. Ne var ki Bolşevikler bu noktada da burjuva “eleştiriler”inden kurtulmayı başaramamışlardır. Partinin erkek bileşimi kimi gerici yazarların Bolşevikleri cinsiyet körlüğüyle suçlayacak ve bu “kusuru” Marksizmin, yani bizzat Marx ve Engels’in “cinsiyet körlüğüne” dayandıracak kadar ipin ucunu kaçırmasına yol açmıştır. Oysa Bolşeviklerin yukarıda bahsedilen adımları bu iddiayı çürütecek nitelikte olduğu gibi, partide kadın komünistlerin sayısı ya da rolü konusundaki veriler de Bolşevikleri suçlar değil, destekler mahiyettedir. Fakat bu konuda veriler vermeden önce bir hususun altını çizmek gerekiyor. Bir örgütün ya da kurumun içindeki kadın sayısının fazlalığı tek başına veri olarak alınamaz. Elbette kadınların mücadeleye aktif katılımı olmazsa olmazdır ve bugün en azından üzerinde yaşadığımız topraklarda ağırlıklı olarak erkek bileşimli bir örgütlenmenin hiçbir mazereti olamaz. Fakat kadınların niceliksel oranını demokratik, sıkı bir örgütlenmenin kıstası olarak görmek de yanlıştır. Stalinist yozlaşma sonrası “Bolşevik” Parti’nin durumu bunun en iyi kanıtıdır. 1922’de 40 bin olan kadın üye sayısı 1932’de 500 bine çıkmıştır, fakat bu durum partinin daha demokratik bir işleyişe kavuştuğu anlamına gelmez. Konuya dönersek, Bolşevik Parti’nin devrimden önce kadın üye oranları yüzde 6-8 civarında seyretmiştir. Devrimden sonra da müthiş bir ilerleme olmamış, örneğin Lenin’in ölümüne kadar kadın üyelerin oranı hiçbir zaman yüzde 10’u geçmemiştir. Fakat sayı az olsa bile, değerlendirmeyi toplumdaki faal kadın sayısına oranlayarak yapmak gerekir. Kollontay’ın da dediği gibi, yirminci yüzyılın başında Rusya’da kadınlar ev dışında çalışmaya ve keza proleter harekette rol almaya daha yeni yeni başlamışlardı. 1914 öncesinde kadınlar sanayideki işgücünün dörtte birini oluşturuyorlardı. Dolayısıyla oran bugüne nazaran düşük olsa da o dönem için oldukça önemlidir. Dahası kadınların partiye katılımı nicelikle de sınırlı değildi. Nadezda Krupskaya, İnessa Armand, ve Aleksander Kollontay gibi komünistlerin partide önemli görevler almalarının önünde hiçbir engel yoktu. Örneğin Kollontay partiye katıldıktan bir süre sonra parti merkez komitesinde yer almış (1915), nitekim devrimden sonra da Sosyal Yardım İşleri Halk Komiseri olarak tarihteki ilk kadın “bakan” olmuştu. Diğer yandan Kollontay partinin merkez komitesinde yer alan ilk kadın değildi. Ondan önce Elena Stasova da bu görevde bulunmuştu. Dolayısıyla Bolşevikler kadınların yönetime katılımı konusunda da tüm dünyada başı çekmişlerdir. Bu son husus oldukça önemlidir, zira Bolşevik çizginin ayırt edici özelliği kadınların kurtuluşunun lafta olmayacağını anlamış olmasıdır. Tek başına ajitasyon ya da propaganda kadın sorunu konusunda yarar sağlamaz. Bolşevikler açısından ajitasyon ve propaganda her şeyden önce kadın devrimcileri herhangi bir ayrım gözetmeksizin devrimci mücadeleye katmak, gerek erkeklerde gerekse de kadınlarda görülen kadınların iş yapma konusundaki yeteneklerine dair önyargıları eylemde kırmak ve bu bağlamda her türlü resmi-fiilî engeli kaldırarak, kadınların liyakata dayalı olarak yönetici mevkilerde bulunmalarını sağlamaktır. Eşitsiz bir toplumda soyut eşitlik elbette fayda etmez. Kadınlar ve erkekler biz istemesek bile hayatın farklı alanlarında cinsiyetlerinden kaynaklı sorunlarla karşılaşabilmektedir. Fakat devrimci bir örgüt toplumdaki önyargılara gereğinden fazla önem vererek kadınların mücadelesini ve mücadele alanlarını kısıtlamak yerine, tıpkı erkekler gibi kadınları da her işe koşturmak zorundadır. Bu önyargılar ancak eylem içinde dikkate alınarak saf dışı edilebilir.
Bolşeviklerin devrim öncesindeki yaklaşımları Komünist Enternasyonal’le birlikte bir ileri aşamaya sıçramıştır.
Bolşeviklerin öncülüğündeki Komünist Enternasyonal kadınların mücadeleye katılmaları için aktif çaba göstermiş, bu noktada Enternasyonal’de bir kadın sekreterliği kurulmuş, bu sekreterliğin göstermelik nitelikte olmasını engellemek adına Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nda daimi bir temsilci bulundurması karara bağlanmıştı. Ayrıca konunun daha ayrıntılı olarak ele alınabilmesi için uluslararası kadın konferansları düzenlenmişti. Başka bir deyişle, Bolşevikler sınıf mücadelesinden kopuk-ayrı bir kadın hareketinin bölücü niteliğine vurgu yaparken, kadınların tıpkı erkekler gibi sınıf mücadelesi içinde aktif bir şekilde rol olmaları için çaba harcamış, kadınların eşitsiz konumu nedeniyle bu konuya özel bir önem vermiş ve böylece bir kez daha Marksist hareketin çağının çok ötesine geçmesini sağlamışlardı. Modern demokrasinin beşiği İngiltere’de kadınlara üniversite diploması verilip verilmeyeceğinin tartışıldığı, kapitalist ülkelerin çoğunda kadınların ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü bir dönemde mensup olduğumuz gelenek bir kez daha ilericiliğini göstermişti. Bu noktada, burjuva feministlerine ya da bugün demokrat geçinen “kadın hakları savunucularına” kendi geleneklerinin o dönemde nerede olduğunu sormak gerekiyor? Bu burjuva akımlar dün olduğu gibi bugün de içinde yaşadığımız dönem için çok yetersiz olan talepleri ön plana çıkararak çoktan yerleşmiş olması gereken hakların gündeme gelmesini engellemiş oluyorlar. Bolşevik militanlar ise, bir kez daha, bir müddet sonra kabul edilecek doğruları herkesten önce dile getirmekte ve uğrunda mücadele etmektedirler. Biz bu yüzden Bolşevik geleneği savunuyoruz; bağlı bulundukları gelenekten, başka bir deyişle söyledikleri şeyler tarihsel açıdan aynı çizgiye denk düşenlerin bağlı oldukları gelenekten utananlar da yine bu yüzden “ideolojileri aşmak lazım”, “çağı yakalamak lazım” vs. türünde saçmalıkları dillerine doluyorlar.
Marksizm ve Feminizm
Bolşevizme yönelik bu ideolojik saldırıda bir cephanelik olarak Stalinizmin rolü yadsınamaz. Yirminci yüzyıl tarihine bir karabasan gibi çöken Stalinizmin rolünü irdelemeden, burjuva feminizminin neden güç kazandığını ve Marksist anlayışın neden çarpıtılıp kan kaybettiğini anlayamayız. Gerçekten de yirminci yüzyıl tarihini anlamak isteyen birinin, İkinci Dünya Savaşı öncesi Rusya’da yaşananların ileri kapitalist ülkelerdeki yansımalarını göze almadan sağlıklı bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Tarih kendi çelişkileriyle birlikte ilerler. Yirminci yüzyılın başında dünyanın en gerici yönetimlerinden birine sahip olan, belli bölgeleri hariç ekonomik açıdan çok geri olan ve bu nedenle ileri kapitalist ülkelerin oyuncağı haline gelen Rusya, Bolşevik Devrimi ile başlayan ve sonrasında olumsuz (karşıdevrimci) gelişmelerin de eşlik ettiği 10-15 yıllık bir sürecin sonucunda, tüm dünyanın kaderini etkileyebilecek bir konuma erişmişti. Sovyet Rusya özelindeki bu örnek Marksizmin ekonomik altyapıyla üstyapı kurumları arasındaki ilişkiye dair söylediklerini çürütmek bir tarafa, kanıtlar mahiyettedir. Ekonominin her şeyi, her yönüyle ve her zaman belirlediği Marksizmin burjuva ideologları tarafından çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Ekonomik altyapı son tahlilde belirleyici olsa da, o temelin üzerinde yükselen siyasal ilişkiler bütünü (felsefesi, kültürü, dini, ahlakı ve bilumum ideolojik yapılarıyla) belli koşullar altında o yapının en yoğunlaşmış ifadesi haline gelerek geçici süreliğine esas belirleyici etken konumuna yükselebilir. Devrimler tam da bu tanıma uygun olgulardır. “Nasıl oldu da SSCB gibi geri bir ülkede yaşananlar insanlığın geleceğini böylesine etkileyebilmiştir? Bu durum ekonomik ilişkilere öncelik veren Marksizmin öngöremediği nitelikte değil midir?” Bu soru çok temel bir gerçeği gözden kaçırmaktadır. Marksizmin en temel hedefi de neticede ekonomik değil, siyasal bir eylemdir: İşçi devrimi. Marksizm insanlığın kaderini etkileyici köklü dönüşümleri gerçekleştirmek için bir başlangıç adımı olarak ekonomideki müdahalelerin değil, siyasal üstyapıdaki devrimci dönüşümün gerekliliğine işaret eder. Lenin’in sevdiği bir tabirle, siyaset ekonominin yoğunlaşmış halidir. Sınıfların ekonomik çıkarları en sistemli ve programlı şekilde siyasal üstyapıdaki mücadelede ifade bulur. Siyasal üstyapıdaki doğru (yani altyapıya uygun ya da onun çelişkilerinden yararlanan) adımlar ekonominin gelişmesini hızlandırdığı gibi, ekonomik altyapının kısa vadede belirleyiciliğini geri plana itebilir ve önceliği siyasal alana kaydırabilir. 1924-36 sürecinde SSCB’de iktidarı ele geçiren bürokrasi, ekonomik açıdan diğer ülkelerden güçsüz olmasına karşın, sahip olduğu devasa aygıt sayesinde tüm işçi hareketini egemenliği altına alabilmiştir. Stalinist bürokrasi “sosyalizmi” kurduğu kozunu kullanarak ve devlet kaynaklarını diğer komünist partiler üzerinde nüfuz elde etmeye tahsis ederek Lenin döneminden miras kalan “komünist hareketin merkezi” olma konumunu –komünizmi çarpıtma pahasına da olsa– daha da pekiştirmiştir. Böylece başta İspanya, Almanya olmak üzere birçok ülkede devrimlerin önüne geçebilecek bir rol oynamıştır. Yirminci yüzyılın ilk yarısında kapitalizmin iki dünya savaşına yol açmış olması, insanlığa yeni buluşlar olarak atom bombaları, toplama kampları ve faşist barbarlığı sunması burjuva demokrasisinden yana beklentileri boşa çıkarmış ve anti-kapitalist alternatife olan ilginin sürmesini sağlamıştı. Fakat Stalinizmin varlığı işçi sınıfının devrimci mücadelesine olan inancı fazlasıyla sarsmıştı. Stalinist uygulamalar Avrupa işçi sınıfında ve aydınlarda Marksizme ve komünizme karşı büyük bir soğukluk yaratmıştı. Devrimci alternatife olan ilgi öyle ya da böyle sürüyordu, fakat Stalinizmin ihanetleri Troçki sonrası Dördüncü Enternasyonal’in güçsüzlüğü ve yanlış politikalarıyla da birleşince gerçek anlamıyla sosyalist bir çekim merkezi yaratmak mümkün olmadı. Başka bir deyişle, kitlelerin gözünde alternatifler bir bir boş çıkmış ve bu koşullar altında “yeni” muhalif hareketler için güçlü bir zemin oluşmuştu. Kapitalizmin özünü sorgulamayan diğer çağdaş muhalif hareketler gibi, feminizmin yükselişini de bu bağlamda görmek gerekir. Feminizmin revaçta olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, özellikle de 1970’ler bugün Türkiye’de yaşayan pek çok kişinin kafasındaki Batı’dan farklı bir yerdi. Burjuva liberallerin ve reformistlerin öve öve bitiremedikleri Avrupa demokrasilerinde, kadınlara karşı hâlâ sayısız ayrımcılık vardı. Örneğin bir kadının gerçekten eşit bir birey olması bir tarafa, her istediği ürünü satın alması bile mümkün değildi. Bunun için “erkeğinin” muvafakati gerekiyordu! Feminist hareket tüm bu sorunlara karşı mücadelede yoğun bir destek buldu. Bu türde yasal ya da yasal olmayan ayrımlar kapitalizm için olmazsa olmaz değildi; bu ayrımcı yasaları kaldırmak kapitalizmin tasfiyesine yol açmayacaktı. Güçlü bir hareketle karşılaşan kapitalizm, elbette epey bir direndikten sonra, bu reformları tanımak zorunda kaldı ve tanımakta sakınca görmedi, zira hareketin daha da militanlaşıp devrimci sınıf eksenine kayması ihtimali de böylece ortadan kalkmış oluyordu. Fakat tam da bu noktada kadın sorunu derken kadınların çoğunluğunu ilgilendiren sorunları kasteden kadınlar (işçi ve emekçi kadınlar) ile esasen kendi bireysel sorunlarını düşünen burjuva ve orta sınıf kadınlar arasındaki ayrım da gün yüzüne çıktı. Bu durum feminizm için krizin başlangıcını ifade eden bir kapalı kutuyken, Marksistler açısından yüz küsur yıl önce dile getirilmiş kaçınılmaz bir sondu: “Erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar ancak erkekle kadın tamamen eşit hukuki haklara sahip oldukları zaman kendisini apaçık şekilde gösterecektir.”[22] Feministler yasal düzenlemeleri, hukuken eşitliği vs. yüceltirken, Engels tam da kapitalizmi doğru bir şekilde tahlil edebildiği için takriben yüz yıl sonra yaşanacakları öngörebilmişti. Tarihte ne ilk ne son defa, sınıf ayrımı “yapmayan” (yani sınıf ayrımı yapmadığını zannedip, burjuvazinin kuyruğuna takılan ya da kapitalist düzenin sınırları dâhilinde mücadele yürüten) bir hareket, büyümeye başladığı anda paramparça olmuştur. Kadın sorunu derken kendilerine bu toplum içinde tıpkı bazı erkekler gibi ayrıcalıklı yerler, sağlam bir kariyer, rahat bir koltuk, ortalamanın üstünde yaşam koşulları vs. edinmeyi anlayan “feministler”in oluşturduğu burjuva feminist hareket, düzenin demokratik sınırları genişleyince kendi sınırlarının çok dar olduğunu göstermiştir. Başka bir deyişle, farklı sınıflara mensup unsurlar ortak bir mücadele için bir araya gelmiş ve tam da “hedefe” en çok yaklaşılan, hareketin tepe noktasına ulaştığı anda hareket çatırdamaya başlamıştır. Buna benzer en iyi örnek belki de Fransız devrimleridir. Fransız devrimleriyle özdeş hale gelmiş olan eşitlik (égalité) şiarı gerek 1789-93 devriminde gerekse de 1848’de hareketin düşmana karşı en güçlü konuma ulaştığı anda kendi kendini tüketici bir rol oynamıştı. Burjuvazi eşitlik derken sermayesini (gerek değişmeyen sermayesi olan maddi üretim araçlarını gerekse de değişen sermayesi olan işçiyi) ayrımcı yasalara takılmadan rahatça kullanabilmeyi, soyluların arkasında siyasal, toplumsal, kültürel vs. açıdan arka plana atılmamayı kastediyordu. İşçi ve emekçiler açısından ise eşitlik, feodal toplumdan kalan ve kapitalizmle birlikte artan sorunların tümüydü. 1848 Devrimi’ne gelindiğindeyse aynı kavram artık üstü kapalı olarak burjuvazi-proletarya karşıtlığını ifade ediyordu. Bu slogan farklı sınıflardan insanları aynı bayrak altında toplamış olabilirdi, ama sınıf çelişkilerini ortadan kaldırmak için yeterli değildi, yalnızca sınıf çelişkilerinin düşüncede kaldırılmış olmasına karşılık geliyordu. Aynı durum feminist hareket için de geçerliydi (hâlâ da geçerlidir). Sınıfsal ayrımlar kişilerin niyetleriyle alakalı değildir, toplumdaki nesnel bir gerçekliğe işaret eder. Feminist harekete çok iyi niyetlerle katılmış onca kadın açısından feminizm ya da feminist hareket ne anlam ifade ederse etsin, feminizm burjuva düzeninin sınırlarını aşmadığı oranda burjuva ya da küçük burjuva karakterde bir hareketti. Bu hareket, özünde, hali vakti yerinde ve orta halli kadınların sorunlarını çözmeyi hedefliyordu. Sorunu kapitalist toplumun temelinde değil, son tahlilde erkeklerin zihniyetinde ve burjuva yasalarında arıyordu. Bu kısıtlı yaklaşımın bedeli pratikte ödendi. Feminizm hiçbir zaman gerçek anlamda kitleselleşemedi, belirli ülkelerde kitlesel bir güç elde etmesine karşın, bunu kalıcılaştıracak bir kurumsallaşma ya da örgütlenme yaratamadı. Ne var ki feminizm, önüne koyduğu hedef (kadının özgürleşmesi) bakımından başarısız olmuş olsa da, kadınların belirli bir kısmını adeta vitrin ürünü mahiyetinde ön plana çıkardığı için kapitalizm altında kurtuluşun mümkün olduğu düşüncesine ciddi bir popülerlik kazandırmıştır. Neticede kadınlar kapitalizmin daha ileri olduğu ülkelerde işgücünün, özellikle de kafa emeği alanında, önemli bir kesimini oluşturmaya başladılar, önemli mevkilere geldiler, birçok erkeğin amiri konumuna yükseldiler vs. Başka bir deyişle, feminizm belki işçi ve emekçi kadınları kurtaramadı, ama bazı kadınların kapitalizmde daha üst basamaklara tırmanmalarına yardımcı oldu. Feminist hareket içindeki dürüst, mücadeleci unsurlar kadın hakları bayrağını dalgalandırmaya çalışadursunlar, feminizm –kapitalist toplumu tahlil edip gerekli politikaları üretmeyen bir ideoloji olarak– bireysel gelişim kitaplarına benzer bir rehber işlevi gördü. Kapitalizmle köklü bir şekilde hesaplaşmayan her düşünce akımını benzer bir son, benzer bir siyasallaşma hattı beklemektedir. Ama aslına bakılacak olursa, feminizmin bu akıbeti için yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşananları bekleyip görmeye gerek yoktu. Yirminci yüzyılın başında, hatta onun da öncesinde, ayrı sınıflara mensup kadınları aynı hareketin çatısı altında toplamaya çalışmanın nasıl bir sonuca vardığı defalarca görülmüştü. Fransız Devrimi’nde burjuvazinin “ılımlı” kanadını temsil eden Jirondenlerin kadın eylemcileri, devrimin kitlelerin desteğiyle giderek özel mülkiyeti bile sorgulayacağı bir aşamaya ilerlediğini gördüklerinde, kadın hakları başlığına mülkiyet haklarıyla kralın yönetme hakkını da dâhil ederek(!), emekçi kadınlarla yollarını ayırmışlardı. Keza yirminci yüzyılın başında, belki de ilk kitlesel radikal kadın hareketi denilebilecek sufrajetler (adını kadınlara oy hakkı talebinden almaktadır) çok daha çarpıcı ve acı bir örnektir. Açlık grevleri, bombalama, kendini zincirleme de dâhil olmak üzere sayısız eylem yapan sufrajetlerin içindeki burjuva kadınlar, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, tıpkı bugün burjuva feminizmine destek veren sosyal-demokratlar gibi, savaş nedeniyle kendi sorunlarını bir kenara bırakmak gerektiğini vaaz etmiş ve bunu en iyi ifade edecek sloganın da “Kral, Vatan, Özgürlük” olduğunda karar kılmışlardı! Zaten bu nedenle de yılların “Sufrajet” dergisi gitmiş, yerini ismiyle müsemma “Britanya” almıştı. Burjuva kadınların değil, emekçi kadınların haklarını savunan kesim ise buna itiraz etmiş ve böylece sufrajet hareket bölünmüştü. Mücadelelerine savaş sırasında da devam etmek gerektiğini düşünen kadın hakları savunucularının bir kesimi ise sonradan komünist harekete yaklaşmışlardı. Bu derslerin ardından, bugün var olan feminist hareket için bu kadar bile iyimser olamayız. Kadınların biçimsel eşitlik konusunda epeyce mesafe kat ettikleri ülkelerde hâlâ aynı temelde bir mücadeleyi savunmak ve feminist hareketi sınıfsal temelde tahlil etmeyip gerekli sonuçları çıkarmaktan geri durmak hiçbir şekilde kabul edilemez.
Getirilen bir dolu teorik “açılıma” rağmen, feminist ideologların söyledikleri bugün de değişmemiştir. Yaygın bir söylem olan ataerkillik (“patriyarka” ya da “patriyarki”) buna tipik bir örnektir. Kavramın ayrıntılarına girmeden söylenenleri özetlediğimizde geçmişteki feminist görüşlerin tekrarlandığını görmek mümkündür. Ataerkillik söylemi erkek egemenliğini kapitalizmle ve daha genel olarak sınıflı toplumlarla özdeş bir şey olarak görmemekte, kapitalizmden sonra da erkek egemenliğinin devam edeceğini savunmaktadır (burada kastedilen proletarya diktatörlüğü gibi ara bir aşama değildir, yoksa proletarya diktatörlüğünde de erkek egemenliğinin henüz tam anlamıyla kalkmayacağı Marksistler açısından kabul edilen bir gerçektir). Bu nedenle kapitalizme karşı mücadeleden ayrı bir mücadele hattı gerektiği söylenmektedir. Biz bu “ataerkillik” anlayışını daha geniş bir resmin parçası olarak alabiliriz. Feminizmi Marksizmle ya da sosyalizmle birleştirmeye çalışan yazarların eleştirdiği hususlardan birisi de Engels’in tarihsel yaklaşımıdır. Engels’in yukarıda da ifade edilen kadının ezilen cins konumuna gelme sürecinin kökenlerine inmiş olması yine muğlâk nedenlerle eleştiri konusu yapılmıştır. Dillendirilen iddiaların başında da, ilginç bir şekilde, Engels’in kapitalist toplumda kadının ezilme biçiminin niteliğindeki değişimleri yeterince ele almamış olması gelmektedir. Burada her şeyden önce ciddi bir yanlış anlama söz konusudur, zira Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabı sanki “Kadın Sorunu” üzerine yazılmış bir monografiymiş gibi alınmakta, yazarın esas ele aldığı konu gözden kaçırılmaktadır. Böyle olunca, aynı suçlama örneğin “Marksizm ve ulus-devlet” konusu için de söylenebilir. Marx ya da Engels modern devletin (burjuva ulus-devletinin) önceki devletlerden niteliksel farklılığını çeşitli kereler dile getirmiş olmakla birlikte, Engels’in bu eserinde ulus-devlet sınırlı bir yer tutar. Ama bu gayet normaldir, zira Engels burada her şeyden önce tarihsel kökenlere ilişkin bir tahlil yapmaktadır.
Marksizmin önderlerinin kadın sorunu üzerine çok fazla yazamamış olmaları nedeniyle, Engels’in bu konudaki en önemli ya da en derli toplu görüşleri kıstas alınmakta ve yazılanlar eksiksiz bir kadın sorunu değerlendirmesi olarak görülmektedir. Oysa Marx ve Engels kadın sorunu üzerine ayrı bir çalışma kaleme almamıştır. Burada tümüyle bir ilgisizlikten ziyade, diğer birçok konuda olduğu gibi, yazacak zaman ve fırsat bulamamış olmalarını başlıca neden olarak almak gerekir. Zira kadın sorununa yeterli ilgiyi göstermedikleri şeklindeki bir eleştiri, başka konular için de dile getirilebilir. Öyle ki Marx ölümü nedeniyle elyazması halinde bıraktığı ve Engels tarafından yayına hazırlanan Kapital’in üçüncü cildinde sınıflar üzerine yazmayı planladığı bölümü bile tamamlayamamıştır. Ama daha da önemlisi maddi koşulların yeterince gelişmemiş olmasıdır. Marx ve Engels önlerinde bir yığın sorun olduğu için, elbette belli bir aciliyet sırası belirlemişlerdi. Örneğin Rusya ve genel olarak geri kapitalist ülkelerde devrim sorununu ancak şartlar olgunlaşmaya başladıktan sonra ele almışlardı. Kadın sorununa kapsamlı bir şekilde değinmelerini gerektiren güçlü bir kadın hareketi ya da kadınların toplumsal hayata bugünkü gibi katılımı söz konusu değildi. Dolayısıyla kadın sorunu konusunda kapsamlı yazılar kaleme almamışlardı. Fakat bu durum bizim sınıflar konusunda Marksizm dışındaki akımlardan medet ummamıza ya da Marksizmin bu konudaki söylediklerini yetersiz görmemize yol açmaz. Buradaki yanlışlık Marksizme dair temel bir kavrayışsızlıktan ya da kavrayışsızlık isteğinden kaynaklanmaktadır. Marksizm Lenin’den sonra Stalinizm tarafından gasp edildiğinden, Marksizme soğuk yaklaşan unsurlar açısından Marksizme ucuz eleştiriler yöneltmek kolaylaşmıştır. Stalinizmin şabloncu, ezberci, kuru sloganlara dayalı “Marksizm”ini fırsat bilen Marksizm düşmanları, Marksizmin her şeyi bir din gibi dayattığını, küçük haplar halinde yutulabilecek değişmez kuralları olduğunu iddia etmiş, bunun karşısına da “her şeyi eleştirmek lazım” diyen çağdaş burjuva ideolojisini çıkarmışlardır. Oysa gerek Leninizmden ve onun devamı olan Troçkizmden bağımsız olarak, gerekse de Leninizm ve Troçkizmle ilişkisi içerisinde değerlendirelim, Marksizm bize ucu kapalı, olmuş bitmiş bir dünya görüşü, değişmez bir kurallar manzumesi sunmaz. Marx ve Engels’in en büyük öğrencileri olan Lenin ve Troçki tam da bu yanlış bakış açısını reddetmeleri sayesinde hem isimlerini bugüne taşımış hem de tarihte bir işçi devrimine önderlik etmişlerdir. Elbette Marx ve Engels birçok konuda somut ilkeler koymuşlardır, elbette eserlerinin bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde asla vazgeçilemeyecek, yani temel mahiyette kurallar, ilkeler vs. vardır. Fakat gerçek Marksizm bu ilkelerden hareketle kavranması, yorumlanması ve uygulanması gereken Marksizmdir – Lenin ve Troçki tam da bunu yapmıştır.
Marx ve Engels’in kadın sorunu üzerine uzun uzun yazmadıkları doğrudur, fakat eserlerinden hareketle, kadın sorununa ilişkin doyurucu, Marksizmle çelişmeyen devrimci bir tutum almak mümkündür; bu noktada Marksizmin başka (burjuva) ideolojilere başvurması gerekmez, aslolan da budur. Elbette kadınların ezilmesi salt tarihsel bir kalıntı değildir. Elbette kapitalizm diğer bütün baskı, aşağılama, ezme vs. biçimlerini olduğu gibi kadınların sıkıntılarını da niteliksel açıdan apayrı bir düzeye çıkarmıştır. Bu konuda Engels’in bir itirazı ya da karşı görüşü yoktur. Fakat kapitalizmin sınıflı toplumlar zincirinin bir devamını, son halkasını ifade ettiğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bu bakımdan kadının ezilmesi hem güncel hem de tarihsel yönleriyle kavranmalı ve buna göre bir perspektif belirlenmelidir. Başka bir deyişle, kapitalizmin kadın sorununda yarattığı yenilikleri ortadan kaldırmakla ya da kadının kapitalizme özgü sorunlarını yok etmekle kadın sorununu çözmek mümkün değildir. Bu şekilde baktığımızda, sorun aydınlanmaktadır, zira Engels’in bu yaklaşımına karşı çıkışın nedeni, kadın sorununun tarihsel olduğu (sınıflarla birlikte ortaya çıktığı) bir kez kabul edildiğinde, bu görüşün mantıksal uzantısı olarak o tarihsel koşulları (yani sınıfları) ortadan kaldırmak için mücadele etmenin gerekli hale gelecek olmasıdır; Marksizme uzak duran çeşitli feminist kesimlerin dert ettikleri esas mesele de budur. Öte yandan şunu da belirtmek gerek, Marksizmin kadın sorunu konusunda yetersiz olduğu iddialarının esas dayanağı Marksizm değildir. Burada iddianın belli gerekçelere dayandırılmasından ziyade, gerekçenin sonradan geldiğini söyleyebiliriz. Marksizmin kadın sorunu konusunda yetersiz olduğu iddiasının arkasında, yirminci yüzyıla damgasını vurmuş ve bunu yaparken Marksizmin adını kullanmış (ve kirletmiş) olan Stalinist diktatörlüklerde ve elbette bazı Stalinist örgütlerde kadınların durumu vardır. Bu ülkelerde kadın sorununun çözüme kavuşması ya da çözüm yoluna girmesi şöyle dursun, kadınların durumu ileri kapitalist ülkelere göre kimi yönlerden daha da kötüleştiği için ve ayrıca bu ülkelerdeki “sosyalizm” anlayışının savunucuları olan birtakım Stalinist örgütlerde kadınlara karşı yaklaşımın da tek kelimeyle berbat olması nedeniyle, Marksizmin bu sorunu çözemeyeceği düşüncesi epeyce bir güç kazanmıştır. Yani burada da bilindik bir hikâyeyle karşı karşıyayız: Stalinizmi, yani Marksizmin inkârı olan karşıdevrimci ideolojiyi, farkında olarak ya da olmayarak, işçi sınıfının bilimi olan Marksizmle özdeşleştirmek ve buradan Marksizme saldırmak, Marksizmin yetersiz olduğu görüşünü dillendirmek. Yukarıda Marksizmin kadın sorununda ilk günden itibaren ilerici bir tutum aldığını göstermiştik. Fakat yine de kimi çevrelerce (bunların içinde kendisini Marksist ya da sosyalist zannedenler de vardır) “cinsiyet körü” olmakla suçlanmıştır. Tekrardan kaçınmak adına, aslında Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ndeki yaklaşımından bahsetmek, Marksizme yönelik “cinsiyet körü” suçlamalarının haksız olduğunu anlamak için yeterli olacaktır. Cinsiyet körlüğü ancak sorunun görmezden gelinmesiyle haklı bir içerik kazanabilir. Oysa burada aktarılan analiz dikkate alındığında, Marksizmin meseleyi cinsiyetler arası, yani biyolojik bir mesele olarak değil, toplumsal bir ilişki olarak gördüğünü ve “cinsiyet sorununa” yaklaşımını da bu kapsamda geliştirdiğini görürüz. Engels o dönemin ilerici düşünürlerin bile dillerine doladıkları kadının biyolojik (içkin, doğuştan gelen, yani doğal) özellikleri gibi muğlâk öğeler yerine, toplumsal bağlamda edinilmiş özelliklerine dikkat çekiyordu. Böylece bir bakıma, bugün bazı feminist yazarların çok önem verdikleri cinsiyet ve toplumsal cinsiyet ayrımı ilk kez Engels tarafından yapılmış oluyordu. Yani sorun cinsiyet değil, toplumsal ilişkiler içinde o cinsiyetin edindiği özellikler ya da o cinsiyete biçilen rollerdi; sorunun kaynağını burada aramak gerekiyordu. Engels’in tespitini tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, kadınların yenilgisi üretim ve dolayısıyla toplumsal ilişkiler alanından dışlanmalarıyla ortaya çıkmıştır ve çözüm yoluna bu sürecin tersine çevrilmesiyle (ama daha yüksek bir aşamada) girecektir. Kadının dünya çapındaki tarihsel yenilgisi bir kez gerçekleştikten sonra, egemen sınıf, kurduğu ekonomik ilişkiler, ideolojisi ve baskı araçlarıyla “kadının” özelliklerini belirlemiştir. Dolayısıyla bu koşulları ve her şeyden önce de toplumun temelini oluşturan ekonomik ilişkileri değiştirmek, dönüştürmek gerekir. Marksizmin politikalarını belirleyen budur.[23] Fakat daha önce de belirtildiği üzere, Marksizm bu sorunun ayrı bir başlık halinde ele alınamayacağını söylememiştir. Gerçekten de söylenenler yalnızca “kadın sorunu, toplumsal-sınıfsal bir sorundur” ile sınırlı kalsaydı, eleştiriler haklı olabilirdi. Oysa Marksizm açısından bu tür bir basitleştirme kabul edilemez. Kadının toplumsal ilişkilerin mağduru olduğunu ve proletaryayla birlikte kurtulabileceğini söyleyen Engels, meselenin diğer yönlerine de gözünü kapamaz. Örneğin “aile içinde erkek, burjuvadır; kadın ise proletarya” der.[24] Proletaryanın kapitalistler tarafından sömürülüyor olması, benzer bir ilişkinin de ev içinde olamayacağı anlamına gelmez. Evdeki kadın işçi, kapitalistin erkek işçiyi daha ucuza sömürebilmesini sağlar, ama aynı zamanda erkek işçi de evde kadınla ezme-ezilme ilişkisi içinde var olur. Fakat bu noktada kritik bir soru gündeme gelmektedir: “Kadınların ezilmesi erkek işçilerin yararına mıdır?” Sınıf bilinçli bir komünist açısından bu soru ilk başta anlamsız görünse de, aslında komünist erkeklerin komünist (ya da komünist olmayan) kadınlarla kurdukları ilişkinin niteliğini belirleyecek bir içeriğe sahip olduğundan önemsiz görülemez. Zira bu soruya verilecek “evet” cevabı erkek komünistlerin kadın sorununa aslında bir lütufkârlıkla, ayrıcalıklı konumlarından feragat ederek yaklaştıkları imasını taşır ki buradan hareketle kimi erkek komünistlerde kadın-erkek ilişkilerini zedeleyici, hatta engelleyici şekilde mütenezzil tutumlara kapı aralayabilir. Üyelerini bu konuda yeterince eğitmeyen, yani kadınlarla ilişki kurarken “nasıl olsa ben diğer erkeklerden farklıyım” diye yaklaşıp yapılan “küçük” yanlışları “büyütmemek” gerektiğini düşünen erkek üyelerine çekidüzen vermeyen bir devrimci örgüt hem ideolojik-sınıfsal bütünlüğünü sağlayamaz, hem de kadın üyelerini kurtuluş yolunda başka arayışlara iter. Bunları söyledikten sonra, “kadınların ezilmesi erkek işçilerin yararına mıdır?” sorusunu “evet” ya da “hayır” şeklinde mekanik olarak cevaplamanın yeterli olmadığını da belirtmek gerekir; tatmin edici bir cevaba ancak diyalektik bir yaklaşımla ulaşabiliriz. Erkek işçilerin pratikte kadınların ezilen cins olmasından belli bir yarar elde ettikleri doğrudur. Erkekler bu toplumda kadınlara nazaran birtakım ayrıcalıklara sahiplerdir. Bu ayrıcalıklar hem ev içi alanda hem de genel anlamda toplumsal hayatın içinde geçerlidir. Gerçekten de kadınlar erkeklerin yaşamadıkları birçok sorunla boğuşurlar. Küçük yaştan itibaren erkekler birçok konuda serbest yetiştirilirken, kadınlar yasaklarla dolu bir dünyayla tanışırlar. Doğal olarak tüm bunlar öznelerin dışında, tümüyle nesnel süreçler değildir. Erkekler kendi niyetlerinden bağımsız olarak bizzat bu ezme-ezilme ilişkisinin failleridir. Esas sorunu sınıfsal temelde gören Marksistler açısından bunlar kapalı bir kutu değildir, tersine her Marksist tarafından kabul edilen olgulardır. Zaten Engels’in “aile içinde erkek, burjuvadır; kadın ise proletarya” derken kastettiği de budur: Her ikisi de sermayenin boyunduruğu altında bulunan erkek ve kadın işçi arasındaki ilişkide, yine aynı kökenden kaynaklanan ama farklı bir biçime bürünmüş bir ezme-ezilme ilişkisi daha vardır ve bu durum kadının ezilmişliğini iki katına çıkarmaktadır. Diğer yandan, soruya “hayır” yanıtını vermek de belki “evet” yanıtını vermek kadar doğrudur. Aradaki ince ayrım, var olan (mevcut) durum ile aslında olması gereken, yani gerçek çıkarları ifade eden (yalnızca kadın açısından değil, erkek açısından da gerçek yararı sağlayacak olan) durum arasındaki farklılıktır. Erkek işçilerin kadın işçilerin çifte ezilmişliğinden belli yararlar elde ettikleri doğrudur, fakat bu ezme-ezilme ilişkisi ve ona eşlik eden diğer birçok eşitsizlik ortadan kalktığında elde edecekleri yanında, sahip oldukları bir hiçtir. Daha da önemlisi, kadın sorunu devam ettiği sürece erkek işçinin kendini özgürleştirmesi de mümkün değildir. Kadının ezilmesinden elde ettiği “kırıntılar”, deyim yerindeyse, proleter olarak ezilmesi karşılığında alınan sus paylarıdır. Kadınlar ezilmeye devam ettiği sürece, erkek egemen kapitalist toplumun boyunduruğunu atamadıkları sürece işçi sınıfının kurtuluşu mümkün değildir. Bu yüzden değerlendirmeyi tek bir doğruyla sınırlamamak gerekir; bu durumda, toplumun esas devindirici gücü olan sınıflar esas dinamik olmaktan çıkarılmaktadır. İşçilerin (dolayısıyla erkek işçilerin) elde ettikleri yararları işçi sınıfının yararlarından bağımsız ele almak Marksizm açısından doğru değildir. Bu bakımdan, erkek işçiler ile kadın işçiler arasındaki ilişkiyi sınıfın geneli açısından da değerlendirmek gerekir: İşçi sınıfı bu ilişkiden nasıl bir yarar elde etmektedir? Soruyu bu şekilde koyduğumuzda işçi sınıfının hiçbir yarar elde etmediğini görürüz. Tersine, erkeklerin kadınlar karşısındaki bu ayrıcalıklı konumu işçi sınıfını güçsüzleştirmekte, diğer bütün ayrımlar gibi bölünmeye yol açmaktadır. İşçi sınıfı devrimcilerine, sınıf bilinçli işçilere düşen görev, kadınların bu çifte ezilmişliğini görmek ve bugünden başlayarak bu haksızlığa karşı koyulmadığı sürece sömürüye ortak olmaktan kurtulmanın mümkün olmayacağını anlamak ve bu kavrayış yönünde adımlar atmaktır. Tıpkı ezen ulusun mensubu bir komünist gibi, ezen cinse mensup bir komünist de, “ama ben bir şey yapmıyorum” şeklinde bireysel tavır almak yerine, nesnel gerçekliği kabul edip, o nesnelliğin parçası olmadığını, o nesnelliği reddettiğini eylemde, yani davranışlarıyla kanıtlamalı, ezilen cinsin güvenini kazanmak için (laf üretmeyi değil) çaba harcamayı tercih etmelidir. Ne ulusal sorunda ne de kadın sorununda baskının sorumlusunun, kaynağının ya da nedeninin işçi sınıfı olmadığı muhakkaktır, fakat burjuvazinin bu baskıyı, diğer pek çok pis iş gibi, biz işçiler aracılığıyla hayata geçirdiği de bir gerçektir. Her baskı neticede bir toplumsal ilişki biçimidir ve toplumsal ilişkilere gözümüzü kapayarak olumsuzluklardan kurtulamayız. Bu nedenle bir erkek işçi, kadınlara yönelik ayrımcılığa aktif şekilde karşı durmadığı sürece, çok iyi niyetli de olsa, sorumlusu olmadığı baskıyı-eşitsizliği devam ettiren, uygulayan olmaktan kurtulamaz. Tüm bu söylenenler Marksistlerin proletaryaya yabancı bir hareket olan burjuva feminizmine karşı ideolojik mücadelesinin temel öğeleridir. Marksistlerin bir yandan feminist burjuva ideolojisine karşı savaşırken, diğer yandan kadın sorununun gerçek çözümünü savunan kadınları komünist kadın ve erkeklerle yan yana proleter devrimi mücadelesine çekebilmelerinin yegâne yolu budur. Toparlamak gerekirse, feminizmin temel çelişkisi düzene ilişkin birçok sağlam eleştiri yöneltmesine karşın, toplumun temel çelişkisini (sınıfsal bölünmeyi) ana unsur olarak kabul etmeyi reddetmesi ve toplumun her tarafına yayılmış, kişinin kaçıp kurtulamayacağı bir etken olan sınıfsal çelişkiden kaçmaya çalışırken tümüyle yanlış uçlara savrulmasıdır. Bu yanlış uçları aslında kısaca ifade etmek mümkündür: Feminizmin temel kusuru, kadın sorununu son tahlilde kadın-erkek arasındaki bir sorun olarak kavraması ve dolayısıyla dile getirdiği birçok doğru eleştiriye karşın sorunu biyolojik bir sorundan öteye taşıyamamasıdır. Bu noktada bir gerçeği daha baştan dile getirmek gerekir: Feminist teoriyi üreten ve yeniden üreten unsurlar bu durumu göremeyecek kadar at gözlüklü değildir. Burada sorun, feminist teorisyenlerin sınıf siyasetinin önemini ve kapsayıcılığını anlamamaları ya da anlamak istememeleridir. Fakat sınıf siyaseti, sınıfsal dinamikler öylesine güçlüdür ki bunlardan kaçmak mümkün değildir. Feministlerin içinde elbette kadın sorunu derken tümüyle burjuva kadınların “üstün” sorunlarını ve taleplerini anlayan, meseleyi mecliste temsil edilmek, bulundukları yerlerde üst mevkilere gelmek vs. ile sınırlayan burjuva unsurlar vardır. Fakat yine önemli bir kesim de işçi sınıfı (ya da, emek) siyaseti ile burjuva feminizmi arasında yalpalayan, deyim yerindeyse, ikisi arasında bir köprü oluşturmaya çalışan unsurlardır. Bunları küçük burjuva feministleri olarak nitelendirmek mümkündür ve isminden de anlaşılabileceği üzere, küçük burjuva radikalizminin temel çelişkilerinin hepsini içinde barındırmaktadır. Kendimizi kandırmayalım, feminizmin bu kolu genel itibariyle elbette sorunun sınıfsal ya da bir toplumsal dönüşüm sorunu olduğunu görmektedir. Fakat Marksizmden kaçayım derken doluya tutulmaktadır: Biyolojik belirlenimcilik, yani erkek şovenistlerinin söylediğinin tersten ifade edilmiş hali. Aradaki tek fark, biri karşı çıkarken diğerinin savunuyor olmasıdır. Bugün feminist hareket ya da ideoloji dünyanın farklı yerlerinde farklı aşamalardan geçiyor. Bu noktada ülkeler arasındaki gelişme farklarını hesaba katmak gerekiyor. Örneğin Batı ülkelerinde, son yirmi yıldır, feminizmin birinci ve ikinci dalgasının geride kaldığından, deyim yerindeyse, kendi 1989’unu yaşadığından bahsedilirken, birçok feminist feminizmin eski güzel günlerinden ve bugün geldiği üzücü noktadan dem vururken; aynı dönemde Türkiye’de feminizm yeni yeni popüler hale gelmeye başlamıştır.
Kapitalizm uluslararası bir sistemdir, gelişimin özü birleşiktir, ama gerek sınıfsal anlamda gerekse de ulusal, bölgesel ve yerel anlamda eşitsizliklerle maluldür. Kapitalist rekabete, birikime ve dolayısıyla mücadeleye erken başlayan ülkelerle diğerleri arasında böyle bir senkron bozukluğu olması doğaldır. Fakat yapılması gereken hareketin hangi ülkelerde ne zaman ve nasıl tezahür ettiğine değil, temel özelliklerine bakmaktır. Bu noktada Türkiye işçi sınıfı hem şanslıdır hem de şanssızdır: Şanslıdır, çünkü burjuva ya da küçük burjuva feminist hareketle ilk defa yüz yüze gelirken, geride yararlanabileceği devasa bir mücadele dönemi ve deneyim haznesi vardır; şanssızdır, çünkü kadın sorununu burjuva çerçevede çözmek isteyen mücadeleci kadınların feminist harekete çekilmelerini engelleyecek, devrimci bir çekim merkezi işlevi görecek, her türlü cinsiyet ayrımını dışlayan, demokratik işleyişe sahip devrimci Marksist bir parti yoktur ve dahası bu ulusal değil, uluslararası bir sorundur. Dünya çapındaki bu yakıcı sorun, feminizme doğrudan ilgi gösterenler kadar Marksizmle feminizmi birleştirmeye çalışan kesimleri de ortaya çıkarmıştır. Kendisine Marksist diyen ama Marksizmi bu konuda yeterli görmeyen unsurlar, feminizmle takviye yapma ihtiyacı duymakta ve bu ihtiyaç da Marksist (veya sosyalist) feminizm ya da materyalist feminizm gibi kerameti kendinden menkul ideolojilere kapı aralamaktadır. Bu kesimler dünya üzerinde ya da Türkiye’de yukarıda söylenenler haricinde cevap verilmesi gereken ciddi görüşlere sahip değildir. İçlerinde, okuduğunu anlamaktan aciz olup, “Engels’e göre kadınların kurtuluşu, yeniden toplumsal üretim içinde yer almalarıyla mümkündü. Kapitalizm, kadınları yığınsal olarak üretimin içine çekecek, ücretli işçi olarak aile dışına çıkan kadınlar piyasa koşullarında erkeklerle eşit konuma geleceklerdi. Böylece proleterleşen kadınların ev içindeki ‘ezilme’ koşulları da son bulacaktı”[25] gibi Marksizmin kurucularına kapitalizmin varlığı koşullarında, yani sosyalizme gerek kalmadan kadının kurtuluşunun mümkün olduğunu söylettiren(!!) keramet sahiplerinden, “Marksist feminizm mi, materyalist feminizm mi?” diye birbirine giren entelektüellere[26] kadar ciddiye alınmayacak unsurlar çoğunlukta olsa da, meselenin özüne dair birkaç şey söylemek zorunludur, zira Türkiye’de yakın dönemde aynı kaynaktan beslenen kafa karışıklığının çok somut sonuçları (“ayrı eylem, ayrı mücadele”) olduğunu gördük. Feminizm (kadınların kurtuluşu için burjuva sınırları dâhilinde bir çözüm öneren ideoloji) ile Marksizmin uzlaşmazlığının nedeni, feminizmin dünyayı kadın-erkek çelişkisi üzerinden tarif etmesi ve kapitalizm sınırlarının dışına çıkamamasıdır. Oysa Marksizm açısından temel çelişki cinsler arasında değil, sınıflar arasındadır ve bu sınıfsal bölünme kadın-erkek bölünmesini de kendi bildiği tarzda bölmüştür. Kimi kaba feministler Marksistleri kadın-erkek ayrımını yok saymakla, yani sınıfsal bölünmenin kadın-erkek bölünmesini (bölmek yerine) ortadan kaldırdığını savunmakla suçlamaktadır. Bu suçlama yanlış olduğu gibi aynı zamanda gerçeği de tersine çevirmektedir, zira feministlerin içinde hatırı sayılır bir kesim Marksizmin sınıf analizinden yararlansa da, feminist parametreler sınıf mücadelesinin dinamiklerinden ve tarihsel biçimlerinden uzaklaşarak tarihüstü bir kadın-erkek sorununa varmaktadır. Kadın sorununu feminist ideolojiyle çözmek isteyen samimi unsurlara şu soruyu sormamız mutlak bir gerekliliktir: Erkeklerin kadınları ezmesinin nedeni nedir? Biyolojik üstünlük mü? Erkeklerin darkafalılığı mı? Ya da en kötüsü, erkeklerin güçlülüğü mü? Bu temel sorudan kaçarak çözüm aramaya çalışmak, çok şeyler söyleyip hiçbir şey söylemeyen günümüz egemen burjuva entelektüalizminin en önemli teorik argümanı olsa da, sorunun çözümü açısından herhangi bir kolaylık sağlamaz. Bu soruya verilecek Marksizm harici her cevap son tahlilde erkek egemenliğini meşrulaştırmaya yarar. Ve bu soruya verilen Marksizm harici her cevap hangi sınıftan olursa olsun, son tahlilde, kadınların erkeklere karşı birleşmesini ve ortak mücadelesini savunmak zorunda kalacaktır. Marksizmin bu temel görüşlerini reddedip, onu kendisinden çok sonra ortaya çıkan bir burjuva ideolojisiyle birleştirmeye çalışmak kabul edilemez.
Notlar
[20] “Birinci Tüm Rusya Kadın İşçiler Kongresi’nde Yapılan Konuşma”, 19 Kasım 1918, Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, Agora Kitaplığı, 2010, s. 203.
[21] Lenin, “İşçi Sınıfı ve Yeni Malthusçuluk”, Collected Works içinde, cilt 19, s. 237.
[22] Engels, a.g.e., s. 88.
[23] Marksizmi cinsiyet körlüğüyle suçlayan akımların, Engels’in daha ondokuzuncu yüzyılda, kadınlara karşı önyargıların had safhada olduğu bir dönemde dile getirdiği şu görüşe ulaşabilmeleri, bu gerçeği sindirebilmeleri için ne kadar zaman geçmesi gerekecekti? “Fuhuş, kadınlardan da çok, asıl erkekler için ahlak bozucudur. Fuhuş, kadınlar içinde yalnızca kendini buna kaptıran mutsuzları alçaltır ve bunların sayısı, genellikle sanıldığından çok daha küçüktür. Buna karşılık, fuhuş, bütün erkek dünyasının niteliğini değerden düşürmekte, alçaltmaktadır” (a.g.e., s. 88-9). Keza, “kadının tekeşliliği hiçbir zaman erkeğin açık ya da saklı çokeşliliğine engel olmamıştır” (a.g.e., s. 89).
[24] A.g.e., s. 87. Nerede “varsa yoksa işçi” dediği iddia edilen reformistlerin iftira attıkları “Marksizm”, nerede gerçek Marksizm!
[25] http://ezilenlerinkurtulusu.org/php/news.php?readmore=57, Erişim tarihi, Ekim 2009.
[26] Nasıl kendisine Marksist feminist diyenlerin önemli bir kesimi Marksizmi yeterli görmeyip Marksizme açılım getirmeye çalışmış ve bu noktada mugalâtalardan medet ummuşlarsa, aynı şekilde “materyalist feministler” de karşı tarafa (“Marksist feministler”e), “zaten biz de aynı kategorilerden yararlanıyoruz” dedirten sözler sarf etmektedir. Yani başka bir deyişle, dağ fare doğurmuştur.
Türkiye’de Kadın Sorununun Bazı Güncel Meseleleri
Yukarıda da zikrettiğimiz Af Örgütü’nün Türkiye raporu hiç de iç açıcı değildir. Türkiye’de her yıl onbinlerce kadın kötü muameleye maruz kalıyor, yine binlercesi kaçırılıp alıkonuyor, tecavüze uğruyor. Her üç kadından biri aile içi fiziki şiddete maruz kalıyor, zorla evlendirme, “töre-namus” cinayetleri hâlâ azımsanmayacak boyutlarda seyrediyor. Dahası Türkiye’de bu rakamların çarpıtılmış olduğunu da biliyoruz. Bu mikroplar erkek egemen sınıflı toplumun, özelde de kapitalizmin ayrılmaz bir parçasıdır. Ne var ki Türkiye söz konusu olduğunda, iki yanlış ve zararlı düşüncenin çok sık dillendirildiğine şahit oluyoruz: Kadın sorununun “feodal” ve “dini” niteliği. Türkiye’de özellikle de Kemalistler aracılığıyla kadın sorunu konusunda dile getirilen temel çarpıtmalardan birisi kadın sorununun “feodal” niteliğidir. Sorunun temelinde feodal geleneklerin kalıntısının ya da uzantılarının olduğunu iddia eden bu yaklaşım, aslında daha genel bir küçük burjuva muhalefetinin ürünüdür. Solcu geçinen Kemalistler (“aslında biz de sosyalistiz, ama Türkiye’nin dinamiklerini görmezden gelmiyoruz” diyenler) açısından, solcu görünüp kapitalizmi meşrulaştırmanın geçmişten bu yana en iyi yolu, sorunu kapitalizmin gelişmişliğiyle değil, yeterince gelişmemişliğiyle açıklamak olmuştur. İddiayı şöyle özetleyebiliriz: Kapitalizm çok çeşitli sorunlara yol açsa da, Türkiye söz konusu olduğunda sorun kapitalizmin “düzgün” gelişmemiş (ve dolayısıyla da “düzgün” işlemiyor) olmasıdır. Eğer kapitalizmi Kemalist (ya da benzeri) kadrolar geliştirseler, Kemalist kadroların çıkınında dünyanın başka hiçbir yerinde ve dünyada başka hiç kimsede olmayan bir sihir olduğundan, sorunlar çözülecektir! Ama maalesef kapitalizm henüz layıkıyla gelişmemiş, çarpık gelişmiştir vs.
Türkiye’nin dinamiklerini dikkate aldığını söyleyen bu yaklaşımın, aslında tipik Menşevik yaklaşım olduğunu görmemek mümkün değildir. 1900’lü yılların başında Rusya’da Menşevikler, kendilerinden önceki Narodniklerin görüşlerini bir ileri aşamaya götürerek, son derece gelişkin kapitalist üretim ilişkileriyle en geri üretim ilişkilerinin yan yana var olduğu bir toplumda, geri olanın ileri olana değil, ileri olanın geri olana ayak uydurması gerektiğini savunmuşlardı. Bunun pratikteki anlamı, en gelişmiş sanayinin uygulandığı fabrikalarda kapitalistler tarafından dizginsiz bir sömürüye tabi tutulan milyonlarca işçiye hesabını patronla değil, başka güçlerle çözmesini vaaz etmek olmuştu. Bu anlayışa göre, işçiler bizzat kapitalist sömürü nedeniyle onlarca sorunla boğuşuyor olmalarına karşın, toprak köleliği kalkıp tarım reformu yapılana kadar, çarlık kalkıp cumhuriyet yerleşene kadar, istibdat kalkıp demokratik bir toplum kurulana kadar vs. kapitalistlere fazla ilişmemeliydiler. Nitekim Stalinizm de Rusya’da iktidarı ele geçirdiği karşıdevrim sürecinde (1924-36) bu mirası sahiplenmiş ve “aşamalı devrim” teorisiyle taçlandırmıştı. Kapitalist ilişkilerle kapitalist olmayan ilişkilerin bir arada bulunduğu koşullarda, birini diğerinden üstün görüp, ulaşılması gereken bir aşama olarak koymak Marksizm dışı akımların; her ikisine karşı proletaryanın ve arkasına taktığı diğer ezilen kesimlerin ortak mücadelesini savunmak ise Marksistlerin görüşü olmuştur. Dolayısıyla bu toprakların öz evladı olarak geçinen Kemalizmin bir kez daha ithal görüşlerden medet umduğunu belirtmek zorundayız. Bu Menşevik-Kemalist yaklaşım, kadın sorunu özelinde, başta kadınları eve kapatan zihniyet olmak üzere birçok şeyi kapitalizmin gelişmemiş olmasına yormaktadır. Kadınların dayağa, tacize ve tecavüze maruz kalması konusunda bu görüşün dillendirilmesi zaten başlı başına gülünç olduğundan –bu oranlar Batı’ya doğru gittikçe azalmamaktadır– biz söz konusu görüşün daha inanılır görünen kısımlarından birini, yani kadınların istihdam oranları ile sözde “azgelişmiş” kapitalizm arasındaki ilişkiyi ele alalım. Gerçekten de Türkiye’de kadınların istihdam oranları ileri kapitalist ülkelere nazaran düşüktür. Dünyada kadınların işgücüne katılım oranı artmaktadır. Türkiye için ise aynısı geçerli değildir. Son 30-40 yıllık dilime baktığımızda, kapitalizmin gelişimine paralel bir artıştan söz etsek de, krizden önceki son 4-5 yıldır bu oran azalmaktadır. Resmî rakamlara göre şehirlerde yaşayan her beş kadından yalnızca birisi istihdam edilmektedir. Bu durum, nüfusun yüzde otuzunu oluşturduğu söylenen kırsal alanda ise üçte bir oranındadır (Bu verilerde ülke ekonomisinin yarısına yakınını kapsayan kayıtdışı ekonominin hesaba katılmadığını belirtmek gerek). İşsiz kesimler içinde kadınların oranı dörtte üç civarındadır. İşte bu ve benzeri verilerden hareketle, belli kesimler sorunu kapitalizmden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Oysa sorun tam da kapitalizmin özüyle, muarızlarımızın diliyle konuşursak, kapitalizmin (ama gelişmemiş değil, gelişmiş kapitalizmin) Türkiye’deki dinamikleriyle alakalıdır. Kapitalizm kendisinden önceki sistemlerin hepsinden farklı olarak ilk evrensel sistemdir. Kapitalizmden önce de, köleci imparatorluklar gibi, bilinen dünyanın geniş bir kesimine yayılan sistemler olmuştur. Fakat hiçbirisi dünyanın tamamını kucaklamayı ve ulusal ya da bölgesel birimler olmanın dışına çıkmayı başaramamıştır. En bilinen örnek olarak, Roma İmparatorluğu belli bir bölgede kurulmuş üretim ilişkilerinin, başka bir toprak parçasına aynen aktarılmasıydı. Başka bir deyişle, yeni sömürgeleştirilen toprak parçası üzerinde üretimin devam edip etmemesi son tahlilde diğer toprak parçası üzerindeki üretimden bağımsızdı. Özgün toprak parçası üzerindeki a birim ürüne, yeni yerleşilen toprak parçası üzerinden elde edilen a birim ürünün eklenmesi şeklinde bir yapı, yani nicel bağıntılı bir sömürgeleştirme söz konusuydu. Oysa kapitalizmde tek bir a ürününün üretimi bile son tahlilde iki toprak parçasının varlığını gerektirir, zira kapitalizm büyük çaplı sanayiyi üretime uygulamış ilk sistem olarak uluslararası bir işbölümü temelinde örgütlenmiştir. Fakat bu uluslararası sistem bütünlüklü bir yapı değil, sermayenin varlığından ötürü farklı farklı birimler (ulus-devletler, bağımsız üreticiler, sanayi dalları vs.) halinde parçalanmış bir yapıyı ifade eder. İşbölümünde her birim rekabetteki gücü oranında pay alır ve bu uluslararası sistemin bir tezahürü olarak (ve buna ilaveten, söz konusu ülkenin geçmişten gelen birtakım özellikleriyle birlikte) her ülkenin “kendi” dinamikleri oluşur. Fakat belirtildiği üzere, bu dinamikler, kapitalizm geliştiği oranda, son tahlilde uluslararası kapitalizmin kendi dinamikleridir, o ulusun çok eskilere dayan ırksal ya da kültürel özelliklerinin bir yansıması değildir. Burada temel belirleyici öğe kapitalizmin gücüdür. Kapitalizm tam da sanayi ve teknolojinin varlığı sayesinde, bu zamana kadar var olmuş en güçlü sistemdir. Bu güç öyle bir boyuttadır ki kapitalizm kendisinden önceki sistemlerle hesaplaşmasını her zaman “birebir kapışma” şeklinde değil, kimi zaman eski unsurların “varlığına izin vererek” de yapmaktadır. Bu söyleneni olabildiğince somutlaştırmak adına, Nâzım Hikmet örneğini verebiliriz. Bilindiği gibi, Türk burjuvazisi ve devleti yaklaşık yetmiş yıl boyunca işçi sınıfının komünist şairi Nâzım Hikmet’in sesini boğmaya çalıştı. Bu uğurda, Nâzım’ı hapse tıktı, işkencelerden geçirdi, doğduğu topraklardan sürdü, şiirlerini yasakladı, ölüsünü tahkir etti vs. Fakat hiçbiri kâr etmedi. Nâzım’la uğraşan burjuvalar bir daha hatırlanmamak üzere yok olup giderken, Nâzım bir çınar gibi ayakta kaldı. Burjuvazi de bir süre sonra karşı çıkamayacağını anlayınca, bu kez yüz seksen derece dönüp Nâzım’ı “sahiplenmeye” karar verdi. En faşistinden en “demokratına” kadar tüm burjuva kamuoyu Nâzım’ı “sahiplenir” oldu. Ama nasıl? Nâzım’ı komünist, her şeyden önemlisi örgütlü bir şair kimliğinden kopartıp, yurtseverlikten başka bir şey bilmeyen romantik bir kartpostal şairi derekesine düşürerek, Türkiye’nin en büyük sermayedarlarına kazanç kapısı haline getirerek vs. Kapitalizm bunu piyasa ekonomisinin kapsayıcılığı, güçlülüğü sayesinde yapabildi. Piyasada artık bir “Nâzım” var, fakat biz onun bizim Nâzımımız olmadığını biliyoruz. Aynısı kapitalist üretim ilişkileri içinde varlığını bir şekilde devam ettiren kapitalizm-öncesi öğeler için de geçerlidir. Bu konu, özellikle de yirminci yüzyılın ikinci yarısında “eklemlenme” sorunu çerçevesinde epeyce tartışılmıştır. Bunu ele almanın yeri burası olmasa da, konuyla bağlantılı kısa bir özet yapmak mümkündür. Kapitalizmin her coğrafyada aynı dönemde ortaya çıkmamış ve aynı hızda gelişmemiş olması (“eşitsiz gelişim”), kapitalizmin dünyanın her bölgesini kendi sistemine dâhil etmiş olmasıyla (“birleşik gelişim”) kol kola gider. Fakat yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalizm bu birleşmeyi klonlama biçiminde yapmaz. Çok çeşitli nedenlerle kimi zaman var olan ilişkileri kendi sistemine bağımlı hale getirir. Evet, geç kapitalistleşmiş ülkelerde “feodal” ya da “prekapitalist” (“kapitalizm öncesi”) öğelerin olduğu doğrudur, fakat bu öğelerin feodal ya da prekapitalist olduğu doğru değildir. Kapitalizm bu öğeleri aşamadığı için değil, aşmadan da devam ettirebileceği için bu öğeler varlığını sürdürmektedir. Sözgelimi Nike gibi kapitalist işletmeler Uzakdoğu’da ya da diğer geri kapitalist ülkelerde köle emeği kullandığı zaman, o üretim biçimi köleci üretim tarzı olmuyor. Nasıl ki piyasanın kartpostal şairi derekesine düşürdüğü Nâzım’a bakıp, Türkiye İşçi Sınıfına Selam’ın, Güneşi İçenlerin Türküsü’nün Nâzım’ını değil, kapitalizmi görüyorsak; bu “feodal” öğelere baktığımızda da feodalizmi değil, kapitalizmi görmeliyiz. Şöyle ki, sözgelimi Türkiye’de 2000-2005 yılları arasındaki dönemde resmî olarak “ekonomik açıdan aktif nüfus” kategorisi altında toplanan kişilerin sayısı % 1,9, GSMH oranı % 4,4 arttı, oysa istihdam oranı yalnızca % 0,4 arttı. Rakamların Türkiye ekonomisinin yükselişte olduğu döneme ait olduğunu düşünürsek gerçekliği daha çok yansıttığını söyleyebiliriz. Yani Türkiye burjuvazisi ekonominin yükselişte olduğu dönemde bile istihdam yaratmakta zorlanmaktadır. Kapitalizm kendi geliştirdiği üretim araçlarıyla başa çıkamıyor; artı-değeri gerçekleştirme, kâra dönüştürme sorunu tüm kapitalistlerin önünde aşılmaz bir duvar gibi durduğundan, keza çalışan işçilerin başında sallandırılacak bir kılıç olarak yedek işçi ordusuna ihtiyaç duyduğundan vs. işsizlik sorunu çözülememektedir. Bu noktada kadının yerinin evi olduğu şeklindeki “feodal” düşünce eşi bulunmaz bir yere sahiptir. Zaten istihdam edilemeyen nüfusu gizlemenin yollarından biri, o kişileri istihdam edilmemesi gerektiğine ikna etmektir. Tıpkı bir diğer “feodal” öğe olan kalabalık aileler gibi, burada da kadının eve kapanıp saatlerini ev işiyle geçirmesi özelde Türkiye kapitalizminin, genelde de dünya kapitalizminin insanlığın temel ihtiyaçlarını (hem çalışma anlamında hem de temel ihtiyaç maddeleri anlamında) karşılamaktaki acizliğini örtecek sağlam bir ideoloji işlevi görmektedir.
Diğer yandan, işgücüne katılım oranını da tek kıstas olarak görmemek gerekir. Bulgaristan, Türkmenistan, Burundi vb. birçok geri kapitalist ülkede bu oran daha yüksektir: Soyut istatistik dili olguları anlamak için yeterli değildir. Burada siyasi eğilime de bakmak gerekir. Türkiye’deki kapitalizmin tarihsel gelişimi geniş çaplı demokratik bir nitelik elde edememiştir. Ulus-devletin kuruluşuna kitlelerin bizzat katıldıkları devrimci bir hareket eşlik etmediğinden, kurulduğu günden bu yana TC’nin antidemokratik yönleri fazlasıyla sivrilmiş ve kadın sorununun birçok yönü de tıpkı diğer demokratik öğeler gibi sürece yayılarak çözülmüş, bazıları hiç çözülmemiş, bazıları da güdük kalmıştır. Fakat gelinen noktada, kapitalizmin kadınları işgücü piyasasına çekme eğilimi[27] genel olarak Türkiye’de de gerçekleşmiştir. Eğitimin de genelleşmesine paralel olarak kadınların kafa emeği ve vasıflı işgücü gerektiren işlerdeki oranı artmıştır. Örneğin bugün Türkiye’de kentlerdeki kadın işgücünün eğitim düzeyi erkeklerinkinden daha yüksektir. Kadınlar erkeklerle fırsat eşitliği yakaladıklarında, mevcut ayrımcılığı haklı çıkaracak hiçbir neden olmadığını defaatle kanıtlamışlardır ve bu da sayısız kanıttan biridir. Fakat kadınların kayıtdışı ekonomideki oranı da erkeklere nazaran bir hayli fazladır. Dahası Türkiye’de kadınlarla erkekler arasındaki ücret farklılıkları da yakıcı bir sorundur. Bunu rakamlarla ifade etmemizi sağlayacak kesin veriler bulunmasa da, diğer ülkelerle de kıyaslandığında kaydadeğer derecede düşük olduğu bilinmektedir. Burjuvazinin kapitalist ideolojisi, bir yandan “kadınlar toplumsal hayata, okula” vs. kampanyalarıyla sözde bir eşitlik savunusu yaparken, diğer yandan kadının çalışmasını bir zorunluluk değil, bir “takviye kuvvet” olarak gören anlayışı yayarak ücretlerde ayrımcılığa gitmektedir. Birçok patronun kadın işçilerle pazarlığı “o kadar parayı ne yapacaksın?” söylemi etrafında dönmektedir. Bu noktada, Türk burjuvazisinin Avrupa Birliği’ne katılımı çerçevesinde, toplumsal hayatın diğer alanlarında olduğu gibi birtakım reformların gerçekleşmiş ve gerçekleşebilecek olması bizi boş beklentilere sürüklememelidir. AB’nin Türkiye’deki kadın sorununa yaklaşımı küçük işletmeci kadınlar yaratma eksenine oturmaktadır. Tipik bir küçük sermayedar yaklaşımıyla birkaç başarılı örneği öne çıkararak, Türkiye’nin “modernleşen yüzü” reklamlarına girişmek, diğerlerini gizlemek ya da acınası birer inceleme nesnesine indirgemek – kadın girişimciliği diye pazarlanan projenin özü bundan ibarettir. Buraya kadar ele aldığımız sorunlar dışında, Türkiye’de kadınların başörtüsü-türban sorunu (ve bu sorun etrafında biriken sorunları) da komünistler tarafından hesaba katılması gereken niteliktedir. Bugün Türkiye’de kadınların önemli bir çoğunluğu başörtüsü takmaktadır ve bu sorunda alınacak yanlış tutumlar komünistler için işçi sınıfının önemli bir çoğunluğuna giden yolda kapıları kapatacaktır. Devrimci sol hareket uzunca bir süre bu yanlış tutumdan kurtulamamıştır. Türkiye’de Stalinizmin Kemalizmle olan yakın bağları nedeniyle, devrimci solun bu ve benzeri konulardaki tutumu uzunca bir süre yasakçı zihniyetin arkasına takılmak olmuştur. Bugün ise birkaç yapı hariç, genel olarak, yasakçı zihniyete pek rağbet gösterilmemektedir. Ama yine de bütünlüklü bir bakış açısının bulunmadığını ve bu eksikliğin de yanlış politikalarda cisimleştiğini söyleyebiliriz. Başörtüsü sorununu özellikle de kadın sorunu başlığı altında ele alırken, doğrulardan birini diğerinden daha öne çıkarmak yanlıştır. Öncelikle, devlet kurumlarındaki başörtüsü yasağının sürmesinin işçi sınıfı ve emekçiler açısından hiçbir yararı yoktur ve hangi gerekçeyle olursa olsun bu yasağa destek vermek kabul edilemez. Burjuvazi içindeki farklı kesimler, devlet iktidarı üzerindeki denetimlerini korumak adına yürüttükleri çatışmada işçi ve emekçilerden takviye aramakta ve bu noktada statükocu kanat “dincilerin devlette kadrolaşmalarını engellemek lazım” görüşünü dillendirmektedir. Oysa komünistlerin bu yasaktan bir çıkarı yoktur. Komünistler bu sözde ilerici iddiaya karşı, aynı mantıkla, sokakta, evde, kamuya açık yerlerde, işyerlerinde vs. başörtüsü takmanın niye yasak olmadığı sorusunu sorarlar. Burjuva devletinin “kutsallığını” korumak, işçi sınıfının işi olamaz; işçi sınıfının görevi, dincisi, Kemalisti, liberaliyle vb., bugün devlet iktidarı yoluyla işçi sınıfının tepesine çöreklenmiş olan tüm kadroları ve sermaye devletini ortadan kaldırıp, yerine işçi sınıfının devletini koymaktır. Bu da ancak işçi sınıfını başörtülü-başörtüsüz, Alevi-Sünni, Müslüman-gayrimüslim vs. şeklinde bölmeden, sınıf temelinde örgütleyerek mümkün olabilir. Kişinin ne giyip ne giymeyeceği temel bir demokratik haktır ve komünistler bu yasağa karşı bütünlüklü (sınıf temelli) bir demokrasi savunusu yapmalıdırlar. Keza “gerici olmayan” Kemalistlerin aksine “gerici olan” dincilerin devlette örgütlenecekleri söylemine karşı, örgütlenme ve siyaset yapma hakkını savunmalıdırlar. Başörtüsü yasağı ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması neticesinde ya da bu uygulamaların bir parçası olarak vardır, söz konusu yasağa bu açıdan yaklaşmak gerekir. Bu söylenenler işin temel bir boyutudur, ama yalnızca bir boyutudur. Diğer yandan, başörtüsünün kadın sorunuyla bağlarını da kurmak zorundayız. Bir defa, başörtüsünün Türkiye’de (burjuvazinin anladığı anlamıyla) “siyasi” bir simge ya da salt “dinî” bir simge değil, bir kimlik ifadesi, kendini ifade etme biçimi olduğunu görmek zorundayız. Başörtüsü ya da türban takanların dinî gerekçeleri olduğu doğrudur, fakat gerek başörtüsünü takış biçimleri gerekse de takan kadınların yaşam tarzları göz önüne alındığında, örneğin elli ya da yüz sene öncekiyle aynı bağlama oturmadığını da gözden kaçıramayız. Her halükarda, başörtüsü/türban takanların mücadeleye uzak, takmayanların yakın; takanların dar görüşlü, takmayanların açık görüşlü (ve tersi) olduğu türünde ayrımlardan kaçınmak zorundayız. Ancak bundan sonra dinî ya da benzeri gerekçelerle kadınların başörtüsü takması gerektiğini savunanların kadınlara yönelik ayrımcılık yaptığını ifade edebiliriz. Elbette her kadın “neden erkekler özgürlükler dünyasında yaşarken, ben zorunluluklar dünyasında yaşıyorum?” sorusunu da sormalıdır. Başka bir deyişle, Bolşevik-Leninistler başörtüsünün takılması yasağına olduğu gibi, bunun erkekler serbestken kadınlara dayatılmasına da karşı çıkmalıdır. Fakat bu diyalektik yaklaşım, elbette, beraberinde bir dayatmayı getirmemelidir. Kişinin ne giyip ne giymeyeceği kendi kişisel tercihidir ve komünistler bu hakkı savunmakla mükelleftirler.
Taleplerimiz
Buraya kadar söylenenleri aslında tek bir cümleyle özetlemek mümkündür: Kadınlar hem ücretli köle hem de ev içi köle olarak çifte bir sömürünün mağduru olmakla birlikte, erkek işçilerle düşmanları (burjuvazi ve burjuva devlet) ortaktır ve bu nedenle ortak bir sınıfsal mücadele şarttır. Kadın sorununu çözüm yoluna sokacak olan esas adım proletaryanın iktidarı ele geçirmesi ve sosyalizme giden yolda kendi devleti olan proletarya diktatörlüğünü kurmasıdır. İşçi sınıfının iktidarı almasıyla sosyalizmin kurulması aynı şey olmadığı için, işçi sınıfının kendi devletini kurmasıyla kadın sorununun çözüleceğini söylemek yanlıştır. Proletaryanın iktidarı almasıyla insanlığın kurtuluşu (ve dolayısıyla kadının kurtuluşu) yolunda devasa bir adım atılır, gerçek bir devrim gerçekleşir. Fakat yüzyıllardır süregelen bir sorun, akşamdan sabaha hemen çözülemez. İşçi devleti nasıl ekonomik ve siyasi sorunlar için bir dizi eylem programını hayata geçirirse, kadın sorununda da pratikte etkisi hemen hissedilebilecek ve kadınlarda güven uyandıracak adımlar atar, ama sorunun nihai çözümünün sınıfların ortadan kalktığı sosyalizmde olacağını da söylemekten geri durmaz. Bu adımlar, kadının toplumsal hayatın içine çekilmesinin ve erkeğe bağımlılığının ya da erkek karşısındaki dezavantajlarının kaldırılması yönünde atılan adımlardır. Bu olumsuzlukları kısır ev üçgeni diye tarif etmek mümkündür: Mutfak, temizlik işleri ve çocuk bakımı. Bu üç yük kadının sırtından derhâl alınması gereken yüklerdir. Üretken toplumsal emek dışında, özel ev işleriyle yetinmek zorunda kaldıkça, kadının kurtuluşunun, kadın-erkek eşitliğinin olanaksız olduğu ve olanaksız kalacağı açıktır. Kadının kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce, geniş bir toplumsal ölçekte üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırması gerekir.[28] Kadın sorununa çözüm önerisini getirmeye çalışan Marksizm dışı hareketlerin tökezledikleri yer tam da burasıdır. Kadınların yaşadıkları sorunların bu kısır ev üçgenine hapsolmaktan kurtulduklarında doğrudan ya da hemen çözülmeyeceği doğrudur, fakat kadının sırtından bu yükleri almayan hiçbir çözüm önerisinin pratikte işe yaramayacağı daha da doğrudur. Marksizmin kadın sorununu sınıf sorunuyla bağlantılı toplumsal bir dönüşüm meselesi olarak görmesinin nedeni bu üçgende saklıdır. Bu üçgenin üç kenarı da toplumsal sorunları ifade eder ve bunlar öyle köklü toplumsal sorunlardır ki küçük çaplı reformlarla çözülemez, toplumun baştan aşağı dönüşümünü gerektirir.
Kadın sorununu sınıfsal sorundan ayıran kesimlerin anlamamakta direndikleri husus budur. Nasıl kapitalizm üretimi toplumsallaştırarak kadını toplumsal üretim alanının içine çekmeden kadın sorununun gündeme gelmesi mümkün değildiyse, kapitalizmin sınırları içinde, üretim ilişkilerine dokunmadan bu üç soruna çözüm bulmak da mümkün değildir. Elbette bu üç sorundan birinin ya da ikisinin kapitalizm altında çözülebileceği teorik olarak reddedilemez. Fakat öncelikle, kapitalizmde teorik olarak mümkün olan şeylerle mümkün olmayan şeyleri birbirinden ayırt etmek gerekir. Örneğin kapitalizmin çamaşır yıkama işleri için büyük çaplı kamusal bir kurum oluşturması ve kadınların sırtından bu yükü alması teorik olarak mümkündür. Fakat artı-değer sömürüsünden vazgeçmesi ya da çevrimsel krizlerden kurtulması mümkün değildir. Başka bir deyişle, ilkine benzer örnekler kapitalizm altında kesin olarak gerçekleştirilemeyecek şeyler değildir. İkinci türe ait örnekler ise gerçekleştirilmesi mümkün olmayan şeylerdir. Fakat olasılık ile gerçeklik arasında, çoğu zaman, kapitalizmin insanlığı sürüklediği denli büyük bir uçurum uzanır. Bir matematik denklemi şeklinde düşünüldüğünde gerçekleşmesi mümkün olarak çıkan şey, gerçek hayatta bambaşka engellere çarpar. Evet, teorik olarak çamaşır işlerinin düzgün bir kamusal işletmeye devredilmesi mümkündür. Ama aynı şekilde kapitalizmin çevre sorununu “çözmesi” de mümkündür. Kapitalistlerin doğayla daha barışık güçlerden yararlanmalarına bile gerek kalmadan, belirli bir bütçe ayırarak, atıklarından kurtulmaları ve benzeri önlemlerle çevre sorununun çözümünde muazzam bir ilerleme kaydetmeleri mümkündür. Fakat tüm bunlar yalnızca soyut düzlemde, teoride geçerlidir. Gerek kamusal çamaşır, temizlik vb. işleri gerekse de çevreye duyarlı üretim kapitalistler için muazzam ek masraflar demektir ve bir bütün olarak çöküşte olan, kâr oranları düşen ve dahası bugün devasa bir krizin içine sürüklenmiş olan kapitalistlerin, daha önce hiç eşine rastlanmayan bir hayırhahlıkla bu sorunlar için ellerini ceplerine atmalarını beklemek saflık olur. Yani burjuvaziden elindeki parayı kârlı bir alana değil, insanlığın ihtiyaçlarına göre harcamasını beklemek olur ki bu talep kapitalizmin mantığına tamamen aykırıdır. Ayrıca kapitalistlerin ellerini ceplerine atmaları kapitalist mekanizmanın işleyişini bozacak ve tek bir sorunu çözmeye çalışırken kapitalizmi sistemik bir krizin içine itecektir. Kapitalizmin bu sorunları teorik olarak çözme olasılığı ancak güçlü bir işçi hareketinin basıncı altında gerçekliğe dönüşebilir, fakat kapitalizmi bu denli tavizlere sürükleyen militan bir işçi hareketinin koparıp aldığı bu reformlar da ancak işçi iktidarına giden yolda bir ara aşama oluşturur. Toplumdaki bütün muhalif hareketleri kucaklayan ve sorunlarına sahip çıkan işçi hareketi, kapitalizmden küçük reform kırıntıları almakla yetinmeyecek, kadın sorununun (ve çevre sorununun) bütünsel çözümüne giden yolda köklü adımlar atacaktır. Meselenin sınıf mücadelesiyle doğrudan bağlantısı dışında, ekonomik temelini de atlamamak gerekir. Zira içinde yaşadığımız toplumda bu üç görev bireysel ev idaresinden büyük ölçekli toplumsallaşmış ekonominin bir ayağı olarak kolektif ev idaresine geçişi gerektirir. Bunun için de üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması şarttır. Yani burada, aslında, küçük ölçekli üretim karşısında büyük ölçekli üretimin üstünlüğünden bahsediyoruz. Kapitalizm üretim araçlarını toplumsallaştırmış olmasına karşın, mülk edinme hâlâ özeldir ve bu nedenle toplumsal-kolektif üretim hayatın her alanına tam manasıyla sızamamıştır. Lenin kadının kapitalizmdeki konumunu anlatmak için “ev içi köle” tabirini sık sık kullanırdı. Lenin’e göre, insanlarının yarısı mutfağa, ya da genel olarak ev işine hapsolmuş bir toplum özgürleşemez. Bugün bu konuda çok büyük değişikliklerin olduğunu söyleyemeyiz. Onca teknolojik gelişmeye rağmen kadınlar için ev yaşamı en az geçmişte olduğu kadar büyük bir ıstıraptır. Toplama vurulduğunda kadınlar evde eskisi kadar çeşitli işlerde çalışmıyorlar, ama çalışma süresi hemen hemen aynıdır. Bu bile ev işlerinin angarya niteliğini ve kolektifleştirmenin zorunluluğunu gösteriyor. Tam da bu nedenle, “çamaşır yıkama işleri bir kamu kurumu tarafından yapılmalı, yemek hizmetleri bir kamu lokantası, dikiş işleri bir kamu atölyesi tarafından yürütülmelidir. Çocuklar, öğretim işlerine gerçekten yetenekli devlet öğretmenleri tarafından eğitilmelidir.”[29] Bunlar ve yukarıda Bolşeviklerin hayata geçirdiğinden bahsettiğimiz diğer tüm uygulamalar bugün de devrimci Marksistlerin kadın sorununa ilişkin programını oluşturmaktadır. Bu programın özü, kadınla erkek arasındaki her türlü ayrımcılığın, eşitsizliğin, ezme-ezilme ilişkisinin vs. hiçbir önyargıya taviz vermeden, kayıt düşmeden kaldırılması, bu uğurda aktif, samimi ve kararlı bir mücadelenin verilmesidir. Elbette taleplerimizi iktidarın alındığı güne kadar ertelemek zorunda değiliz. Gerek siyasal talep düzeyinde burjuva hükümetten gerekse de komünistler olarak kendi yaşamımızda şimdiden çözüm için somut birçok adım atılabilir. Komünistler olarak erkeklerin (hatta kadınların) kadınlar hakkındaki önyargılarına karşı savaşmak ve işçi sınıfının bu konuda daha bilinçli hale gelmesi için bugünden çaba göstermek zorunludur. Bunu yapmayan bir örgüt görevini yerine getirmemiş demektir. Diğer konularda olduğu gibi, bu konuda da komünistlere düşen görev öncelikle kendi içlerinde kadın sorununun azami düzeyde çözüme kavuştuğunu göstermek, kadın komünistlerin bu konuda tekrar tekrar güvenini kazanmak olmalıdır. Kadınlara yönelik ayrımcılığı ifade eden her davranış, söz vs. komünist öncüyü güçsüzleştirir, kadınların kurtuluşuna düşman her türlü burjuva ve küçük burjuva görüşe kapı aralar. Fakat yalnızca komünistlerin doğru tutumları kadınların sorununu hafifletmeye yetmez, aynı zamanda genel toplumsal ölçekte talep edeceğimiz önlemler vardır. Bu taleplerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: Eşit işe eşit ücret, işyerinde her türlü eşitsizliğin kaldırılması,
“Ev kadınları” olarak anılan milyonlarca emekçi kadının ücretli işçi kapsamında sosyal haklara kavuşturulması,
Kadınlara yönelik ayrımcı yasaların tümüyle kaldırılması ve bu tür davranışların ağır suç kapsamına alınması,
Kürtaj ve doğum kontrol yöntemlerinin önündeki fiili-yasal her türlü engelin kaldırılması ve herkes için ücretsiz hale getirilmesi,
Yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada önemli bir yer kaplayan, “namus” kisvesi altında işlenen suçlara ağır-caydırıcı cezalar getirilmesi, bu amaçla ilkokuldan başlayarak, müfredatı sendikaların ve ilgili sivil toplum örgütlerinin katkılarıyla belirlenen bilimsel içerikli derslerin yürürlüğe koyulması,
Sığınma evlerinin sayısının artırılması, herkes için ulaşılabilir hale getirilmesi,
İşyerlerinde ücretsiz kreş, emzirme odası açılması,
Annelere ücretli doğum izni ve süt izninin süresinin artırılması, doğum izninin sadece anneyi değil, babayı da kapsaması,
Doğumdan en az 6 ay sonrasına kadar ücretli izin uygulanması ve işe geri dönüşte işçinin haklarının güvence altına alınması.
Sonuç
Sosyalist hareketteki gerilemeyle birlikte kadın hareketinin kazanımları da dünya üzerinde büyük saldırılarla karşı karşıya geldi. Bu bir tesadüf değildir. İleri kapitalist ülkelerdeki “saygın” gazete ve dergilerde 2000’li yılların başından bu yana kadının tekrardan eve dönmesinin biyolojik, toplumsal vs. gerçekliklere ne kadar “uygun” olduğunu belirten yazılar, söyleşiler yayınlanıyor. Üstelik onlarca yıllık mücadelelerin ardından! Bu durum kapitalist düzeni ortadan kaldırmadığımız müddetçe kadınların mücadelesinin de kazanımlarını kalıcılaştıramayacağını gösteriyor. Özellikle de bugün içine girdiğimiz kriz dönemi, kapitalistler açısından kadınları arka plana itmek için en uygun ortamlardan biridir. Önümüzdeki süreçte bu görüşlerin daha da popülerleşeceğini beklemek yanlış olmaz. Kapitalistlerin çözümsüzlük sunan çözüm önerileri içinde, piyasadaki işgücü “fazlalılığını” azaltmanın en iyi yolu kadını evine geri döndürmektir. Lenin kapitalizmi sonu gelmeyen bir korku tüneline benzetmişti. Gerçekten de öyle. Kısır bir döngü içinde farklı kuşaklar aynı sorunlarla tekrar tekrar karşı karşıya geliyorlar. Oysa kadınlarla erkekler arasında ve bir bütün olarak insanlar arasında sağlıklı, düzgün ilişkiler kurmak mümkündür. Fakat bunun için öncelikle bu ilişkiyi maddi çıkarlarla gölgeleyen kapitalist sistemi ortadan kaldırmak gerekiyor. O zaman yalnızca sağlam ilişkiler kurulmakla kalmayacak, aynı zamanda insanlık yeni ve daha ileri ilişki biçimlerine giden yolu da açacaktır. Engels’in sözleriyle,
Süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden tahmin edilebilecek şey, özünde, olumsuz bir nitelik taşır ve çoğunlukla ortadan kalkacak olan öğelerle sınırlıdır. Ama hangi yeni öğeler olacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: Yaşamlarında, bir kadını asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte böyle insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır – bir nokta, işte bu kadar.[30]