Yılmaz Güney toplumcu gerçekçi sinemacılığın yalnızca Türkiye’de değil, Dünyadaki en önemli isimlerinden biridir. Onun filmleri hem ezilen Kürdistan halkının hem de sömürülen işçi sınıfının sesi olmuştur. Ancak, durum böyleyken Güney’in seveni olduğu kadar sevmeyeni de vardır. Bu garipsenecek bir durum değil, çünkü -bir burjuvazi geleneği olarak- hakim sınıfın kendisine başkaldırıda bulunan kişileri kriminalize ederek, çeşitli provakasyonlarda bulunarak devrimcileri halktan uzaklaştırmaya çalıştırdıklarını biliyoruz. Bu bağlamda Yılmaz Güney’i seven olduğu kadar sevmeyenin olması garipsenecek bir durum değil. Ancak, bunun yanında kendini solcu diye tanıtan sosyal şovenler de bu dalgaya teslim olup, aynı şekilde Güney’in karşısına dikiliyorlar. Açıkçası bu durum da çok abes değil, çünkü Türkiye solunun kronik hastalığı olan bu sosyal şoven kitle, Kürdistan lafını duyar duymaz direkt saldırıya başlar, savlarına da beş kuruş etmeyen şoven kılıflar uydurur. Konu Yılmaz Güney olunca da mütemadiyen ahlak bekçisi kesilirler.

Öncelikle, Yılmaz Güney’in özel hayatının referans alınıp ortaya sunulan eleştirilere karşın, bu olaylar ışığında Yılmaz Güney’i aklamaya çalışmanın yersiz bir çaba olacağını saptamamız gerekiyor. Çünkü devrimcilerin hayatın her alanında iyi insan olmak gibi katî bir sorumluluğu yoktur. Bu anlayış Orta Çağ ahlakçılığının bir ürünü olarak Semavi dinlerdeki peygambercilik anlayışına kadar gider. Bugün ateistler ve İslam alimlerinin tartışma konusu olan Hz Ayşe’nin yaşı gibi konular bu eleştirel perspektifin hedefi olabilir çünkü onlar yaratıcının elçileri oldukları için kusursuz bir yaşam tarzına da evvela sahip olmalıdırlar, devrimcilere böyle bir misyon yüklemek ise en başta insanın karakter oluşumundaki toplumsallığının da perde arkasına atılarak, mekanik bir oluş anlayışının da kabul edilmesine yol açacaktır. Yani Güney’i aklamak için kendisinin özel hayatına, yatak odasına, vakit geçirdiği insanlara dair bir anti-tez ortaya koymak, eleştirilerin yapıldığı modernist ahlakçı toplumsal bakışın seviyesine inmemizi gerektirir. “Yılmaz Güney’i Savunmak” yaptıklarını meşru kılmaya yönelik gösterilen çabanın bir ürünü değil kendisinin göstermiş olduğu devrimci mücadeleye özel hayatının gölge düşüremeyeceğini anlatmaya sarfedilen bir çabanın ürünüdür. En nihayetinde kişinin devrimciliğinin ölçütü ancak devrimci pratikleri ile belirlenir.

Ancak bütün bu olup bitenlere müteakip Yılmaz Güney’in feodalizmin geleneklerini taşıyan, ataerkil birisi diye anlaşılması garipsenmeli midir, elbette garipsenmelidir. Güney hakkındaki bilgilerimiz sadece devletin ve orta sınıf aydınların provokatif söylemlerine ve bile isteye oluşturulan kamuoyuyla sınırlı kalmış olsaydı böyle düşünmemiz garip olmazdı. Ancak Yılmaz Güney gibi bir devrimci hakkında yargıda bulunmadan önce 2 değil 3 kere düşünmek gerekir. Tarihsel rolünü, ideolojisini, misyonunu ve filmografisini iyi incelemek gerekir. Öyle ki Yılmaz Güney’in filmografisi ekseriyetle feodalizm eleştirisi ile doludur. 1959’da senaristliğini yaptığı “Tütün Zamanı” isimli filmiyle başlayan bu feodalizm eleştirisi temalı filmlerinin serüveni 1981 yapımı “Yol” filmine kadar uzanır. Bu filmler genelde ağalık ve beylik düzeninde kadının değersizliğini ve feodal toplumlardaki sömürüyü teşhir etmekteydi. Üstelik, bu filmleri yapmak küçük burjuva aktivizmi yapmak gibi kolay da değildi. Güney bu filmleri çekerken bölge aşiretlerinin tehditlerine de maruz kaldı. Ancak Yılmaz’ı hiçbir güç ve teklif yolundan saptıramadı, hayatının her alanında sınıf mücadelesinin ve Kürdistan halkının sesi oldu. Devrimci isimler tarihî mirasları ile anılıp değer görür, bölgenin gerici dinamiklerini sanatsal bağlamda muazzam ele alan ve teşhir eden bu filmler Yılmaz Güney’in bizlere mirasıdır. Yılmaz Güney’in adını patriyarka ile aynı cümlede kullanmadan önce Yılmaz Güney’i iyi tanımak gerekir. 1959’da feodalizm ve patriyarka teşhirini ancak Yılmaz Güney gibi bir devrimci yapabilirdi.

Yılmaz Güney, bir röportajda geçmişine dair bir özeleştiride de bulunuyor, ancak özeleştiride bulunduğu kısımlar yayımlanmıyor. Yılmaz’ın 1982’de verdiği röportajdan tam 37 yıl sonra bu kısımlar, röportajın yapımcısının (Süleyman Özdemir) şahsi arşivinden çıkıyor. Bu da medyanın bir devrimciye kurduğu komployu alenen teşhir eden bir durumdur. O röportajda Yılmaz Güney, içinden geldiği toplum yapısından dolayı bu konuda aksaklıkları olduğunu ve bu aksaklıkları da zamanla giderdiğini söylüyor. Kadın sorunun ise sınıf sorunundan bağımsız ele alınamayacağından da bahsediyor. Ancak ne hikmetse biz Yılmaz Güney’in bu sözlerine 37 yıl sonra tanık olabiliyoruz…

Kısaca, Yılmaz Güney bu toprakların görmüş olduğu en büyük devrimcilerdendir. Öyle ki onun sanatsal eserleri sadece ödülleri silip süpürmemiş, Kürdistan halkının ve işçi sınıfının kalbinde taht kurmuş, Çirkin Kralımız olmuştur. 68 kuşağına yoldaşlık etmiş abileri olmuştur. Filmlerinde komünizm propagandası yapmaktan, THKO militanlarını saklamaktan defalarca içeri girmiş yılmamıştır. Fransa’ya sürgüne gönderilip vatandaşlıktan çıkarılmıştır Paris Kürt Enstitüsü’nü kurmuş mücadeleye devam etmiştir. Hakim sınıf azılı düşmanlarına kendi medya araçları ile yalancı kimlikler oluşturabilir, sosyal şovenler de onları takip edebilirler. Ancak Yılmaz Güney ve daha nicelerinin mirasını yaşatmak ve isimlerini haykırmak biz enternasyonal komünistler için devrimci bir sorumluluktur.

“Türk, Arap ve Acem devrimci demokratları Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının en candan savunucuları olarak bu kavganın bir parçasıdırlar ve ortak düşmana karşı savaşmaktadırlar. Ezilen sınıfların sınıf kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir”