28 Ocak tarihinde Amerika başkanı, yanında İsrail başbakanı Netanyahu ile beraber, Filistin’de “iki devlet” için “barış planı” olan “asrın anlaşmasını” açıklamıştır, ki bu Reagan’ın (1982) ve baba Bush’un (1991) “barış planlarının” sonrasında gelmiştir. Bu plan, danışmanı (ve damadı) olan Jared Kushner ile Amerika’nın İsrail Büyükelçisi David Friedman tarafından hazırlanmıştır. Başkan, Friedman’a teşekkür ederken dili sürçmüş ve “sizin büyükelçiniz” demiştir. Trump’ın yanında bulunan Netanyahu, memnuniyetini saklamamıştır.
Nakba ve en son sömürgeci devletin doğuşu
1917 senesinde Büyük Britanya’nın kontrolüne geçen ve Osmanlı İmparatorluğu’nun eski bir vilayeti olan Filistin’in Arap halkının direnişi, bu tarihte, yani siyonistler (19. asrın sonundan beri Avrupa Yahudilerinin kendilerine Tanrı tarafından verilmiş bir yere gitmelerini savunan milliyetçi hareket) toprak satın almaya başladıklarında başlamıştır.
Hitler’in 1933 tarihindeki zaferinin ardından siyonist yöneticiler Nazi rejimiyle işbirliği yapmaya çalışmışlardır. Öte yandan, demokratik burjuva devletler (İsviçre, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Büyük Britanya…) hudutlarını zulmedilen Musevilere açmayı reddetmişlerdir, bu da onların yüz binlercesini Filistin’e itmiştir. Avrupa Yahudilerinin yok edilişi, siyonizme umulmadık bir ivme kazandırmıştır. Aynı zamanda, Birleşmiş Milletler eski Müttefikler tarafından, yani batılı emperyalist kuvvetler ve SSCB’nin Stalinci bürokrasisi tarafından kurulmuştur. Kasım 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler genel asamblesi SSCB’nin desteği ve Amerika’nın inisiyatifiyle Filistin’in Yahudi ve Arap iki devlet arasında bölünmesini oylamayla kabul etmiştir (181. karar).
Vakit kaybetmeden terörist siyonist teşkilatlar (Haganah, Lehi-Stern, İrgun) mart 1948 tarihinde mümkün olduğunca Arabı sürmek için Dalet planını hayata geçirmişlerdir. Mayıs 1948 tarihinde ise İsrail bağımsızlığını ilan etmiştir. Komşu burjuva devletlerin orduları (Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak) İsrail’e karşı savaş ilan etmişlerdir. İsveçli Birleşmiş Milletler arabulucusu terörist siyonist teşkilat Leni-Stern tarafından öldürülmüştür. Ardından, Arap devletleri İsrail ile ateşkes anlaşmalarına varmışlardır. Bu devletler, öne sürdükleri “sosyalizme” rağmen kendi ülkelerindeki Yahudilere baskı uygulamış ve böylece siyonist ideolojiyi güçlendirmekle kalmayıp İsrail’e önemli derecede göç olmasına da sebep olmuşlardır.
1947 ila 1949 senelerindeki etnik temizliğin (Nakba) neticesi olarak 1,5 milyon Filistinli üzerinden 160000 kadarı İsrail’de hayatta kalmaya devam etmiş, 1 milyonu (Mısır’ın kontrolünü aldığı) Gazze’ye veya (Ürdün’ün ilhak ettiği) Batı Şeria’ya gitmiş, 300000 kadarı ise başka devletlere sığınmıştır, ekseriyeti kamplarda kalmıştır. İsrail, mayıs 1949 tarihinde SSCB ve batılı emperyalist ülkelerin oyuyla Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştır (273. karar).
Haganah’ı kuran İşçi partisinin ateist yöneticileri tarafından kurulmuş olsa bile İsrail hiçbir şekilde laik değildir: evlenmeler dine tabidir, köktendinciler askerliği yapmaktan muaftırlar, hahamlar kimin Yahudi olup olmadığına karar verirler… Bu ülkenin işçi hareketi ise ekseriyetle sömürgecidir: bunun neticesi olarak sınıf işbirliğine açıktır ve ona ırkçılık bulaşmıştır. Mapai (işçi partisi) ile Histadrut sendikası Arap emekçileri kabul etmemişlerdir. Sadece Maki (İsrail Komünist Partisi) ve 1962 senesinde ondan ayrılan ve Troçkizm’den etkilenmiş olan Matzpen Yahudi ve Arapları teşkilatlandırmıştır. İsrail, bağımsızlığının ilanından sonra da hudutları içindeki Arap köylerinin imhasına devam etmiştir. Beynelmilel anlaşmalara kulak asmayarak Fransa’nın yardımıyla kendini nükleer silahlar ile donatmış, Güney Afrika’daki Apartheid rejimiyle işbirliği yapmış ve daima harpte olmuştur.
Filistinli yöneticilerin tarihi teslimiyeti
Filistinli burjuva milliyetçiliğin (El-Fetih) hedefi, mültecileri İsrail’e karşı seferber ederek, hatta 1960 ila 1970 senelerinde silahlı mücadele ile SSCB’nin baskısına ve mevcut Arap ülkelerinin desteğine güvenerek İsrail hudutlarında gerilla mücadelesi ile mümkün olan en geniş hudutlarda kendi devletini kurmaktı. Fakat SSCB bürokrasisi İsrail’i kurulduğunda tanımıştı, Arap devletlerinin orduları ise İsrail ordusuna direnmekten acizdiler. Arap burjuvazisinin bazı kesimleri, Filistinli savaşçılarla mültecileri kendileri katletmiştir (Ürdün, Lübnan, Suriye).
SSCB’deki 1980’li yıllardaki ekonomik kriz ve Arap milliyetçiliğinin İslamcılık lehine gerilemesi ile Arafat’ın (El-Fetih) yönettiği Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), 1978 senesinden itibaren İsrail ile görüşmüş, 1988 senesinde iki devlet arasında bölünmeyi kabul etmiş, 1991 senesinde Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail ile müzakerelerde bulunmuş, 1993 senesinde Oslo I anlaşmasını, 1995 senesinde ise Oslo II anlaşmasını imzalamış, 1996 senesinde ise FKÖ tüzüğünü gözden geçirmiştir. Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi de İsrail’i tanımış, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi buna karşı çıksa da FKÖ dahilinde kalmıştır. Buna karşılık olarak, FKÖ’ye 1996 senesinde Filistin Ulusal Yönetimi adı altında Gazze Şeridi ile Batı Şeria’nın yönetiminin taşeronluğu verilmiştir. Arafat 2004 senesinde garip koşullarda ölmüştür. “Filistin bölgelerinin” polis aygıtı Amerika Birleşik Devletleri tarafından şekillendirilmiştir ve İsrail ile çalışmaktadır.
El-Fetih’in bu ihaneti, ki FKÖ’nün sol kanadını (Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) kendi itibarsızlığına sürüklemiştir, Filistin burjuvazisinin dinci kanadı olan Hamas’ın 2006 senesinde seçimleri kazanmasına imkân sağlamıştır. El-Fetih, emperyalizmin de desteğiyle iktidarı Batı Şeria’da muhafaza etmiş ancak Gazze Şeridi’nde kaybetmiştir. İsrail, Gazze Şeridi’ni 11 sene içinde üç kez imha etmiştir ve 2007 senesinden beri hava ve deniz ablukası altında tutmaktadır. Avrupa Birliği Gazze Şeridi’ne yardım etmektedir; ayrıca Hamas iki İslamcı rejim (Katar ile İran) tarafından finansal ve askeri açıdan desteklenmektedir. İsrail ve Mısır’ın baskısı altında, İsrail’i resmi olarak tanımasa da Hamas da iki devlet prensibini kabul etmiştir. 2007 senesinde tüzüğünü Filistin’in 1967 hudutları çerçevesinde paylaşılmasını kabul eden şekilde, yani Birleşmiş Milletler tavrıyla aynı olacak şekilde gözden geçirmiştir.
“İki devlet”, yani sömürgeciliğin meşrulaştırılması
Trump, pozisyonunun Filistinlilerin kendi devletleri olması hakkını ihtiva ettiğinden dolayı “dengeli” olduğunu iddia etmektedir. Bunda yeni bir şey yoktur çünkü 1937 senesindeki Peel komisyonunun, 1947 senesinde Birleşmiş Milletler’in, 1994 senesinde Oslo anlaşmalarının, 1998 senesinde Wye River anlaşmasının, 2003 senesindeki “yol haritasının” çözümü de buydu. Buna rağmen Oslo anlaşmalarının eski bir İsrailli müzakerecisi, yeni Amerikan projesinin Filistin burjuvazisinin siyasi temsilcilerini kafi seviyede desteklememesinden yakınmaktadır.
Teslimiyet ile barış planı arasında bir fark vardır. Fakat teslimiyet şartları bile mağlup olan taraf için görünüşte bile olsa onurlu olursa daha sürdürülebilir olacaktır. (Daniel Levy, The American Prospect, 30 ocak)
İşin aslında hiçbir zaman iki eşit devlet mevzu bahis olmamıştır, ki iki eşit devlet siyonist projeyle ve sömürgecilikle uyumlu değildir. İsrail ve emperyalist kuvvetler için mesele bir devletten azını, bir hicvi vermekti.
Mart 1991 tarihinde, Amerika Birleşik Devletleri FKÖ üzerinde Oslo Anlaşmalarını elde etmek için baskı kurmaya başladıklarında, Amerikan dışişleri bakanı (James Baker) Vaşington’da gizlice Ürdün kralının elçisini (Adnan Abu Odeh) kabul etmiştir.
Bakın Odeh bey, devlet sekreteri olarak bir şey söyleyeceğim. Filistin devleti olmayacaktır. Bir varlık olacaktır, bir devletten azı, özerklikten fazlası. İsrailliler ile elde edebileceğimiz en iyi neticedir bu. (alıntıyı yapan David Hearst, 4 şubat 2019, Union juive française pour la paix (Barış İçin Fransız Yahudi Birliği) sitesi)
Filistinliler ile müzakere etmesini kabul etmeyen fanatik bir siyonist tarafından öldürülmesinden az bir zaman önce, İsrail başbakanı (o zaman İşçi Partisinden) bunu açıkça ifade etmişti.
İsrail devletinin hudutları Altı Gün Harbi öncesi bulunan hudutlardan daha geniş olacaktır. 4 haziran 1967 hudutlarına geri dönmeyeceğiz. İsrail devletinin emniyet hudutları en geniş anlamıyla Ürdün Vadisi’nde yer alacaktır.… Bunun yanında, bir Filistin varlığı bulunacaktır. Bu varlığın kendi otoritesi altında bulunan Filistinlilerin hayatını yönetecek bir varlık ama bir devletten azı olmasını isteriz. (İzak Rabin, İsrail Parlamentosu’nda Oslo II Anlaşmaları üzerine açıklama, 5 eylül 1995)
Filistinlilere daima daha fazla talep
Eski siyonizm karşıtı ve ihtilalci bir teşkilat olan Matzpen’in bir yöneticisinin dediği gibi, birbiri ardına gelen “barış planları” belli bir mantığı takip etmektedirler.
Her defasında Filistinliler ve İsraillilere bir plan gönderilir. Filistinliler bunu kabul veya reddederler. Şayet reddederlerse, suçlanırlar. Eğer kabul ederlerse, bu durumda İsrailliler yeni ön koşullar koyarlar. (Moşe Maşover, Weekly Worker, 20 şubat)
Yeni talepler arasında, Filistin devletinin halkını “nefret söylemlerinin” son bulması maksadıyla “eğitmesi” bulunmaktadır: “İsrail ve Filistin devletleriyle Arap ülkeleri Hizbullah’a, İslam Devleti’ne (IŞİD), Hamas’a… ve diğer tüm terörist grup ve teşkilatlara karşı ve diğer uç gruplara karşı mücadele için beraber çalışacaklardır”.
Buna benzer hiçbir şey İsrail’den talep edilmemektedir, halbuki genel akım medyalar, Likud partisi ve siyasi partnerleri Araplara karşı nefret söyleminde bulunmaktadırlar, halbuki askerler her gün Filistinlilere baskı uygulamaktadırlar, halbuki Filistin Ulusal Yönetimi kontrolü altındaki topraklarda İsrail ordusu tarafından korunan ırkçı ve silahlı yerleşimciler devamlı bir şekilde can ve mala kastetmektedirler.
Yeni plan mülteci kavramını ortadan kaldırmaktadır, bu şekilde 2018 senesinde Amerika Birleşik Devletleri tarafından (ki İsviçre ile Hollanda tarafından takip edilmişlerdir) Orta Doğu’daki Filistin mültecileri için Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı finansmanının kesilmesini teyit etmektedir. Trump-Netanyahu planı açıkça evlerinden sürülenlerin torunlarının geri gelmesini yasaklamaktadır. “Mülteci sorununun”, “Yahudilerin İsrail’e intibak ettikleri gibi mültecileri kendi ülkelerine intibak ettirme ahlaki mesuliyeti” bulunan Arap devletleri tarafından çözülmesi gerekecektir. Bu mülteciler ancak İsrail’in izniyle Filistin devletine yerleşebileceklerdir.
Son olarak, Filistinli temsilcilerin İsrail’i “Yahudi halkın ulus-devleti” olarak tanıması istenmektedir, ki bu, “temel kanunun” (yani İsrail anayasasının) Netanyahu tarafından 2018 senesinde değiştirilmesine uygun olarak İsrail’i sadece kendi vatandaşlarının değil, dünyadaki tüm Yahudilerin devleti yapan siyonist mite meşruiyet kazandırmaktadır.
Bu, siyasi olarak ikinci sınıf vatandaş olan ve ekonomik olarak İsrail işçi sınıfının en çok sömürülen kısmını oluşturan Arapların (İsrail nüfusunun %20’si) konumunu zayıflatmaktadır. Zaten Trump, 260000 İsrailli Arap’ın bulunduğu “üçgen” içinde yaşayan Arap nüfusu İsrail hudutlarından çıkarıp gelecek “Filistin devletine” devretmeyi düşünmektedir.
Trump ve Netanyahu’ya göre “Filistin Devleti”
Oslo Anlaşmaları’ndaki hiçbir nokta Filistin Ulusal Yönetimi topraklarında yerleşimciliğin devam etmesini yasaklamıyordu.
O dönemde tanıdığım neredeyse herkes ve ben işgalin sona ermesine çok az kaldığını ileri süren medya furyası tarafından aldatıldık. İşin aslında Oslo işgalin yeniden düzenlenmesi maksadını güdüyordu, sona ermesi maksadını değil. (Michel Warschawski, eski Matzpen yöneticisi ve Pablocu “4. Enternasyonal” mensubu, alıntıyı yapan Jonathan Cook, 17 eylül 2018, Union juive française pour la paix (Barış İçin Fransız Yahudi Birliği) sitesi)
Günümüzde Vaşington, İsrail’in Filistin topraklarından geniş bölümler ilhak etmesine hak tanımaktadır: Kudüs ve Batı Şeria’daki tüm Yahudi yerleşim bölgeleri, buna ilave olarak Ürdün Vadisi (700000 yerleşimci). Kudüs, Amerika Birleşik Devletleri hükumetinin 2017 sonunda beyan ettiği gibi İsrail’in “bölünmez” başkenti olarak düşünülmektedir.
Kalan gravyer peynirine benzeyen alan hakiki bir devlet olmayacaktır. 1970 senelerinde Güney Afrika’nın kurduğu bantustanlardan bile daha az gücü olacaktır. Gazze Şeridi ise tüm dünyaya ihraçta bulunan İsrail kapitalist gruplarının silahlarının deneme tahtası olarak kalacaktır.
İsrail kontrolü altındaki Filistinlilerin ekseriyeti İsrail ekonomisinde hiçbir rol oynamaz. Genellikle güvenlik teçhizatlarını ve silahlarını test etmek için kullanılırlar. Bu ürünlerin üstlerinde denendiği kobaylardır onlar, bu da bu ürünlerin sadece basit simülasyonlarda değil, sahada kendilerini ispat ettikleri yönünde övülmelerine imkân sağlamaktadır. (Moşe Maşover, Weekly Worker, 20 şubat)
2 milyon kişinin yaşadığı bu gettodaki nüfusa yapılan yegane atıf, onların “Hamas’ın baskıcı rejimi altında çok uzun süre ıstırap çektikleri” olmuştur.
İsrail “Filistin devletinin güvenliği konusunda birincil mesul” olacak ve “Filistin devletine giden tüm beynelmilel geçiş noktalarının emniyetinden” sorumlu olacaktır, ki bu yeni devletin hiçbir hududu üzerinde kontrolü olmayacağı manasına gelir. İsrail “aynı zamanda hava sahasını kontrol etmeye devam edecektir”, iletişim de İsrail’in kontrolü altında tutacağı bir diğer alandır.
“Filistin devleti” için askeri kabiliyet edinme müsaadesi olmayacaktır. Bu “devletin” “İsrail devletinin tanımladığı şekilde İsrail’in emniyetini olumsuz şekilde etkileyen bir devlet veya teşkilat ile askeri, istihbarat veya güvenlik anlaşmaları yapması hakkı olmayacaktır”.
İsrail hâlâ el koyamadığı verimli toprakları elde etmekle kalmayacak, su konusunda da son söz onun olacaktır.
“Asrın anlaşmasına” göre İsrail suyun genel kontrolünü elinde tutacaktır. Halihazırda İsrail aslan payını elinde tutmaktadır. Mesela Filistinlilere yeni kuyular kazma müsaadesi verilmemektedir. Batı Şeria yerleşim bölgelerine giderseniz, havuzlar ve yeşil alanlar görürsünüz. Ancak Filistinli köylülere suyun sadece küçük bir bölümü verilir. (Moşe Maşover, Weekly Worker, 20 şubat)
Sözde “Filistin devletinin” her yerinde ve bilhassa Gazze Şeridi dahilinde içilebilir su eksikliği insanları buraları terk etmeye itecektir.
Baş su ve sanitasyon uzmanı Adnan Ghosheh, çokta uzak olmayan bir geçmişte Gazze Şeridi dahilinde herkesin musluklarının suyunu içebildikleri bir vakti anlatır. Bu, 1990’lı yılların sonundaydı. Bundan beri yeraltı su kaynakları o denli kullanıldı ki deniz suyu bu kaynaklara sızdı, musluk suyu da çok tuzlu olduğundan içilmez oldu. Bu etken, başkalarıyla neden Gazze nüfusunun sadece %10’unun içme suyuna erişimi olduğunu açıklamaktadır… Diğer kişiler tanker kamyonlara muhtaçtırlar. Neredeyse 150 operatör tuzu az ya da çok arındırılmış su sağlar, ki bu su, filtrelendikten sonra içilebilir veya yemek pişirmek için kullanılabilir. Bu suyun fiyatı daha pahalıdır ve tüketilmesi için yeterince güvenli bir su tanımlayan kriterlerimize göre, hakikaten içilebilir bir su değildir. (Dünya bankası, 22 kasım 2016)
Filistin burjuvazisinin zayıflığı
İsrail’e döndüğünde, Netanyahu “bu yolun başına gelmeleri için Filistinlilerin şüphesiz çok zaman harcayacaklarını” ifade etmiştir. Hakikaten de Abbas ve El-Fetih bile siyasi açıdan intihar etmeden Trump-Netanyahu planını kabul edemezler.
84 yaşında olan Mahmud Abbas yorgunluğun öfkeyle karıştığı bir şekilde tekrar hayır demekle yetinmiştir, “bin defa hayır”. Filistinli fraksiyonların temsilcilerinin önünde, ki buna Gazze’nin radikal silahlı grubu İslami Cihat da dahildi, “Kudüs satılık değildir. Haklarımız satılık değildir” cümlelerini tekrarlamıştır. (Le Monde, 29 ocak)
Zaten İslamcı hareketin (Müslüman kardeşler) İsrail’de 2015 senesinde yasaklanması, Amerikan elçiliğinin 2018 senesinde Tel-Aviv’den Kudüs’e taşınması, yine 2018 senesinde göstericilerin Gazze sınırına yakın yerlerde tekrar tekrar öldürülmeleri, 2019 senesinde Bayram gününde yerleşimcilerin El-Aksa Camii’ne saldırısı Arap devletlerden ve Filistinli yöneticilerden büyük bir direniş doğurmamıştır. Abbas’ın Trump-Netanyahu planına cevap verecek imkânı yoktur, Filistin Ulusal Yönetimi tümüyle İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından sıkıştırılmıştır.
Etrafı son günlerde İsrail ile güvenlik işbirliğinin azaltılması tehdidinde, hatta İsrail’e Oslo anlaşmalarından evvelki gibi Batı Şeria’daki güvenlik işlerinin mesuliyetini bırakacak olan Filistin Ulusal Yönetimi’nin lağvedilmesi tehdidinde bulunmuştur. Bu tehdit yeni değildir ama hiçbir ayrıntı belirtilmemiştir. (Le Monde, 29 ocak)
Abbas, Trump’ın 2020 senesindeki başkanlık seçimlerindeki olası başarısızlığına umut bağlamıştır, ancak bu İsrail’in Batı Şeria ile Kudüs üzerindeki kontrolünü hiçbir şekilde zayıflatmayacaktır. Eskiden Filistinlilerin davasını sadece sözde destekleyerek popülerlik kazanan burjuva Arap devletleri ya dağılmışlardır (Suriye, Irak) ya da bunu artık git gide daha az yapmaktadırlar. Bu devletlerin ekseriyeti askeri açıdan Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlıdırlar (Körfez hanedanları, Mısır…). Bunların birçoğunun esas endişesi İran’a mani olmaktır, ki bu da onları Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’le yakınlaştırmaktadır.
Alışkanlığı siyonist devlet üzerinde roket saldırıları ve intihar saldırıları ile baskı kurmak (veya bu baskıyı bağnazlık ve Yahudi aleyhtarlığında rakibi olan İslami Cihat’a bırakmak) olan Hamas ise, İsrail ordusu bu teşkilata şubat ayında Gazze’de ve Suriye’de saldırdığında İslami Cihat ile arasına temkinli bir mesafe koymuştur. Hamas siyonist devlet ile şubat 2019 tarihinde varılan ateşkese uymaya devam etmektedir.
Kapitalizme teslimiyet İsrail’in tanınmasına yol açmaktadır
Sendikal bürokrasilerin ekseriyeti ve sosyal-emperyalist partiler efendilerini yani devletlerinin burjuvazisini takip etmektedirler. Bunun neticesi olarak Birleşmiş Milletler ile onun iki devletli “çözümünü” desteklemekte, İsrail’i tanımaktadırlar. Trump’ın Orta Doğu siyasetini tenkit ettiklerinde, bunu “kendi” burjuvazileri ve emperyalist dünya düzeni adına yapmaktadırlar.
Sosyal demokrasi ekseriyet olarak İsrail burjuvazisini tutmaktadır. Böylece, Britanyalı işçi partisinin başına geçtikten sonra eski Filistin yanlısı milletvekili Corbyn burjuvazisine teslim olmuş, İsrail’i tanımış ve Yahudi aleyhtarlığıyla bir tutulan partinin siyonizm karşıtlarına karşı bir cadı avı başlatılmasına bile müsaade etmiştir. Stalinciliğin mirasçıları ise Arap burjuvazisinin iki fraksiyonu arasında gidip gelmektedirler, yani Arap milliyetçilerinden hayatta kalanlar ile İslamcılık arasında.
Bu meselede, diğer meselelerde olduğu gibi merkezci uyduları işçi hareketinin bürokrasilerinin aldığı tavırlara hizalanırlar ve ezilenler ile ezenlerin milliyetçiliklerinin arasında ayırım yapan, ezilen ülkelerin burjuvazilerinden bağımsızlığı müdafaa eden, sömürülenleri ihtilalci bir işçi partisine kavuşturmayı isteyen komünist programı reddederler.
Hardy’ci LO ve onun “4. Enternasyonalin tekrar kurulması” için UCI’deki şubeleri İsrail’i daima tanımışlardır.
İsrail devletinin yok olmasının gerekli veya istenebilir bir şey olduğunu düşünmüyoruz. Hatta bu devletin mevcudiyetinin Orta Doğu’daki tüm Arap ve Yahudi halka yararı olabileceğini düşünüyoruz. (Lutte de classe (Sınıf mücadelesi), temmuz 1967)
Grantçı CIO aynı tavrı almıştır.
Firstly, it is necessary to recognise the legitimacy of the demand – Palestinian and Israeli – for their own states. (CWI, Anti-semitism, Israel/Palestine and the Left, May 15, 2018)
Her şeyden evvel, Filistinlilerin ve İsraillilerin kendi devletlerine sahip olma taleplerinin meşruiyetini kabul etmek şarttır.
Pablocu “4. Enternasyonal” FKÖ gerilla savaşı yaparken İsrail’in yok edilmesi yönünde görüş bildirmekteydi, fakat bu burjuva Arap milliyetçiliğine ve onun Filistinli kanadına hizalandığı içindi. Oslo anlaşmalarıyla birlikte siyonist bir devletin meşruiyetini kabul etmiştir. Cliffçi SWP ve onun OSI’si Pablocular-Mandelciler ile aynı evrimi takip etmişlerdir. Emperyalizm karşıtı birleşik cephe adına SWP, İslamcılığa karşı Pablocu 4E’den daha da fırsatçıdır.
Pablocu “4. Enternasyonalin” Morenocu hizipleri de İslamcılığa intibak etmişlerdir (bazıları Suriye’de cihatçıların “sürekli devrim” gerçekleştirdiklerini iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir) ve Healyci “4. Enternasyonaller” (WRP’ninki ile SEP’inki) Baas ile Suriye halkının toplu işkencecisi Esad’a sadık kalmışlardır. Bu alanda, başka alanlarda olduğu gibi 4. Enternasyonal’in bayrağı kirlenmiş ve itibarını kaybetmiştir.
İsrail’i boykot kampanyası yanılsaması
“Boykot, yatırım çekilmesi ve yaptırım” ismi altında Filistin milli hareketi 2005 senesinden beri zaten 1945 senesinde Arap Birliği tarafından karar verilen İsrail boykotunu (bölgedeki burjuva devletlerin anlaşması) yeniden canlandırmaya çalışmaktadır. Birleşmiş Milletler, İsrail’in Batı Şeria’da kanun dışı yerleşim faaliyetlerinden kâr elde eden firmaları listeleyerek (şubat 2020) ona küçük bir yardımda bulunmuştur.
Afrika Ulusal Kongresi’nin silahlı mücadelede bulunduğunu unutan barışçıl küçük burjuvaların efsanesi, Apartheid’ı Güney Afrika’nın portakallarının batılı tüketiciler tarafından boykotunun sonlandırdığı yönündedir, halbuki onu deviren kolektif mücadeleler, işçi grevleri ve zenci mahallelerinin ayaklanması olmuştur.
Enternasyonalist komünistler, birçok reformist parti ile merkezci teşkilatların ekseriyetinin destekledikleri İsrail mamullerinin tüketiciler tarafından boykot edilmesine karşı çıkmazlar. Fakat bu boykotun etkililiğinden şüphe duyarlar ve spora, kültüre ve araştırma dünyalarına yayılmasına karşı çıkarlar.
İsrail’in ihraç ettiği silahlar Filistinliler üzerinde denenmektedir, İsrail’in ithal ettiği silahlar ise Filistinlileri yıldırmak ve katletmek maksadıyla kullanılmaktadır. Niçin tüm ülkelerin taşımacılık sendikaları İsrail’e (dünyadaki 98. nüfus için 16. askeri bütçe) gönderilen silah sistemlerini ulaştırmayı reddetmezler veya İsrail’in (dünyadaki 8. silah ihracatçısı) ihraç ettiği sistemleri taşımayı reddetmezler? Çünkü bu sendikaları yönetenler işin aslında “kendi” burjuvazilerine, “kendi” silah ihracatçılarına veya “kendi” askeri güçlerine zarar vermek istemeyen sosyal-vatanseverlerdir.
Kapitalistlere yatırım yapmama çağrıları ve emperyalist devletlere diplomatik yaptırımlar yapmaları için yalvarmalar hakkında yanılsamaya yol açmak istemiyoruz. Bu kampanyayı başlatanların tümü, 1967 hudutlarına saygı gösterirken, enternasyonalist komünistler için bu kampanya hiçbir şekilde Filistin halkıyla hakiki dayanışmasına ifade etmek isteyen herkes için merkezde kalması gereken esas talep ve hedefin, yani ırkçı ve sömürgeci İsrail devletinin yok edilmesinin yerine geçmemelidir.
Niçin İsrail’i yıkmak gerekir
Siyonizm bir halkın ezilmesini haklı çıkarır. Bilinçli emekçiler milli baskıya, Apartheid’a, sömürgeciliğe ve etnik temizliğe karşı tarafsız kalamazlar. Apartheid Amerika Birleşik Devletleri güneyinde seçmenlerin ve proletaryanın hatırı sayılır bir kısmını oluşturan kölelerden gelenlerin mücadelesiyle ortadan kaldırılabilmiştir; Güney Afrika’da işçi sınıfının ekseriyetini oluşturan yerlilerin torunları ve göçmenler eşitlik için mücadele ettikleri için ortadan kaldırılabilmiştir. Fakat İsrail burjuvazisinin hedefi Filistin Araplarını sömürmek değil, onları topraklarından sürmektir.
Yahudilerin büyük bir bölümü İsrail dışında yaşamayı seçmiştir. İsrail, OECD ülkelerinin arasında gelir ve varlık açısından eşitsizliğin en büyük olduğu ülkelerden biridir. Dinci bir devlettir. Askerileşmiş ve aşırı silahlanmıştır, fiili olarak Kudüs’ün tamamını istila etmiştir, Gazze Şeridi, Batı Şeria, Lübnan ve Suriye’de canı istediğinde askeri müdahalelerde bulunmaktadır ve gizli servisleri İran’a kadar cinayetler işlemektedir.
Filistinlilerin maruz kaldıkları milli baskıyı tanımak, kaçınılmaz olarak siyonist devletin herhangi demokratik bir çözümün önünde engel olarak sorgulanmasına yol açmaktadır. Duvarın yıkılması, Yahudiler ve Araplar arasında eşitlik, milyonlarca mültecinin geri dönme hakkı, doğuşundan beri “uluslararası topluluk” yani küresel emperyalizm tarafından kollanan sömürgeci bir devleti yerinde tutarak elde edilemez.
Herhangi bir demokratik çözüm dinci, siyonist, savaşçı ve batılı emperyalizmin Orta Doğu’daki aygıtı olan devletin yıkılmasından geçer. Tüm burjuvazilere karşı (Amerikalı, İsrailli, Arap, Türk, İranlı…), Kudüs, Batı Şeria, Gazze, İsrail, Ürdün’deki… emekçilerin seferberliği, Arap ve Yahudilerin, Müslümanların, İsrailoğullarının, Hristiyanların ve ateistlerin beraberce yaşayabilecekleri sosyalist bir Filistin kurulmasına imkân sağlayacaktır.
Böyle birleşmiş ve laik bir Filistin sadece sosyalist ihtilalin genişlemesiyle, sömürgecilikten miras kalan hudutların yıkılmasıyla ve Orta Doğu Sosyalist Federasyonu’nun kurulmasıyla ayakta kalabilir. Böyle bir mücadeleyi de sadece işçi enternasyonali (ve her devlette ihtilalci işçi partileri) şeklinde teşkilatlanmış bilinçli proletarya verebilir. Saflarına köylüleri ve öğrencileri katan işçi sınıfı, dini fanatizmlere karşı çıkabilecek, laikliği kurabilecek, Filistin’de siyonist sömürgecilikle Kürtlerin tarih boyunca gördükleri baskıyı tasfiye edebilecek, emperyalist baskınlıkla İslamcı gericiliğe son verebilecek, gençler ile kadınları özgürleştirebilecek, toprakları köylülere, eğitimi gençlere, istihdamı herkese verebilecek ve ekonomik kalkınmayı sağlayabilecek sosyal güçtür.