Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı Üzerine Enternasyonal Komünist Notlar

Giriş

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis açılışında DEM Parti sıralarına giderek el sıkışmasıyla başlayan süreç, Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “örgütü tasfiye et” çağrısıyla yeni bir boyuta evrildi. Bu gelişmelerin ardından İmralı heyeti yeniden oluşturuldu, Öcalan üzerindeki tecrit kısmen kaldırıldı ve görüşme trafiği başladı. Aylardır Öcalan’dan bir çağrı bekleniyordu. DEM Parti, bu çağrının “Asrın Çağrısı” olacağını, Türkiye ve Ortadoğu’da barış ve demokrasinin yol haritasını çizeceğini iddia etti.

Beklenen açıklama nihayet geldi. İmralı heyetinin üçüncü görüşmesinin ardından Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” kamuoyuna okundu. Kürt kentlerinde dev ekranlar kuruldu, kitleler bu çağrıyı izledi. Türkiye’de tartışmaların merkezine yerleşen metinde Öcalan, PKK’nin misyonunu tamamladığını ve kendisini feshetmesi gerektiğini ilan etti.

Öcalan’ın çağrısı, AKP-MHP bloğu tarafından olumlu karşılandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başdanışmanı Mehmet Uçurum, yaptığı açıklamada bu çağrının devlet inisiyatifiyle örtüştüğünü belirtti. Çağrının, üniter devlete sahip çıkıldığı ve “Türkiye’de artık Kürt sorununun çözülmüş olduğu” vurgusunu taşıdığını ifade etti. AB ve ABD’den gelen olumlu tepkilerle birlikte burjuva muhalefeti, DEM ve reformist sosyalist partiler de bu çağrıyı genel olarak olumlu karşıladı. İYİP ve aşırı sağcı marjinal partiler dışında geniş bir kesim süreci destekledi.

PKK ise Öcalan’ın çağrısına uyacağını ve ateşkes ilan ettiğini duyurdu. Ancak, kongrenin toplanabilmesi için güvenlikli bir ortam sağlanması ve Öcalan’ın bizzat kongreyi yönetmesi gerektiğini belirtti.

Burada kritik bir soru ortaya çıkıyor: Nasıl oluyor da düzen güçleri, emperyalist merkezler (ABD-AB), Kürt siyasi hareketi ve reformist sosyalist yapılar bu tarihsel sorunda aynı çizgide buluşuyor?

Düzen güçlerinin ortak bir uzlaşı içinde olması şaşırtıcı değildir. Zira bu süreç, sömürgeci Türk sermaye devletinin kuruluş ve varlık koşullarına zarar vermeden bir “çözüm” sunmaktadır. Asıl çelişkili olan ise, Öcalan’ın yaptığı çağrının içeriği ve bu çağrıyı “Asrın Çağrısı”, “Barış ve Demokrasinin Yol Haritası” olarak pazarlayanlardır.

Bağımsız ve birleşik sosyalist Kürdistan hedefiyle yola çıkan mücadele, önce demokratik özerklik, ardından federasyon ve konfederalizm söylemine gerilemişti. Şimdi ise Öcalan, bağımsızlık, özerklik ve federasyon taleplerini “aşırı milliyetçi savrulmalar” olarak nitelendirerek tamamen reddetmektedir. Kürt ulusunun meşru hakları mahkûm edilmekte, sömürgeci Türk sermaye devleti kaçınılmaz bir gerçeklik olarak sunulmakta ve “çözüm” olarak devletle bütünleşmek gösterilmektedir.

Bu çağrı, teslimiyet çağrısıdır. Bir gecede alınmış bir karar değil, PKK ve Öcalan’ın yıllardır izlediği politik çizginin bir sonucu olarak gelişmiştir. “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”, Öcalan’ın İmralı mahkemelerinde “Ben Türk devletine hizmet etmeye hazırım” çıkışının son noktasıdır.

Bu makale, yalnızca bir durum değerlendirmesi yapmak ya da belirli analizlerde bulunmak için yazılmamıştır. Amacımız, PKK’nin iç tartışmalarına müdahil olmak veya ona öneriler sunmak da değildir.

PKK kongresini toplar ya da toplamaz, kendisini fesheder ya da etmez—bu, onların iç meselesidir. Ancak süreç nasıl ilerlerse ilerlesin, çağrıya ne kadar uyulursa uyulsun, Kürdistan sorunu tüm yakıcılığıyla varlığını sürdürecektir.

Bu çalışmanın esas hedefi, Kürdistan sorununa ve Ortadoğu’daki gelişmelere enternasyonal komünist bir perspektifle yaklaşmak, devrimci bir program çerçevesi oluşturmak ve bu programın örgütsel pratik ayaklarını örmek için bir adım öne çıkmaktır. Eğer bu sağlanabilirse, işte o zaman bu çalışma amacına ulaşmış olacaktır.

Bahçeli’nin Sözcülüğünde Başlayan Bu Sürecin Arka Planı

TBMM yeni çalışma döneminin açılışında Bahçeli, DEM Parti sıralarına gidip el uzatması, uzattığı elin havada kalmamasına sempati gösteren edayla cevap vermesi, yeni bir sürecin işaret fişeği olmuştur. Bahçeli, önce el sıkarak adeta “yurtta sulh, cihanda sulh” çağrısı yapmıştır. “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış isterken, kendi ülkemizde barışı sağlamamız lazım” açıklamasında bulunmuştur.
Burjuva medya, yeni bir çözüm süreci tartışmasını jet hızıyla gündeme getirmiştir. Bahçeli, birkaç gün sonra lafın devamını getirmiştir: “Biz durduk yere el vermeyiz. Öylesine yerimizden kalkıp da el sıkmaya teşebbüs etmeyiz. DEM’e düşen sorumluluk, bu samimi elin kıymetini anlaması, dahası Türkiye partisi olması yönünde bir eşik olarak algılayıp değerlendirmesidir.”

Bahçeli, DEM Partisi’ne ve Kürt siyasi hareketine, “Ya oyunu bizim koyduğumuz kurallara göre oynarsınız, ya da devletin sopası üzerinizden eksik olmaz” mesajını vermektedir. Bahçeli’nin bu çıkışı, ne kendisinin ne de partisinin inisiyatifiyle oluşmuş bir süreçtir. Bu, doğrudan Türk sermaye devletinin ve onun çıkarlarının bir yansımasıdır. Ortadoğu’da hızla yayılan bölgesel savaşın etkisiyle, Türk sermaye devletinin yeni döneme dair temel stratejisi Bahçeli tarafından dikte edilmiştir.

Bahçeli burada yalnızca MHP’nin ya da Cumhur İttifakı’nın sözcüsü değildir. Bahçeli, Türk sermaye devletinin ve onun sahipleri olan burjuvazinin sözcüsü konumundadır. Bu, çelişkili ve tezat bir durum gibi görünse de, devletin bekası açısından bakıldığında son derece tutarlı, hatta en doğru tercihtir. Bahçeli’nin bu çağrıyı yapması, düzen cephesinde oluşacak çatlakları baştan engellemektedir. Ayrıca, sürecin sopa-havuç denkleminde yürütülmesini sağlamaktadır.

Bahçeli’nin bu açıklamasından sonra, CHP lideri Özgür Özel’in el yükselterek “Bende Kürtler için eşit vatandaşlığı sağlayan devlet vaat ediyorum” çıkışı gelmiştir. DEM Partisi de süreci olumlu karşılayıp, muhatabın Öcalan olduğunu, onun üzerindeki tecritin kaldırılmasını talep etmiştir. Yeniden Refah, Saadet, DEVA, Gelecek gibi partiler de sürece temkinli yaklaşsalar da desteklerini açıklamışlardır. Bu süreç, daha baştan Cumhur İttifakı’nın arkasına hizalanan geniş bir mutabakat zemini oluşturmuştur. Böylece, oyunun kurallarını belirleyen, oyunun kurucusu ve hakemliği görevi bizzat Cumhur İttifakı’nın tekeline geçmiştir.

Bahçeli’ye bu süreçten sonra, İYİP, Zafer, Memleket ve Vatan gibi faşist, sağ popülist partilerden milliyetçi, şovenist, popülist tepkiler gelmiştir. Ancak kısa bir süre sonra, bu tepkilerin hedefi değişmiştir. Bahçeli devre dışı bırakılarak, tüm sağ popülist, faşist, milliyetçi tepkiler CHP’ye yönlendirilmek istenmiştir. Bunun nedeni şudur: Sürece dair herhangi bir olumsuzluk durumunda, günah keçisi olarak CHP ve DEM Partisi ilan edilmek istenmektedir. Bu durum, Cumhur İttifakı’nın iç tıkanıklığını aşmasına ve kendi içinde yaşadığı açmazlardan kurtulmasına olanak sağlamaktadır.

Bu süreç yalnızca Erdoğan rejiminin iç sıkışmışlığını aşmayı amaçlamamakta, aynı zamanda Suriye ve Ortadoğu’daki yeni gelişmelerden ve oluşacak yeni dengelerden faydalanarak Kürdistan’ın devletleşmesini engellemeyi ve bu süreçte kendisine yönelecek bir direniş cephesini bertaraf etmeyi hedeflemektedir. Öcalan kartını kullanarak Kürt hareketini askeri ve politik olarak silahsızlandırmak ve tasfiye etmek, bu sürecin temel stratejisidir. Erdoğan rejimi, tüm düzen güçlerini ve geniş bir siyasi yelpazeyi kendisine yedekleyerek Bonapartist rejimini sağlamlaştırmayı hedeflemektedir. Bu hedefin temel stratejisi ise iç cepheyi güçlendirmektir.

Nedir Bu İç Cephe Meselesi?

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta yer verdiği iç cephe kavramı, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yeniden gündeme getirildi. Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrıdan sonra başlayan sürecin merkezinde, iç cepheyi güçlendirme söylemi bulunuyor. Erdoğan, 2015’ten sonra MHP ile yakınlaştıkça ve ortak ittifaklar içine girdikçe, “yerli ve milli” kavramını kullanmaya başladı.

Cumhur İttifakı dışında kalan her unsuru “gayri milli” olmakla, “kökü dışarda” olmakla suçladı. Yalnızca kendisinin, tek “yerli milli” siyasal odak olduğunu iddia etti. Kendi iktidarına karşı oluşan her muhalefeti ise, yerli ve milli iktidara karşı dış güçlerin bir operasyonu olarak sundu. Yerlilik ve millilik söylemi, hem kendi kitlesini konsolide etme aracı oldu hem de kendisine siyasal meşruiyet zemini yaratma aracı haline geldi.

Bu söylem, Cumhur İttifakı’nın iktidarını sürdürebilmesi için sağ popülist bir söylem ihtiyacını karşılıyordu. İç cepheyi güçlendirme söylemi ise, Türkiye kapitalizminin, Türk-sermaye devletinin bekası için ihtiyaç duyulan bir olgudur.

Peki, Nedir Bu İç Cephe?

İç cepheyi kimler oluşturur? Dışında kimler vardır? İç cephe, hangi amaçla, hangi siyasal program ve hedef doğrultusunda inşa edilmeye çalışılmaktadır?

İç cephe hangi sınıfın cephesidir?

İç cepheyi şöyle tanımlayabiliriz: En büyük gücün Cumhur İttifakı olduğu, tam bağımsızlıktan, coğrafi bütünlükten, siyasi birlikten yana tüm güçlerin birleştiği bir yapı. Türk sermaye devletini koruma, güçlendirme ve geliştirme hedefleriyle hareket eden tüm güçler Erdoğan iktidarının arkasında hizalanmıştır. Sonuç olarak, iç cephe, tüm dış tehditlere karşı “milli güç unsurlarıyla” birleşmiş bir “Türkiye cephesi” olarak belirlenmiştir. İç cephe, bir diğer adıyla milli cephedir.

Milli cephenin gerçek anlamı, toplumdaki bütün siyasi güçlerin, eli sopalı bir siyasi rejimin arkasında hizalanmasıdır.

İç cephenin ortak müşterekleri vardır. Bunun en belirleyicisi; Türkiye devletinin sınırlarının değişmezliği ve toprak bütünlüğüdür. Bunun en asgari koşulu, Kürdistan’ı sömürgeleştirilmiş bir ülke olarak değil, Türkiye’nin bir bölgesi olarak görmektir. Kürt ulusunun herhangi bir ulusal talebini dile getirmesi, iç cepheye karşı savaş ilan etmek anlamına gelmektedir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için Türkiye’nin sömürgesi olan Kürdistan, Türkiye’nin iç cephesinin parçası hâline getirilmelidir.

Bu, askeri operasyonlarla sağlanamaz. Tam da burada Öcalan’ın tarihsel misyonu devreye girmektedir. Bağımsızlık, federasyon, özerklik gibi ulusal talepler, aşırı milliyetçi sapmalar olarak lanetlenmelidir. Kürtlerin politik ve askeri olarak silahsızlanması, devletle ve milletle bütünleşmesi sağlanmalıdır. Bu sürecin ise, “asrın çağrısı” olarak, Ortadoğu’ya ve Kürdistan’a barışı getirecek yegâne yol haritası olarak sunulması gerekmektedir.

İç Cephe ve Erdoğan’ın Emperyalist Hedefleri

İç cephe, Erdoğan’ın Ortadoğu’daki emperyalist hedeflerine ortak olmak, ona destek vermekten geçmektedir. Eğer muhalefet edilecekse de, dostane şekilde bu savaş politikalarının ülkenin bekası için hayırlı olmadığı söylenmelidir. Aksi takdirde, iç cephenin karşısında yer alınması kaçınılmazdır.

İç cephenin güçlü olabilmesi için, emekçiler cephesinin örgütsüz ve etkisiz olması gerekmektedir. En ufak bir muhalefet, iç cephenin birlik ve bütünlüğüne zarar verir. Bu yüzden, her grev, sınıf mücadelesine dair ne varsa, “milli güvenlik tehdidi” olarak görülür. İç cephenin ihtiyaç duyduğu yegâne unsur, işçileri kontrol altında tutacak yerli milli sendikalar ve iç cephenin parçası olacak sosyalist, reformist teşkilatlardır. Bunun dışına çıkacak her unsur, iç cepheye karşı oluşturulan düşman güçler olarak mütalaa edilecektir.

İç Cephe: Burjuvazinin Çıkarları İçin Köleleştirmenin Adıdır!

İç cephe, emekçileri ve ezilenleri, sopalı bir diktatörlük altında, burjuvazinin ve onun devletinin çıkarları doğrultusunda köleleştirmenin adıdır. Erdoğan rejiminin iç cepheyi büyütme stratejisine karşı bizim temel şiarımız şudur:

Asıl düşman kendi yurdunda!

Burjuvazinin iç cephesini değil, emekçilerin ve ezilenlerin devrimci cephesini büyütelim!
Kayyum ve HDK’ye Yönelik Operasyonları Nasıl Okumalıyız?

TC siyasetinde kayyum oldukça eski bir gelenektir. 1923’te Osmanlı bakiyesinden devralınan ve yeniden dizayn edilen devlet, Osmanlı’dan kalan atama kültürünün devamıdır. 1950’ye kadar her şey atamayla gerçekleşmiştir. Seçimlerin yapıldığı dönemlerde bile seçilmiş yöneticilerle yetki paylaşımı yapılmış, atanmışlar her zaman belirleyici rol oynamıştır. Bugün de hâlâ bu gelenek sürmektedir. Türkiye siyasi tarihi, aynı zamanda askeri darbeler ve ordunun kılıcı altında siyasetin dizayn edilme sürecidir. Osmanlı despotizminden devralınan TC, aynı zamanda bir kayyum cumhuriyeti olarak var olmuştur.

Erdoğan iktidarı, kazanamadığı her belediyeye kayyum atamaktadır. Bu, Kürt halkının seçme-seçilme hakkını fiilen ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir. Kayyum politikası, sömürgeleştirilen coğrafyalarda uygulanan klasik kolonyal yönetim biçimlerinden biridir. Erdoğan rejiminin kayyum politikası, sömürgeciliğin en keskin ve çıplak hâlde hatırlatılmasıdır.

Burada asıl tartışılması gereken, Bahçeli’nin Öcalan’a çağrı yapmasına rağmen kayyum uygulamalarının ve HDK’ye yönelik operasyonların sürmesidir. Devlet yalnızca PKK’yi tasfiye etmek istememektedir; aynı zamanda Kürt halkının legal kitle örgütlerini de etkisiz hâle getirmek ve mümkünse ortadan kaldırmak istemektedir. Sürecin devletin istediği gibi gitmemesi hâlinde, Kürt hareketinden gelebilecek olası bir reaksiyonu bugünden kontrol altına almak için harekete geçmiştir. Yani, bir “sopalı çözüm süreci” yürütülmektedir.

Ancak bu süreci yalnızca iç politik gelişmelere bakarak okumak eksik olur. Kayyumların ve HDK’ye yönelik operasyonların yoğunlaşmasının birkaç önemli nedeni vardır:

Uluslararası Konjonktür: ABD ve AB’nin Kürt meselesine yaklaşımı değişirken, Türkiye’nin Rojava ve Güney Kürdistan’daki pozisyonunu güçlendirme çabası artıyor. Erdoğan, uluslararası dengelerde Kürt hareketine karşı daha agresif adımlar atarak pozisyonunu sağlamlaştırmak istiyor.

Seçim ve İç Politik Dengeler: Erdoğan, yaklaşan seçimlerde milliyetçi tabanı sıkı tutmak ve Cumhur İttifakı’nın dağılmasını engellemek için Kürt hareketine yönelik baskıyı sürdürüyor. Bahçeli’nin çıkışları, MHP tabanının kayyum politikasını daha da sertleştirmesi için baskı unsuru oluyor.

Ekonomik Kriz ve Kriz Yönetimi: Derinleşen ekonomik kriz nedeniyle, milliyetçi-muhafazakâr kesimleri seferber edebilmek için devletin elinde en etkili araçlardan biri Kürt hareketine yönelik saldırıları yoğunlaştırmak. Kayyumlar, aynı zamanda yerel kaynakları AKP’ye bağlı sermaye çevrelerine aktarma mekanizmasıdır.

Yürütülen süreç, Kürt hareketini çökertme, tasfiye etme ve etkisiz hâle getirme sürecidir. Kayyum atamaları ve kitlesel tutuklamalar, bu büyük planın birer parçalarıdır.

Kürdistan’da Sorunun Adı Nedir?

Kürdistan meselesi, esasen bir toprak ve iktidar meselesidir. Yani sömürgecilik sorunudur. Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş bir ulus olması, kendi kaderini tayin hakkından yoksun bırakılması ve ağır bir ırkçı rejim altında esaret altına alınması, sorunun temel karakterini belirler. Ancak bu gerçeği göz ardı edip, sorunu yalnızca kültürel haklar ya da sermaye devletinin “demokratikleşmesi” meselesine indirgemek, baştan sömürgeciliği kabul etmek anlamına gelir.

Türk burjuvazisi, Kürdistan sorununu “Kürt sorunu” olarak adlandırarak, onu Türkiye’de ulusal hakları gasp edilmiş bir “azınlık sorunu” olarak göstermeye çalışmaktadır. Oysa Kürdistan, ezilen bir halkın yaşadığı bir bölge olmanın ötesinde, sömürgeleştirilmiş bir ülkedir. Bu nedenle Kürdistan’daki iki temel sorundan bahsedebiliriz:

1. Dış sorun, yani sömürgecilik meselesi. Bu, Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş olması, işgal altında tutulması ve burjuva devletlerin tahakkümü altında yaşamasıdır.

2. İç sorun, yani ideolojik ve siyasi kuşatma. Kürt halkının kendi ulusal taleplerinden koparılması, burjuva siyaset içinde eritilmesi ve sömürgeci sermaye düzenine entegre edilmesi çabasıdır.

Bugün Kürt burjuva ve küçük burjuva milliyetçi önderlikleri, sorunu toprak ve iktidar meselesinden kopararak, Türk sermaye devletinin demokratikleşmesi meselesine indirgemektedir. Oysa bu perspektif, sorunun çözümünü imkânsız hâle getirmektedir. Kürdistan, emperyalist sistemin Ortadoğu’daki denkleminin bir parçasıdır ve dolayısıyla Kürt halkının kurtuluşu, yalnızca bir ulusal kurtuluş mücadelesiyle değil, bütün bölgeyi saracak bir devrimci süreçle, yani sürekli devrim stratejisiyle mümkündür.

Bugün Kürt halkının karşısında, yalnızca Türk devleti değil, emperyalist hiyerarşi ve ona tabi olan bölgesel güçler vardır. Kürdistan’ın sömürge konumu, emperyalizmin Ortadoğu’daki düzeninin temel taşlarından biridir. Bu yüzden, Kürdistan’da ulusal kurtuluş mücadelesiyle sosyalist devrim mücadelesi birbirinden ayrılamaz. Ancak bu perspektifle, Kürt işçi ve emekçileri burjuva milliyetçiliğinin ve reformizmin dar sınırlarından koparılabilir.

Burjuva ve küçük burjuva milliyetçi önderliklerin, Kürdistan sorununa bir çözümü yoktur. Onların ufku, emperyalist sistem içinde bir statü arayışından ibarettir. Oysa Kürt halkının gerçek kurtuluşu, sömürgeciliği ve emperyalizmi alt edecek bir devrimci işçi iktidarıyla mümkündür. Bu da ancak bütün bölgeyi kapsayacak bir sürekli devrim programıyla, Kürdistan işçi ve emekçilerinin Ortadoğu’daki sınıf kardeşleriyle birleşmesiyle gerçekleşebilir.

Kürdistan Devrimi Neden Sürekli Devrim Olmak Zorundadır?

Kürdistan devrimi, sadece Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesi olarak görülmemelidir. Bu devrim, aynı zamanda Ortadoğu’daki ve dünya genelindeki devrimci süreçlerle yakından bağlantılıdır ve bu bağlantı, Kürdistan’ın dört parçalı uluslararası bir sömürge olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, Kürdistan devriminin enternasyonal bir perspektifle verilmesinin zorunlu olduğunu açıkça ortaya koyar.

Bağımsız Birleşik Kürdistan İçin Sömürgeci Devletlerin Devrimi Şarttır

Kürdistan devriminin temel dinamiği, yalnızca Kürt halkının özgürlüğüyle sınırlı değildir. Bu devrim, dört sömürgeci devletin — Türkiye, İran, Irak ve Suriye’nin — mevcut kapitalist ve emperyalist yapılarının devrimci yollarla yıkılmasını gerektirir. Bu devletler, Kürt halkını sadece sömürmekle kalmaz, aynı zamanda bölgedeki diğer halklara da zulmeder ve sömürücü bir egemenlik kurarlar. Kürdistan devrimi, bu dört sömürgeci devlete karşı uluslararası bir mücadelenin parçası olmalıdır, çünkü bu devletlerin egemenliği, Kürt halkının gerçek özgürlüğünü engellemektedir.

İşçi Sınıfının Önderliğinde Birleşik Mücadele

Kürt halkının özgürlüğü ve bağımsızlığı, küçük burjuva ve burjuva milliyetçi önderliklerin değil, işçi sınıfının politik önderliğinde sağlanabilir. Bu mücadele, milliyetçi bir çizgide değil, enternasyonal bir perspektifte yürütülmelidir. Milliyetçi bir yaklaşım, sadece Kürt halkının sorunlarını geçici çözümlerle oyalamakla kalmaz, aynı zamanda mevcut sömürgeci devletlerle uzlaşma arayışlarına girerek, gerçek devrimci mücadeleyi engeller.

Öcalan ve benzeri reformist liderlerin, sömürgeci devletlerle uzlaşma girişimleri, Kürt halkının özgürlük mücadelesine ciddi bir darbe vurmuştur. Kürt halkı, özgürlüğü ancak proletarya enternasyonalizmiyle ve tüm Ortadoğu halklarının birleşik mücadelesiyle kazanabilir. Bu, milliyetçi bir perspektife karşı, sosyalist ve devrimci bir perspektifi savunmayı gerektirir.

Ortadoğu’da Müttefik İhtiyacı ve Sosyalist Devrim Perspektifi

Kürt halkı, özgürlük mücadelesinde yalnız değildir, ancak doğru müttefiklerle hareket etmek zorundadır. Tarih, ne sömürgeci devletlerin, ne Ortadoğu’daki burjuva İslamcı rejimlerin, ne de ABD ve AB’nin Kürtlere dost olamayacağını defalarca kanıtlamıştır. Bu yüzden, Kürt halkının müttefiklerini sadece Ortadoğu’nun emekçi halklarında bulması mümkündür. Bu müttefikliği oluşturabilmek için ortak bir hedef belirlemek gerekir: Sosyalist Ortadoğu Sovyetleri.

Bağımsız, birleşik ve özgür bir Kürdistan, ancak Ortadoğu devrimci mücadelesinin bir parçası olarak sosyalist bir dönüşümle mümkün olabilir. Kürdistan devrimi, yalnızca Kürt halkının özgürlüğüyle sınırlı kalmamalı, bölgedeki tüm halkların özgürlüğü için birleştirici bir güç olmalıdır. Bunun yolu da, güçlü bir enternasyonal komünist partisi ve sosyalist devrim perspektifiyle mümkündür.

Sonuç: Sürekli Devrim ve Kürdistan’ın Geleceği

Kürdistan devrimi, sadece Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel bir devrimci sürecin parçasıdır. Kürdistan, dört sömürgeci devlete bölünmüş bir ulus olarak, devrimci mücadelesini sadece yerel bir mücadele olarak değil, tüm Ortadoğu’nun sosyalist dönüşümüyle bütünleşmiş bir devrim olarak görmelidir. Bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için, sürekli devrim perspektifine ve enternasyonal bir mücadelenin gücüne ihtiyacımız vardır.

Bizler, enternasyonal komünist militanlar olarak, bu devrimin bir parçası olmak ve Ortadoğu’nun tüm emekçi halklarının özgürlüğü için mücadele etmek için varız.

En Kötü Barış Savaştan İyi mıdır? Barış konusunda Liberal pasifistlerle Enternasyonal Komünistlerin Ayırım Noktaları

En kötü barış, savaştan iyi midir? Bu söylem Öcalan’ın çağrısından sonra yaygın şekilde dile getirilmeye başlandı. Gerek Kürt hareketinin içinde gerekse de sosyalist hareket içinde yaygın şekilde tekrarlanılmaya başlandı. Bu soru, tarihsel olarak sürekli bir şekilde, savaşın korkunçluğuna ve barışın gerekliliğine dair liberal ve pasifist bir söylemle tartışılmaktadır. Ancak, savaş ve barış arasındaki ilişkiyi, sadece yüzeysel bir karşıtlık olarak ele almak, kapitalist dünya düzeninin mantığını göz ardı etmek anlamına gelir.

Kapitalizm, mevcut düzene dayalı bir barışa zemin hazırlar; bu barış, aslında çoğu zaman savaşın kazananının kurallarına teslim olunmuş bir tür ideolojik, ekonomik ve politik hegemonya kurulmasıdır. Bu bağlamda, barış demek sadece silahların susması anlamına gelmez, aynı zamanda egemen sınıfların ve emperyalist devletlerin güç ve çıkarlarını tahkim eden bir durumdur.

Örneğin, Gazze’deki barış anlaşması, Siyonist İsrail devleti için “barış” olabilir, ancak bu, Filistin halkı için hiçbir özgürlük anlamına gelmez. Savaşın sonunda sağlanan barış, yerel halklar ve ezilen sınıflar için daha fazla sömürü, baskı ve esaret anlamına gelmektedir. Barışın arkasındaki güç, daima burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder.

Enternasyonal komünist bakış açısı, barışın savaşın sona ermesinden çok daha fazlası olduğunu öne sürer. Barış, yalnızca halkların özgür iradeleriyle belirlenen bir durum olmalıdır; bu ise, savaşın kesin zaferi değil, halkların, işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci mücadelesinin zaferiyle mümkün olur. Kapitalizmin egemenliğini kırmadan, halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını ve özgürlüklerini elde etmesi, ancak bir devrimci barışla mümkündür.

Savaş ve barış arasındaki bu karşıtlık, kapitalizmin emperyalist çıkarlara dayalı barışını, işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci barışını ayıran en önemli çizgidir. En kötü barış, savaşın sona erdiği anlamına gelmez. Barış, yalnızca savaşın kazananının egemenliğine dayalı bir düzenin sürdürülmesiyse, bu barış değil, sömürgeci bir statükonun devamıdır.

Sonuç olarak, barışın tanımını, tarihsel ve sınıfsal bir bakış açısıyla yeniden yapmalıyız. Barış, halkların kendi iradesine ve özgürlüğüne dayalı olmalı, kapitalist hegemonyaya karşı işçi sınıfının ve ezilenlerin zaferine yol açmalıdır. Aksi takdirde, barıştan söz etmek, yalnızca mevcut sömürü düzenini yeniden inşa etmekten başka bir şey değildir.

Dünden Bugüne PKK’nin ideolojik Evrimi
Kürdistan’ın en büyük parçası ve en fazla Kürt nüfusuna sahip olan bölge Türkiye devletinin sömürgesinde bulunan Kuzey Kürdistan’dır. PKK’den önce Kuzey Kürdistan’da birçok ulusal ayaklanmalar, örgütlenmeler, özellikle 60’lı yıllardan sonra gelişen sol; sosyalist örgüt ve partiler mevcuttur. Fakat en etkili, en kitlesel, Türk-sermaye devletini en fazla sarsan hâlâ da etkili şekilde varlığını sürdüren örgütlenme PKK olmuştur. PKK kuruluşunu 1978’de ilan etmişti. Programı Stalinci, ulusalcı, aşamalı devrim teorisine sahipti. Kürtlerin ulusal baskısını temel çelişki olarak görmekteydi. Kürdistan devrimi ulusal demokratik olmak zorundaydı. Diğer tüm meseleler ona bağlı olmalıydı. Amaç sömürgecilik karşıtı ve feodalizm karşıtı devrimin bir sonraki aşaması olarak Kürt halkının kurtuluşu, kendi kaderini tayin etmesi ve bir ulusal demokratik cumhuriyetin kurulmasıydı. PKK programında Birleşik Kürdistan’ı savunsa da, siyaseti ve faaliyeti diğer parçalardaki Kürt önderlikleri gibi yalnızca bir parçaya odaklıydı. PKK, KDP ve KYB’den farklı olarak toprak ağalarının, Kürt egemenlerinin, feodallerinin partisi olmadı.
İlk eylemleri ve faaliyetleri toprak ağalarına ve Kürt feodallerine karşı oldu. Parti ismi Kürdistan İşçi Partisiydi. KDP ve KYB’den farklı olarak sınıfsal ve marksist vurgulara ve programatik görüşlere sahip bir hareketti. Adına rağmen PKK, ne programı ne toplumsal yapısı itibarıyla hiçbir zaman bir işçi partisi olmadı. İlk dönemdeki birkaç girişim dışında Kürt işçi sınıfına yaslanmayı amaçlamadı. Kürt bölgelerinde işçi sınıfı sayısal olarak küçüktü fakat nitelik olarak ciddi bir öneme sahipti. PKK, Türkiye’nin büyük şehirlerinde ve Batı Avrupa’da sayısı artan Kürt işçileri arasında, onları yalnızca Kürdistan’daki ulusal kurtuluş mücadelesinin destekçisi ve bağışçısı olarak örgütledi. En önemli sosyal temelleri Kürt aydınları ve yoksul köylülüktü. Başlıca savaş araçları, stratejisi Kürdistan’ın işgaline son verecek gerilla savaşı için silahlı birlikleri örgütlemekti. 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki tüm sol, sosyalist teşkilatları ağır şekilde felce uğratmıştı. PKK bu süreçte yalnızca ayakta kalmayı başarmakla yetinmedi. Aynı zamanda, Kürdistan’da sömürgeci Türk-sermaye devletinin tüm kalelerini yerinden sarsan bir güce ulaştı. 1984 yılında PKK Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla ilk silahlı mücadeleyi başlatmıştı. PKK’nin silahlı mücadeleyi başlatması Kürt toplumu üzerindeki korku imparatorluğunun parçalanmasına yol açtı. Devletin tüm baskılarına karşı oluşmuş olan öfkeyi kitlesel hâle geçirebilecek bir alanın açılmasını sağlamıştı. 1990’ların başında artık PKK Kürdistan’daki Kürt nüfusunun baskın gücü hâline gelmişti. Kürdistan dışında da var olmaya başlamıştı. Batı Avrupa’da mücadelelerini desteklemek ve uluslararası kamuoyu oluşturmak için kitle örgütlerini de kurmuştu. PKK militan tabanını yoksul köylülükten, kentsel küçük burjuvaziden ve gençlerden almaktaydı. Kadın özgürleşmesi konusunda mevcut Kürt siyasi önderlikleri arasında en ilerici programa sahip olan örgüttü. Her dönem gerek programında gerekse de örgütlenmesine merkezi olarak önem verdi. Bu alanda kendisini sürekli olarak geliştirdi. Feodal, İslamcı, ataerkil aile baskısına tepki olarak olarak, buna karşı mücadelenin bir alanı olarak genç Kürt kadınları yoğun şekilde PKK saflarına katıldı. PKK gerilla güçlerinin eğitimi ve operasyonları için kamp olarak Suriye devletinin sınırlarındaki Beka Vadisini yıllarca kullandı. Bu durum gerilla savaşında PKK’ye önemli avantajlar sağlasa da, bu durumun bir diyeti vardı. PKK’ye gerilla kampı için destek sağlayan Suriye devleti Kürdistan’ın Batı parçasının sömürgecisiydi. Suriye devleti üzerinde yaşayan Kürtlere en az Türk devleti kadar baskı uygulamaktaydı. PKK’nin Suriye’de kalabilmesinin temel koşulu Suriye Kürdistan’ında olan biteni görmemekti. Bu durumda fiili olarak Birleşik Özgür Kürdistan hedefinden vazgeçmek anlamına gelmekteydi. PKK’nin Suriye’deki varlığı, Suriye devletine Türkiye’yi zayıflatmak aralarındaki sürtüşmelerde elinin güçlü olmasını sağlamasını hedeflemekteydi. 1990’ların başında dünya önemli değişimler boy göstermekteydi. Bu değişimler PKK’yi de etkilemekteydi.
Birincisi SSCB’nin ve onun uyduları olan Stalinci rejimlerin kapitalizme entegre olması.
Bu durum PKK’ye taraftarlarına yaşanan süreci açıklamaya mecbur bırakmaktaydı. PKK bu süreci iktidardaki bürokrasinin çöküşü, halktan yabancılaşma, demokrasinin inkârıyla açıklamaktaydı. Türkiye ve Kürdistan’daki diğer Sosyalist gruplara nazaran PKK’nin bu süreci açıklaması daha rahat oldu. Çünkü Kürt mücadelesine mesafeli duran sosyal şoven Türk sosyalist partilerinin önemli bir kısmı Moskova çizgisindeydi. Eski yıllarda SSCB’nin Kürtlerle kurduğu ilişkilerden dolayı Moskova yönetimine karşı mesafeli bir yaklaşım söz konusuydu. PKK’nin programında Stalinci aşamalar teorisi hâkimdi. Önce ulusal demokratik devrim, Kürdistan’ın kurulması daha sonra ne zaman geleceği belli olmayan, çıkmaz ayın son Çarşambasına ertelenen Sosyalist devrim anlayışı hâkimdi. PKK programının temeli Stalinci küçük burjuva milliyetçiliğine dayanmaktaydı. Tüm tarihi boyunca yaşadığı programatik evrim bu program temelinde şekillenecekti. Tüm tarihi boyunca yaşadığı tüm açmazların temelide bu programa dayanmaktaydı.
İkinci Önemli gelişme; 1990’ların başındaki siyasal durumdu.
1990 ile 93 yılı arasında PKK gerilla savaşında gelebileceği en üst noktaya ulaşmıştı. Kürdistan’da artan oranda Serhildanlar, Türk-sermaye devletinin hakimiyetini kaybettiği, PKK’nin kontrolüne geçen kurtarılmış bölgeler oluşmaya başladı. Buna karşılık Türk-sermaye devleti Suriye hükümetine yoğun baskılar uygulamaya başladı. Bu durumda Suriye devletiyle PKK’nin ilişkilerini sekteye uğratacak hatta sona doğru getirecek bir sürecin yolunu açmaktaydı. ABD’nin Saddam Hüseyin’e karşı giriştiği savaşta Öcalan her iki tarafta da devrimci yenilgicilik tutumu almıştı. ABD ile müttefik olma yoluna girmeyi savunan bir sağ kanat da oluşmuştu. Bu da PKK içinde Öcalan’a karşı muhalefet odaklarının oluşmasını sağlamaktaydı. 93 yılından sonra PKK daha fazla liberal ve uzlaşmacı bir çizgiye doğru evrilmeye başlamıştı. Ulusal demokratik devrim, Bağımsız Kürdistan hedefinden bir daha geri dönmemek üzere vazgeçişin yolunu da açıklamaktaydı. Bağımsızlık sorunu giderek Kürt bölgesinde özerklik, anayasal eşitlik, sosyal reformlar talepleriyle değişmekteydi. Bağımsız Kürdistan hedefi sömürgeci Türk-sermaye devletinden kopmadan, demokratik burjuva cumhuriyet temelinde birarada yaşamaya bırakmaktaydı. Zaman zaman tek taraflı ateşkesler yapılmakta, müzakere ve diyalog yolları aranmaktaydı. Gerilla mücadelesi artık anti sömürgeci siyasal hedefler için değil, sömürgeci devletin düzenine entegre olmak için devleti demokratik reformlar ve müzakereler başlatması yolunda basınç oluşturmak için verilmekteydi. Küçük burjuva radikalizmine dayanan dünyadaki tüm küçük burjuva milliyetçi örgütlerin yaşadığı hazin son artık PKK için de geçerliydi. Bu hazin sonun adı: Silahlı reformizmdi. Öcalan artık bu hedeflerine ulaşmak için burjuva devletlerden destek almak için Avrupa gezmelerine dahi başlamıştı. Türk-sermaye devleti ise müzakere istememekte, Öcalan’ın teslim alınıp, PKK’nin bitirilmesini istemekteydi. Suriye devleti ise 90’ların sonuna doğru PKK kamplarını ve Öcalan’ı sınır dışına göndermek için düğmeye basmıştı. Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra Avrupa emperyalizminin desteğiyle Türkiye’ye iade edildi. PKK, KDP, KYB, İran KDP’sinden kıyaslanamayacak düzeyde ilerici ve solda yer alsa da, burjuva milliyetçi önderliklerinin izlediği yolun ve siyasal hattın bir benzerini sergilemişti. Bağımsız Birleşik Kürdistan hedefiyle yola çıkmış, tüm faaliyetlerini Kürdistan’ın bir parçasına hapsetmiş, mücadele ettiği parçanın sömürgeci devletine karşı, başka bir sömürgeci devletten destek almış, kısa bir süre sonra bağımsızlık hedefi yerini özerklik ve ulusal demokratik hedeflere bırakmış, emperyalist devletlerden müttefik arayışına girilmiş, sonunda da bu emperyalist devletler sömürgeciler lehine tutum almıştır. Sistematik hâle gelmiş bu olgunun sonucunda Kürdistan’ın esaretin devam etmesiyle sonuçlanmıştır. Dünyanın en mücadeleci halklarından biri olan Kürtler, emperyalistlerin, 4 sömürgeci devletin ve kendi burjuva, küçük burjuva milliyetçi önderliklerinin kurbanı olmuştur.
İmralı Sonrası Öcalan ve PKK’nin İdeolojik Evrimi

Öcalan’ın emperyalist Avrupa devletlerinin yardımıyla yakalanıp Türkiye’ye iade edilmesi PKK’de yeni bir dönemin başlangıcıydı. Öcalan’ın yakalanması PKK’de ciddi bir demoralizasyon yaratsa da esas hayal kırıklığını ve kafa karışıklığını Öcalan’ın mahkeme savunmaları verdi. Öcalan savunmasında kendisinin sömürgeci Türk sermaye devletine hizmet etmeye hazır olduğunu, ona bir rol verildiği takdirde bu sorunu çözeceğini, PKK’nin silahsızlandırılmasından yana olduğunu, Demokratik Türkiye’yi savunduğu gibi ifadeler vererek taraftarları ve örgüt içerisinde infial yaratmıştı. ” Demokratik çözüm seçeneği genelde olduğu gibi, Kürt sorununda da tek seçenek durumundadır. Ayrılma, ne mümkün ne de gereklidir. Kürtlerin çıkarı, kesinlikle tüm Türkiye ile birliğinden geçmektedir. Demokratik çözüm hakkıyla uygulanırsa otonomi, federasyondan bile daha başarılı ve gerçekçi bir model olma yolundadır. Pratik daha şimdiden bu yolda ilerlemektedir.” ” Silahlı çatışma ortamının ortadan kalkması, yıllardır yasa dışı konumda olan birçok örgütü, demokratik ortamla birleştirmeye itecektir. ” (Öcalan savunmaları)
Mahkeme sürecinde PKK bu savunmayı kendi tabanına anlatabilmek için türlü yollar izledi. Öcalan’a uyuşturucu verildiğini, bilincinin yerinde olmadığını o yüzden böyle bir savunma yaptı gibisinden birçok şehir efsanesi türetildi. Oysa ki bu savunmanın 93’ten beri PKK’nin izlediği siyasi çizgiyle arasında bir çelişki yoktur. Bu savunmadan sonra PKK’de hızlı bir liberal tasviye süreci başladı. Partinin sol kanadı şiddet içeren yöntemlerle tasviye edildi. Birkaç ay sonra sonra Öcalan tekrar parti liderliğine getirildi. Bu sürecin başarılı olmasının nedeni PKK’nin küçük burjuva Stalinist bir parti olması nedeniyle mümkün oldu. Öcalan etrafında yüksek bir kişi kültü oluştu. Mahkeme sürecinden sonra örgüt ve kitlesel taban içinde ağır bir Öcalan miti oluşturma süreci başladı. Öcalan devletin elinde esir olmasına rağmen Parti’nin, halkın, hareketin, uyguladığı yepyeni bir ideoloji ve strateji icat ederek ıslah ettiği partiye, halka, harekete önderlik etmeye devam etmektedir. Öcalan Marksizmi aştığını yeni teoriler ve ideolojiler geliştirdiğini iddia etti. Öcalan kendince Marksizmi aşmış olduğuna inanabilir, fakat aşamadığı birşey varsa o da kapitalizmdir. Öcalan Stalinci ve küçük burjuva milliyetçi özelliklerini korurken, onun yerine liberteryenizm, anarşizm ve post modernizm karmaşasını koydu. Stalinci aşamalı ulusal Kurtuluş ve iktidarın ele geçirilmesi programını “Demokratik Konfederalizm” ideolojisiyle değiştirdi. Stalinci bir programı, anarşizm, küçük burjuva milliyetçiliği, küçük burjuva feminizmi unsurlarını popülist bir programla birleştiren küçük burjuva sosyalizmi programıyla harmanladı.
Görüşleri anarşizme giriş ders kitabından ödünç alınan Öcalan’a göre Marksizm, devrimin devlet iktidarını ele geçirmesini ve önceden ezilen sınıfları yönetici sınıf olarak kurmasını istediği için başarısız oldu. Bu nedenle devlet iktidarını ele geçirmek değil, burjuva devletini içeriden gereksiz kılmak amaçlanmalıdır. Bu, özyönetim biçimleri, demokratik haklar ve hepsinden önemlisi, alternatif olarak özyönetim biçimleri ve “konseyler”, gelecekteki sosyalleşme biçimleri gerektirir. Eğer bunlar kademeli olarak gelişir ve baskıcı olmayan, işbirlikçi bir şekilde halkın (yeniden)eğitilmesi programıyla birleştirilirse, mevcut kapitalist ekonominin yerini işbirlikçi bir ekonomi alır ve devlet giderek daha az önemli hale gelir. Öcalan sadece Stalinizmi değil, Marksist devlet teorisini ve Marksist kapitalizm ve meta üretimi anlayışını da revize etti. Kadın ve ulusal kurtuluş programını gözden geçirdi. Program şöyle bir çelişkiyi de beraberinde getiriyor. İktidarı almaya niyetiniz yoksa, halka liderlik edecek bir siyasi partiye neden ihtiyacınız var? Öcalan’ın cevabı basit: Öcalan’ın ideolojisini yayması ve insanların onu takip etmesini sağlaması gerekiyor. Kısacası, PKK’nın son yıllarda öne çıkardığı “sınıfsız” demokratik ütopyaya rağmen, küçük burjuva programı tek başına demokrasi ile uygulanamaz. Elbette Kürtlere uygulanan zulüm ve onlara yönelik savaşlar zaten “saf demokrasi”yi ütopik kılıyor. Ama bu siyasi ve ekonomik program aynı zamanda bir siyasi gücü, işçi ve köylülerin mücadele yapıları içinde onların yönetimi ve demokratik işleyişi için mücadele eden ama onlarla özdeş olmayan bir partiyi gerektirir. Bunun yerine, işçi sınıfının ve baskının diğer akımlarının yanında veya onlarla birlikte siyasi liderlik için mücadele etmelidir. Bir işçi devriminde, konseyler/sovyetler mücadele organları ve doğrudan demokrasi olarak ortaya çıkar. Potansiyellerini ancak işçi sınıfı, kapitalist sınıfı mülksüzleştirme programını uygulamak için sömürülen ve ezilen kitleleri iktidara getirirse gerçekleştirebilirler. Böyle bir ekonomik ve sosyal temelde, bir işçi hükümeti tüm ekonomiyi demokratik olarak planlayabilir. Devrimci parti, ajitasyon ve propaganda yoluyla, toplumun nesnel ihtiyaçlarını karşılayan ve devrimin işçi sınıfı için belirlediği görevlerin bilinçli ifadesi olan bir program için önderlik kazanabilir. Bunlar, devrimci partinin sorumlu, seçilebilir ve geri çağrılabilir olduğu temellerdir. Sovyet benzeri organların ancak devrim öncesi veya devrim öncesi durumlarda ortaya çıkabilmesinin ve ancak iktidarı ele geçirdiklerinde kalıcı olabilmesinin nedeni de budur. Bunu yapmazlarsa ve toplumun ekonomik temelini değiştirmezlerse, devrimci partinin liderliği öncü güç olamaz ve sonunda konseyleri silahsızlandıracak veya onları burjuva kurumlarına entegre edecek bir karşı-devrimci güce yol açardı. Devrim bir işçi devleti yaratmayı başarırsa, işçi demokrasisi, yönetici sınıf olarak işçilerin demokrasisi olacak ve devrim yayıldıkça ve ekonomi küresel sosyalizme doğru geliştikçe, bol bol filizlenecektir. Demokratik konfederalizm ise, kapitalizm altında “kooperatif” üretimi geliştirmeye çalışan farklı bir topluma “dönüşüm” tasavvur eder. Mevcut devlet aracılığıyla belirli bir tür özel mülkiyeti (kooperatifler) ve siyasi bir biçimi (konsey) giderek genişleterek “sosyalizme” doğru ilerlemeye çalışır.
Bununla birlikte, herhangi bir genel meta üretimi, hedeflediği ekonomik yapıları baltalayacaktır. Kooperatifler veya kendi kendini yöneten fabrikalar piyasaya tabidir, tersi değil. “Konseyler”, kendileri de kapitalist bir üretim tarzının ekonomik temelinin zorunlu bir ifadesi olan mevcut devletlere tabidir, bunun tersi geçerli değildir.

Enternasyonal Komünist Stratejimiz Ne Olmalıdır?

Ortadoğu’da emperyalistlerin ve bölgesel egemenlerin çizdiği sınırlar, işçi sınıfını ve ezilenleri birbirine düşman etmeye, bölgeyi her türden gericiliğin kalesi hâline getirmeye hizmet etmektedir. Her ulusun burjuvazisi, kendi işçi ve emekçilerini milliyetçiliğin zincirlerine vurup sömürüyü derinleştirirken, emperyalistler de bölgesel savaşları körükleyerek buradan pay kapmaya çalışmaktadır.
PKK gibi hareketlerin reformist teslimiyetçi çizgisi ve bölgesel burjuvazilerle, emperyalist kuvvetlere entegre olma çabası, Kürt halkının ulusal esaretini kalıcı hâle getirdiği gibi, yıllarca verilen mücadelenin enerjisini de emmektedir. Bu durum, Kürt halkını ütopyasızlığa mahkûm etmektedir.
Bugün Ortadoğu, emperyalist güçlerin paylaşım sahasına dönmüş ve savaşın, soykırımın, yıkımların, her türden gericiliğin merkezi hâline gelmiştir. Bu, çürüyen emperyalist kapitalist sistemin en belirgin tezahürüdür.
Bunun karşısına yalnızca Enternasyonal Komünist bir strateji konulabilir:
Ortadoğu işçi sınıfının, milliyetçi ve reformist burjuva çizgilerden koparak, işçi konseyleri, emekçi meclisleri ve işçi milisleri etrafında birleşmesi gerekmektedir.

Bölgedeki tüm devrimci özneler, emperyalistlerin ve bölgesel burjuvazilerin savaş politikalarına karşı işçi sınıfının bağımsız seferberliğini örgütlemek zorundadır.

Kürt, Arap, Fars, Türk ve tüm ezilen halkların işçi sınıfı temelinde ortak devrimci mücadelesi, kapitalizme ve emperyalizme karşı gerçek çözümü sunmaktadır.

Bunun için, ulusal devrimciliğin ve reformizmin bataklığına saplanmadan, Sürekli Devrim perspektifiyle, Enternasyonal Komünist Parti’yi inşa etmek temel görevdir.

Tüm Ortadoğu İşçileri ve Ezilenleri Sosyalist Ortadoğu Bayrağı Altında Birleşelim

Yıkım ve barbarlık birbirini kovalarken, Sosyalist Ortadoğu bayrağını yükseltmek, halklarımıza ve işçi sınıfına tek gerçek kurtuluş yolunu göstermek için harekete geçmeliyiz! Emperyalistlerin, bölgesel egemenlerin ve gerici akımların kuşatması altında, tüm Ortadoğu halkları bir tek güçle, bir tek programla birleşmelidir: Sosyalist Ortadoğu!

1. Sosyalist Ortadoğu, Tek Gerçekçi Alternatif!
Ortadoğu’nun geleceği, emperyalistlerin, bölgesel egemenlerin ve gerici akımların ellerinde değil; işçi sınıfının enternasyonal komünist önderliğinde şekillenecek. Bugün Ortadoğu’da işçi sınıfı ve ezilen halklar, kapitalizmin ve emperyalizmin çürümüş yapıları karşısında yalnızca bir seçenek bırakmaktadır: Sosyalist Ortadoğu!

2. Ulusal Sorunlar, Sosyalist Ortadoğu’nun Çözümüdür!
Filistin, Kürdistan ve tüm ezilen uluslar, ancak işçi sınıfının devrimci birliğiyle özgürlüğüne kavuşabilir. Ulusal baskılara karşı yalnızca proleter devrimler ve sosyalist birleşme mücadeleleri kalıcı çözümler sunabilir. Ulusal özgürlük, yalnızca işçi sınıfının enternasyonal mücadelesiyle mümkün olacaktır.

3. Emperyalist Savaşlar ve Gerici Akımlar Karşısında Sosyalist Devrim!
Emperyalist savaşlar ve gerici akımlar, halklarımızı birbirine düşürmek, zayıflatmak için kullanılıyor. Ortadoğu’nun halkları, yalnızca işçi sınıfının devrimci seferberliğiyle bu kısır döngüden çıkabilir. Sosyalist Ortadoğu bayrağı altında birleşmek, bu savaşlara son vermek için tek yoludur.

4. Kadınlar ve Azınlıklar İçin Tek Özgürlük Yolu: Sosyalizm!
Kadınlar, ulusal ve cinsel azınlıklar, ancak sosyalist bir toplumda gerçek özgürlüğe kavuşabilir. Gerici akımlar ve milliyetçilik, bu özgürlüğü engellemeye devam ediyor. Sosyalist Ortadoğu, tüm halkların eşitliğini ve özgürlüğünü sağlayacak tek zemin olarak yükseliyor.

5. İşçi Konseyleri, Milisleri ve Enternasyonal Devrimci Parti!
Ortadoğu’nun ezilenleri, işçi konseylerinde birleşmeli, işçi milisleriyle savunma yapmalı ve enternasyonal komünist partiye katılmalıdır. İşçi sınıfı, tüm Ortadoğu’da bir araya gelmeli, emperyalistlerin ve bölgesel burjuvazilerin karşısında devrimci bir öncülük oluşturmalıdır. Enternasyonal Komünist Parti inşası, tüm devrimci grupların öncelikli hedefi olmalıdır.

6. Sosyalist Ortadoğu Sovyetleri: Sosyalist Dünya Yolunda Kritik Adım!
Sosyalist Ortadoğu Sovyetleri, yalnızca bölgedeki halklar için değil, dünya devrimci hareketi için de kritik bir öneme sahiptir. Ortadoğu’daki devrim, sosyalist dünya devriminin önünü açacak, emperyalizme vurulacak en büyük darbe olacaktır.

7. Emperyalizm Çağı, Proleter Devrimler Çağıdır!
Emperyalizm çağında, insanlık ya proleter devrimlere yönelecek ya da barbarlığa ve yok oluşa sürüklenecektir. Eğer biz, proleter devrimleri inşa edemezsek, 3. Dünya Savaşı kaçınılmaz olacaktır. Bu savaş, sadece Ortadoğu’yu değil, tüm dünyayı yıkıma sürükleyecektir. İnsanlık ve tüm canlılar, bu barbarlıktan çıkış yolu olarak Sosyalist Ortadoğu’yu ve enternasyonal devrimci mücadeleyi bulmalıdır.

Halkların savaşına sınıfların barışına hayır!
Savaşa karşı sınıf savaşı!
Özgürlük Savaşan İşçilerle Gelecek!

Ya Sürekli Yıkım, Ya Sürekli Devrim!

Yaşasın Sosyalist Ortadoğu!

Enternasyonal Komünist İşçi Partisi İnşası İçin İleri!

Bolşevizm Kazanacak!