Bugünkü toplumda -kapitalist toplumda, burjuvazinin toplumunda yani-, felsefe, bilim, sanat vb. sadece felsefi düşünceler, bilimsel kuramlar, sanat eserleri vb. üretmez; bunun yanında, aynı zamanda, yaşadıkları toplumun, tabi oldukları üretim biçiminin, ilişkilerinin vb. düşüncesini de, yani egemen sınıfın düşüncesini ve ideolojisini de yansıtırlar. Burjuva akademilerinde, bilimsel çevrelerinde, saman adamdan hallice bir Marksizm karikatürüne saldırının bilimsel ve tarihsel temeli budur. Bu saldırı saman adamdan hallice bir karikatüre saldırıdır, çünkü burjuvazi, kendine düşman olan, kendisini ortadan kaldırmak isteyen bir düşünceyi, ne kadar felsefi ne kadar bilimsel olursa olsun dikkate almaz, onu umursamaz ve siyasi kaygılarının içine düşüp irrasyonel bir temelde, hiçbir rasyonel tartışma kuralının geçerli olmadığı bir atmosferde, bu düşünceye, iftiralar ve hurafeler bombardımanında bulunur. Bunun sayısız örneği olmasına karşın, bizler bugün, Popper ve genel olarak, liberal düşünceleri, serbest piyasa aşkları ile tanınan burjuva felsefesi mantıkçı pozitivizmin Marksizm’e karşı hurafelerine, iftiralarına değineceğiz.
Bu iftiralar genel olarak şu temele dayanıyor: “Marksizm bilimsel değildir, aksine kendini ciddiye alınmak için bilimmişçesine tanıtan bir peri masalından başka bir şey değildir. Marksizm dogmatiktir, geleceğe dair kendi ideolojisi yararına onlarca tahminde bulunur, ama bu tahminler gerçekleşmeyince de, Marksistler, her bilim adamından beklenmesi gibi kuramlarını terk etmezler, onun yerine onu savunmaya, hatta geleceğe dair daha fazla tahminde bulunup daha büyük bir dogmatizmle savunmaya devam ederler. Marksistler hiçbir durumda kuramlarını terk etmezler, yanlışlansa bile. Bu, Marksizm’in bir bilimsel kuramdan ne kadar uzak olduğunu kanıtlar. Vb. vb.” Fark edileceği üzere bu iftiralar genel olarak Marksizm’in bilimsel olmamasına, sahte-bilim olmasına dayanıyor. İşte burada da, sırf Marksizm’e iftiralar atabilmek, bunu kendi düşünceleri yararlarına yapabilmek için, bilim kılığına yedirilmiş bir kuram, bir yöntem karşımıza çıkıyor, bunun karşımıza çıkmasının tek nedeni, bu eleştirilerin nesnel bilimsel cepheden geldiği illüzyonunu yaratmaktır, bu kuram “Yanlışlanabilirlik” kuramıdır. Gelin temelleri Popper tarafından atılan bu yöntemin ne kadar bilim dışı, ne kadar yanlış, ne kadar Marksizm’e saldırmak için uydurulmaktan başka işlevi olmayan ideolojik amaçlarla uydurulmuş bir yöntem olduğuna bir bakalım.
Popper’ın Bilimsel Olmayışı
Marksizm’in bilimsel olmadığını, sahte-bilim olduğunu savunan bir görüşün, doğal olarak bilimsel olmasını, en azından bilimin varsayımlarına uygun olmasını bekleriz. Zaten Popper’ın yanlışlanabilirlik yöntemini ortaya koyarken bize vadettiği şey, bilimsel ilerlemeyi sağlamak ve bunu yaparken de bilim ile sahte-bilim arasında bir nesnel ayrım ortaya koyarak, bilime metafizik öğelerin girmesine engel olmaktı. O halde, bu vaatten bile, yanlışlamacı yöntemin bilimsel olmasını bekleriz. Peki bu yöntem bize gerçekten de bilimsel, bilimin temel varsayımlarını kabul eden, böylece bilim içerisinde kullanılabilecek bir yapı veriyor mu? Kesinlikle hayır! Sırf Marksizm’e iftira atmak için bilim kisvesine sığınan bir yöntemden, doğal olarak bu beklenirdi.
Her şeyden önce, Popper bir mantıkçıdır. Yani, o, Aristocu, tümdengelim yöntemine dayanan, tüm muhakemeyi birbirlerinin farklı türden ifadelerinden başka bir şey olmayan sözde “yasalara”, hem de doğadan ve nesneden soyutlanan, salt soyutlama olan yasalara dayanan sembolik, metafizik mantığı kabul eder. Metafizik mantığı önce biraz incelemek lazım. Metafizik mantığın üç tane yasası vardır:
-Özdeşlik Yasası
-Çelişmezlik Yasası
-Üçüncü Halin İmkansızlığı Yasası
Bu yasalar ilk bakışta mantıklı gelebilir. Mesela özdeşlik yasası der ki, bir şey kendisinin aynısıdır ve hep öyle kalacaktır. Yani bu yasaya göre, portakal portakala eşittir, elma da elmaya, ve bu örnek dünyadaki tüm nesneler ile çoğaltılıp gider… Ama bu yasa dünyada hiçbir şeyin birbirine eşit olamayacak kadar birbirinden farklı olduğun unutur. Dünyada birbirinin aynısı iki şey yoktur, hiçbir zaman olamayacaktır. Bizler; elma, portakal, armut vb. kavramları, birbirine benzeyen, ama hiçbir şekilde birbirinin aynısı olmayan nesneleri, bu farklılıklarından soyutlayarak, onları bir tek “öz”e, bir “idea”ya indirgeyerek elde ederiz. Normalde hiçbir elma birbirinin aynısı değildir, hatta birbirlerinden sayısızca farklıkları vardır, ama bizler pratik hayatta işlem kolaylığı sağlamak adına, bu benzer nesneleri, soyutlama yoluyla bir ideaya indirgeriz, yani elma ideasına. Demek ki bu durumda, bir elma bir elmaya eşittir bile diyemeyiz, dersek soyutlama yapmış oluruz, ama soyutlama somutun yansımasıdır, ve bu soyut yasayı somuta dikte etmek, soyutlamanın somutun içsel yasalarını açıklamak için ve somuta geri varmak için yapılması ile çelişmek demek olur. Bu da, bir şeyi amacı olmayan şey doğrultusunda tahrif etmektir.
Mantıkçı cepheden hemen itiraz gelir: “Ama biz dünyadaki herhangi bir elma diğerinin eşitidir demedik ki. Biz bir elma kendisinin eşitidir dedik!” Mantıkçı dar kafalının sandığının aksine, durum burada en ufak bir değişikliğe dahi uğramaz. Bir şeyin kendisine her zaman eşit olduğunu savunmak için, bir şeyin hiçbir zaman değişmediğini, bir atomunun dahi hareket etmediğini savunmak gerekir. Çünkü bir atomu dahi hareket etse o elmanın, o, artık eskisi olmayacaktır. Eskisi artık yok olmuş, yerine yenisini bırakmıştır. Yani, böyle bir dar kafalı, burjuvazi argümanı sunmak için, doğanın gerçek yasası olan hareketin ve değişimin sürekliliğine, ne zaman kafamızı çevirsek sürekli hareket eden bir şeylerin olduğuna dair deneyimi, dar kafalıca bir şekilde inkar etmek gerekir.
Mantıkçı cephe yılmaz, safsatalarına devam eder: “Zaman geçtikçe elmanın değiştiği doğrudur, ama sen o elmayı, verili bir zaman aralığında, hatta zaman aralığı ne kelime, direkt verili bir zamanda alıp bakarsan, yani zamanı durdurursan, o elma öyle kaldığı gibi duracak, hiç değişmeyecek ve kendisinin tam anlamıyla eşiti olacaktır.”
Yine durum hiçbir şekilde değişmedi. Bayağı mantıkçı az önce değişimi reddetmişti. Bayağı kafası değişimi hatırlamasına rağmen ikna olmadı, ve şuan da, yine aynı bayağılık ve dar kafalılık ile zamanı reddediyor, zamanı, yani hareketin koşulunu, hatta koşul ne kelime, hareketin ve maddenin kendisini reddediyor! İşte bu ret dahi, dar kafalı mantıkçının, kendini ne vahim bir biçimde gerçeklikten, somutluktan, doğadan soyutladığını; kendi, cinler ve perilerin hüküm sürdüğü hayal alemine daldığını büyük bir güçlülükle kanıtlar.
Diğer iki yasa, bu yasanın aynı laf ebeliği ile tekrarlanmasından öteye gidemiyor maalesef. Ama yapılacak bir iki ek mevcuttur: 2. Yasa çelişkiyi, yani 1. Yasanın unuttuğu hareketin sebebini, maddenin oluş şeklini, yani genel olarak yine doğayı reddediyor. 3. Yasa, maddeyi deneyimleyerek uydurduğu salt soyutlamalara gerçek muamelesi yaparak, maddeyi yargılıyor. Bu yasa, biyoloji biliminde, o canlı ile cansız arasındaki belirlenemez farka gelindiğinde tamamen çöker. Lakin bayağı mantık, hiçbir zaman bilimi pratik olarak, doğayla etkileşimli olarak görmemiştir. Onu daha çok salt soyutlamalarla oluşan mantıkla etkileşimli olarak görmüş, böylece onu bile doğadan soyutlamıştır. Doğayla uğraşan uğraşı doğadan yani kendisinden soyutlamayı başarmıştır yani. Böyle yapınca, ağzından salyaları aka aka, istediği ideolojik hezeyanını bilim kisvesi altına sokabileceğinden ötürü, ve böylece tıpkı Popper gibi istediği bilimsel uğraşa salyalarını akıta akıta bilim adı altında saldırabileceği için, bu soyutlama bayağı burjuvazinin çok hoşuna gider.
Sembolik, metafizik mantığın, doğadan soyutlanmış ve apaçık bir biçimde doğanın ilkeleriyle ters düşen bir yasalar bütününü savunduğunu ortaya koyduktan sonra, herhalde, böyle bir mantık temel alınarak üretilen, ister en felsefi, ister en rasyonel ne olursa olsun herhangi bir şeyin, bilimin ilerlemesine, neyin bilim neyin sahte-bilim olmasına karar ve hüküm getirmesinin saçmalığı da herkesin gözüne çarpmıştır.
Ama eleştirilerimiz burada bitmiyor, soyutlama da olsa, bu metafizik hezeyanı incelemeye devam ediyoruz.
Popper yukarıdaki gibi bir ruhsal hezeyanı savunması yetmezmiş gibi, bunun üstüne bilimle çelişecek bir dizi beyan daha ekliyor. Popper tam anlamıyla bilinemezcidir. O, bir kuramın diğerinden daha doğru olup olamayacağının doğaya bakılarak bilinemeyeceğini, hatta doğada nedenselliğin olup olmadığının dahi bilinemeyeceğini söylüyordu (Bilimsel Araştırmanın Mantığı s. 281-282). Böylesine septik bir iddiada bulunan bir kişinin, aynı iki yüzlülükle bilime, nedenselliğe tüm kalbiyle güvenen ve aynı şekilde algıların güvenilirliğinden hiç kuşku duymayan bir uğraşa, nasıl bir şekilde açıklama getirmeye çalıştığı oldukça komik. Popper bunlarla da kalmıyordu, o, bilimin, yani bu temel varsayımların bir “iman” bir “inanç” olduğunu söylüyordu. Bilime bir inanç, temellendirilemeyen bir varsayım olarak bakan Popper, bir inancın sahtesi ile gerçeğini ayrıştırmaya çalışarak da, çok komik bir uğraşa düşüyor. Popper bilime inanç diyerek, onun tüm karakterini inkar etmekle kalmıyor, aynı zamanda bilimsel kuramların sadece ve sadece mantıkla, yani biçimle sınanabileceğini söylüyor (Bilimsel Araştırmanın Mantığı s. 65), deney ve gözleme dayanan olgularla değil. Hatta Popper, olgularla bir şeyin kanıtlanıp çürütülemeyeceğini söylüyor, ama yöntemsel keyfi bir varsayım ile sorunun kestirip atılabileceğini de belirtiyordu (Bilimsel Araştırmanın Mantığı s. 66). Popper kendi yöntemi yanlışlamacılığın dahi kesin olamayacağını da söyler (Bilimsel Araştırmanın Mantığı s. 74). Popper’ın, olgulara ve doğaya karşı girdiği bu güvensizlik, bu septisizm, onun, bilimsel kuramların olgular ile değil, mantık ile sınanacağını, hatta bu sınamanın, bilim adamlarının olgulara dayanmadan, deney-gözleme dayanmadan, yani aslında bilim dahi yapmadan aldıkları keyfi kararlar ile yapılacağını söyler (Bilimsel Araştırmanın Mantığı s. 133-134). Bu sırada Popper, bilimde bazı metafiziksel inançların da işe yarayabileceği gibisinden garip bir beyanda da bulunuyor.
Tüm bu beyanlardan sonra, gerçekten böylesine, bilimin temel varsayımlarını reddeden, onlardan kuşku duyan septik bir adamın, bilim yapma çabası, daha doğrusu bilim kisvesi altında kendi ideolojik düşmanlarına iftiralar savurma çabası komedi gibi geliyor.
Doğrulamaların Küçümsenmesi
Popper doğrulamaların bilimdeki tüm yerini reddeder. Ona göre doğrulamalar bizi ne bilimsel ilerlemede, ne de bilim ile sahte-bilimin ayrımında hiçbir yere getirmez. Popper buna iki gerekçe sunar:
Birincisi, doğrulamaların olgulara dayanması. Daha önce de görüldüğü gibi, Popper kuramların olgularla değil mantıkla sınanabilirliğini savunmaktaydı. Doğrulamalar da doğadaki olgulara, kuramların bu olgular doğrultusunda doğrulanmalarına dayanmaktaydı. Popper doğrulamaların temelinde yatan bu olgulara güvenmediğinden dolayı, doğrulamalara da güvenememektedir. Çünkü Popper’a göre, bir kuramı doğrulayan olguyu da doğrulayan olgu vardır, ve onu da doğrulayan vardır, bu böyle sonsuza kadar gider… Popper bu sonsuzlukta ilerledikçe ilerlememiz gerektiğini, ama hiçbir zaman doğrulamaları güvenilir kılacak o salt güvenilir olgu ile bu yolculuğu sonlandıramayacağımızı, bundan dolayı doğrulamaları hiçbir zaman güvenilir kılamayacağımızı söyler.
Bu, biçimsel mantığa dayanan bir septiğin söyleyebileceği çok sıradan sözler. Lakin, bir septik aynılarını yanlışlamalar için de söyleyebilecekken, septisizm ve bilim yapma arasında bocalayıp duran Popper, şaşılacak derecede bir ikiyüzlülüğe rağmen, doğrulamalar için dediğini yanlışlamalar için söylemez. Sanki yanlışlamalar olgulara dayanmıyormuş, o olgular da başka olgulara dayanmıyormuş, bu sonsuza kadar böyle gitmiyormuş, yanlışlamalar bu sebeplerden dolayı güvenilemiyormuş gibi bir durum yokmuş gibi, o, bu uzun kanıtlama yolculuğunda, keyfi bir noktada durabileceğimizi, yani doğrulamalarda yapmadığımız şeyi yanlışlamalarda bir kanıt ile değil, bir “iman” ile yapabileceğimizi söylüyor (Bilimsel Araştırmanın Mantığı s. 128). Ama bunu doğrulamalarda neden yapamayacağımıza cevabı yok.
İkincisi ise, Popper yanlışlayıcı olguların, doğrulayıcı olgulara göre çok daha az rastlanır, nadir olgular olduğunu söylüyor. Lakin bu da tamamen yanlıştır ama bu yanlışa bir sonraki bölümde değineceğim.
Her şeyden önce, doğrulamalar, yani tahminlerimizin olgular ile uyuştuğuna dair deneysel bilgi, o tahminlerimizi çok daha güvenilir yapar. Onları daha deneyimle sabit kılarak, onlara daha çok güvenmemizi sağlar. İki kuram birbiri ile farklı şeyleri söylediğinde ve ikisi arasında bir seçim yapma durumunda kaldığımızda, daha çok deneyimlenmiş ve doğrulanmış olanı seçmemiz gibi, tüm bilimsel kuramların temeline deney ve gözlem ikilisine dayanan doğrulamaları koymamız gibi örnekler bunu kanıtlar. Doğrulamalar bilimin temelini teşkil eder ki, bu temeli yok sayarak bir adım dahi ilerleyemeyiz. Tabii ki de, tüm yanlışlayıcı örnekleri yok sayıp doğrulamalarla ilgilenmek de bilimin doğasına bir o kadar aykırıdır. Ama şuan bilim yapmamızı sağlayan en temel bilgiler dahi bir doğrulamanın ürünüdür, bunu da unutmamak lazım. Dar kafalı Popper ve onun müritleri bunu unutuyor, çünkü onlar deneyime güvenmiyor. Deneyime güvenmedikleri için de deneyimin bir şeyleri doğrulamasına güvenemiyorlar. Ama nasılsa, deneyimin bir şeyleri yanlışlamasına çok fazla güven duyuyorlar. Ve aynı şekilde, deneyimlerine güvenmemelerine rağmen, hala bilim yapma küstahlığına da devam ediyorlar.
Doğrulamaların küçümsenmesi bir yana, direkt olarak doğrulanmış kuramların bu doğrulamaları, sanki deneye ve gözleme, kısacası bilimsel yönteme dayanan bir şekilde yapılmamış gibi, onları potansiyel sahte-bilimler olarak görmeleri de, Popper ve onun müritlerinin ayrı bir bilim düşmanlığı.
Yanlışlamaların Büyütülmesi
Poppercılar genelde şu örnekle karşımıza gelirler: “Bir kuram düşünelim, dünyadaki tüm limonlar sarıdır. Dünyada bir milyon kez olsa dahi, bir limonun sarı olduğunu doğrulasak da, karşımıza yeşil bir limon çıkınca, tüm kuramımız çürütülmüş, bundan dolayı çöpe atılmış olur. Bu yüzden bir yanlışlayıcı örnek her zaman bir milyon da olsa doğrulayıcı örnekten üstündür. Bu öyle bir üstünlüktür ki, hem tüm kuramı çöpe atabilecek düzeyde sözü geçer, hem de neyin bilimsel olup olmadığına dair kesin sonuç veren bir yargıç görevi görür.”
Buradaki dar kafalılığı herkes fark etmiş olmalı. Gram bilim tarihi bilen bir kişi, bilimsel kuramların hiçbir zaman ama hiçbir zaman, bu kadar kesin, tek yargılı ve salt doğru ya da yanlış içerik bulundurmadığını bilir. Her bilimsel kuram ortaya çeşitli varsayımlar ile atılır. Hatta öyle ki, bu kuramlar ortaya atıldıklarında onları yanlışlayan çok fazla olgu da olabilir. Mesela Newton’un kuramı, Einstein’ın kuramı vb. Ama buna rağmen, ne bu kuramlar, sırf bir varsayımı yanlış diye öteki doğru varsayımları pahasına çöpe atılır, ne de bir yanlışlama sonucu kuramın geliştirilmesi, ilerlemesi durur. Zaten eğer böyle olsaydı, şuanki bilimsel kuramların hepsinden mahrum kalırdık. Çünkü dediğim gibi, bir bilimsel kuram ortaya atıldığında onu yanlışlayan onca olguya rağmen, o çöpe atılmaz, geliştirilir ve böylece, mevcut doğrularına daha çok doğru katarak daha gelişmiş bir biçimde karşımıza çıkar. Popper’ın yöntemi direkt olarak bu ilerlemeyi reddettiğinden, onu daha başından engellediğinden dolayı, bilimsel ilerlemeyi sağlayamaz ve gittikçe doğruya yaklaşma gibi bir şey söz konusu olamaz. Onun yerine Poppercı bilim adamları, gökten zembille mutlak doğru bir kuram beklerler, mevcut kuramlarını tüm yanlışlarına rağmen geliştirip çöpe atmamak yerine. İşte bu durumda, Popper, bilim tarihi tarafından yanlışlanmış oluyor ne yazık ki. Kuhn diyor ki;
“Bilimde çelişkiye her zaman rastlanılır. Üstelik en inatçı çelişkilerin bile sonunda olağan yöntemlere boyun eğdiği sık sık görülüyor. Bilim adamları zaten çoğu kez acele etmektense beklemeyi tercih ederler, hele söz konusu bilim dalının diğer kesimlerinde onları oyalayacak bolca sorun varsa. Örneğin, Newton’un yaptığı ilk ölçümden sonraki altmış yıl boyunca Ay’ın Dünya’ya en yakın olduğu noktanın tahmin edilen hareketi, daha önce de değindiğimiz gibi, gözlemlenen hareketin ancak yarısına ulaşabilmişti. Avrupa’nın en iyi matematik fizikçileri hiçbir başarı elde edemeden bu ünlü çelişki ile uğraşırken, bir yandan da Newton’un ters-kare yasasının değiştirilmesini önerileri yapılıyordu. Fakat kimse bu önerileri ciddiye almadı ve sonunda uygulama bu büyük ayrılık karşısında gösterilen sabrı haklı çıkardı. Clairaut 1750 yılında yalnızca uygulamadaki matematiğin yanlış olduğunu, Newton’un kuramının eskisi gibi kalabileceğini kanıtlamayı başardı.”
Burada gördüğümüz üzere, eğer Poppercı yöntemin “nimetleri” 18.yy’daki bilim adamları tarafından kabul görseydi, ufak bir yanlışlama sonucu, hiçbir zaman tanınmadan, Newton’un tüm kuramı çöpe atılacak, şuan da tüm o mekanik icatlarından mahrum kalacaktık. Başka bir alıntı da Lakatos’tan;
“Newton, Principia’sını ilk yayımladığında, bunun Ay’ın hareketini bile doğru düzgün açıklayamayacağı gibi genel bir kanı vardı. Aslında Ay’ın hareketi Newton’u çürütüyordu. Seçkin bir fizikçi Kaufmann, yayımlandığı yıl içerisinde Einstein’ın görelilik kuramını çürüttü.”
Yanlışlamaların Popper müritleri tarafından büyütülmesinin, bilim tarihine nasıl bir zararda bulunabileceğini gördük.
Yanlışlanabilirlik Yanlışlanamaz
Popper sadece Marksizm’e değil, Evrim Teorisi, psikanaliz gibi birçok saygın ve kendini kanıtlamış bilim dallarına, kendi deli zırvası teorisine uymuyor diye ağzından salyalar aka aka saldırmış, onları yanlışlanamadığı için bilimden aforoz etmiştir. Peki, o zaman soralım, yanlışlanabilirlik yanlışlanabilir mi? Eğer yanlışlanamıyorsa, o halde bu bilim değildir. Bilim değilse de tüm bilim araştırmalarının merkezine koyamayız. Yanlışlanıyorsa da, nasıl yanlışlandığını görmek isteriz.
Yanlışlanabilirliğe Göre Bilimsel Metot Dogmatiktir
Bilimim temel varsayımları vardır, her ne kadar Popper bunları reddetse de. Bunlar; doğanın bizden ayrı bir şekilde varlığı yani nesnel hakikati, algılarımızın bu doğayı tamı tamına aynı olacak şekilde yansıttığı, doğanın kendi içinde bir düzeni, bir nedenselliği olduğu, doğanın dış bir etkiden bağımsız olduğu, deney ve gözlemin sistemliliği vb. gibi temel varsayımlardır. Bu varsayımlar, bilim uğraşı yapıldığından beridir hiçbir zaman ama hiçbir zaman değişmemiştir, değişmeyecektir de. Çünkü bunlar değişirse kişi bilim yapamaz. Aynıları bilimsel yöntem için de, tümevarım için de geçerli. Bunlar hiçbir zaman değişmeyecek olan ve ne olursa olsun hiçbir şekilde bilimciler tarafından terk edilmeyecek olan birtakım bilgilerdir. O zaman bu bilgiler yanlışlanamaz diyebiliriz. Çünkü bu bilgiler gerçekten de yanlışlanmadığı gibi, yanlışlansa bile hala daha kabul edilmeye devam edecektir, öyle değil mi? O halde, bunlar yanlışlanamıyorsa, bunlar dogmatik midir, sahte bilim midir? Bilim, şimdi sahte bilim olarak mı çıkagelmiştir? Dar kafalı Popper, zaten bunu olgularda sınanabilirliği redderek söylemişti, ama şuan onun yöntemi dahi bilimi dogmatik olmakla suçluyor. Bilimi bilimsel olmamakla suçluyor. Ne kadar da bayağı bir söz.
Diyalektiğin Bilimsel Metot ile Benzerliği
Popper’ın yönteminin nasıl bir safsata olduğunu gördük. Ama buna rağmen devam ediyor, onun eleştirdiği ve sahte bilim damgası vurduğu şeyin, asıl bilim olduğunu kanıtlıyoruz.
Poppercı yönteme göre bilimsel metodun bilimsel olmadığını gördük. Aynı şekilde, diyalektik de bilimsel değildir onlara göre. Ama bilimin dahi bilimsel olmadığı bir atmosferde, neyin bilimsel olup olmadığını bir avuç dar kafalı burjuvanın sözlerine göre değil de, hareketin ve değişimin yasası diyalektiğe göre açıklamakta artık fayda vardır. Gerçekten de diyalektik de bilim de birbirlerine çok benzerlerdir, hatta aralarında fark bile yoktur. Diyalektik, yöntem olarak, nesnel hakikati, nedenselliği, algıların güvenilirliğini, deney ve gözlemin doğruluğunu, doğanın dış bir metafiziksel etkenden etkilenmediğini, hatta böyle bir metafiziksel etkenin söz konusu bile olmadığını vb. kısacası bilimin tüm temel varsayımlarını kabul eder. Aynı şekilde, diyalektik her şeyin sürekli olarak değişim halinde olduğunu söyler. Bilim de, yasaların dogmatizmini değil, sürekli olarak kendisini yadsıyarak geliştiğini kabul eder. Diyalektik mantık, biçimsel mantığın tam aksi olarak, doğa ve pratik ile iç içedir. Aynı şekilde bilim de, doğa ve pratik ile iç içe olan çünkü konusu o olan bir uğraştır, zaten bu yüzden bilim, tümdengelimci mantık ile değil de, tümevarımcı ampirizm ile hareket eder. Sadece bunla yetinmez, aynı zamanda da deneysel bilgilerini muhakeme yöntemi ile raporlar, sistematikleştirir. Yani tümdengelimi de tümevarımı da beraber kullanır. Tıpkı diyalektik mantık gibi. Diyalektik de bilim de, önce nesneleri soyutlayıp, böylece onların içsel yasalarını kavrayıp, sonra somuta varmayı hedefler. Yani bu ikisi neredeyse her anlamda birbirine yakın, hatta yakın ne kelime, aynıdır. O kadar aynıdır ki, ikisi de biçimsel mantığın ve idealizmin saldırısı altındadır. Şimdi de onlar tarafından “bilimsel olmamak” ile suçlanmaktadır.
Marksizmin Bilimsel Temelleri
Tabii, Poppercılar diyalektik yanlışlanamaz diye hurafeler savururken, kast ettikleri, doğanın ve değişimin yasası olan diyalektik değil de, tarihsel materyalizmdir genel olarak. Yoksa kast ettikleri tüm diyalektik olsaydı, kendilerinin temelleri de yanlışlanamaz, kendileri de bilimsel olamazdı. Tarihsel materyalizmin bilimsel temellerine bakalım:
Her şeyden önce tarihsel materyalizm, diyalektiğin, tarih ve toplum alanına uygulanmasından başka bir farkı yoktur diyalektikten. Ondan dolayı yukarıda dediklerimin hepsi onun için de geçerli. Onun dışında birkaç ek yapmakta fayda var.
Poppercılar, tarihsel materyalizmi, Marksizm’in kehanetlerini bilimselmiş gibi göstermek için uydurduğu bir sahte bilimmiş gibi görme kronik rahatsızlığı var maalesef. Halbuki, tarihsel materyalizm, Marksizm’den sonra ortaya çıkmış bir şey değildir, hatta Marksizm’in temelidir o, yani ona ulaşmak için bir yöntemdir. Erken Marksist eserlerin çoğunun bu bilime değinmesi tesadüf değildir.
Sanılan bir diğer şey de, tarihsel materyalizmin tek “kehanetinin” ileride komünizmin geleceği yönünde olduğudur. Bu da yanlıştır. Bu, tarihsel materyalizmin sadece bir vargısıdır, ve bu vargının yanında tarihsel materyalizm onca vargıda daha bulunur. Bu vargıların bilimsel temelleri şunlardır:
Öncelikle tarihsel materyalizm, insanların pratiği, yani tarihi değiştirebileceği varsayımı ile başlar. Ama tarihteki birçok önemli olayın, sırf rastgele bir adam, o gün, o ruh halinde, oradaydı diye açıklanması, Poppercılara çok bilimselmiş gibi gelse de, görünüşe bakılırsa Marx ve Engels’e bilimsellikten çok uzak olarak gelmiş, ve bundan dolayı bu insan pratiğinin arkasındaki gücü açıklamaya çalışmışlardır.
Onlar, insanın tüm düşüncesinin, felsefesinin, sanatının, biliminin, genel olarak toplumun neredeyse her şeyinin, maddi bir şey tarafından, üretim biçimleri, esasları, üretim ilişkileri, dağıtım esasları vb. ekonomik etkenler tarafından belirlendiğini kanıtlamıştır. Üretim biçimlerinin özel mülkiyette bulunması olgusu, toplumu sınıflara bölmüştür. Bu bölünüş, üretim araçları üzerinde egemenlik sahibi olan bir egemen sınıfı şart koşmuştur. Bu egemen sınıfın üretim biçimlerinden ayrı olarak alınamayacak karakteri doğrultusunda, devletin, hukukun, dinin, ahlakın varlığı keyfi olmayacak şekilde açıklanmıştır.
Toplumdaki sınıfların çıkarlarının birbirlerine ters olduğu, bu tersliğin sınıf mücadelelerine neden olduğu kanıtlanmıştır. Bu mücadelelerin, üretimin artık gelişmesiyle beraber, mevcut egemen sınıfın aleyhine olacak şekilde arttığı tarihsel olaylar ile, gözlemler ile kanıtlanmıştır. Üretim biçimi ile üretici güçler arasındaki çelişkinin, tarih ilerledikçe ezilen sınıfın egemen sınıfa karşı daha da güçlü bir şekilde mücadele etmesine neden olduğu, bu mücadelenin kaçınılmaz sonucunun, devlet erki ve üretim araçlarının ezilen sınıfın devrimi ile ezilen sınıf elinde toplanması olduğu gösterilmiştir. Ezilen sınıfın devrimi ile, ezilen sınıfın ezilen sınıf olmaktan çıkıp başka sınıfların üstüne binmesi, bunu yaparken de üretim biçimini, ve haliyle yeni baştan tüm toplumu yeniden değiştirmesi, özellikle burjuvazinin kapitalist devriminin gözlemlenmesi ile kesinliğe kavuşturulmuştur.
Tüm bu, tarihsel olayların gözlemlenmesi sonucu ulaşılan sonuçlar, bugünkü toplumdaki bugünkü çelişkilere dikkat çekmiştir. Emek ile sermaye arasındaki çelişkiye. İşçi sınıfını temsil eden emek, burjuvaziyi temsil eden sermaye tarafından, her geçen gün sömürülerek daha da sermayeni büyütmekle kalmıyor, aynı zamanda bu büyüme onun aleyhine, emeğin aleyhine sonuçlanıyordu. Gün geçtikçe emeğin durumu daha da kötüleşiyor, buna karşın emek kapitalist sistemin çelişkilerini daha çok görüyor, kendi sınıf bilincine daha çok yaklaşıyordu. Peki, emeğin sınıf bilinci neydi? Emek mülksüzdü, hiçbir üretim aracı üzerinde bir hakkı yoktu, elinde olan tek şey, 1 hafta sonra işe girmezse yine yok olacak geçim araçlarıydı. Demek ki emek değil özel mülkiyetten nasibini alamamak, direkt olarak onun zararlarını görüyordu. Emeğin fakirleşmesinin tek nedeni, mülkiyetin büyümesiydi, ama başkasının mülkiyetinin. Bu yüzden, emeğin amacı mülkiyet sahibi olmak, bu mülkiyeti güvence altına alıp daha da genişletmek değil, var olan mülkiyetin yapısını özelden, toplumsala geçirmekti. Bu ancak, şartların onu zorla ittiği enternasyonal proleter mücadelesi ile mümkün olabilirdi.
Demek ki emeğin, üretim biçimleri ile üretici güçler arasındaki çelişki yüzünden, bu çelişkinin daha da artması ve emeğin daha da kötüleşmesi yüzünden eninde sonunda isyan edeceği açıktı. Bu isyanın sonunda var olan mülkiyeti kendi devlet erki elinde toplayacağı da aynı şekilde. Peki, bu devlet erki, tüm mülkiyeti elinde toplarsa ne olur? Tüm sınıfsal farkları kaldırmış olur. Çünkü üretim araçları artık toplumun onda dokuzunun yönettiği bir devletin elinde toplanmıştır. Sınıfsal farkların kalkması, eninde sonunda işçi sınıfının da yok olması ve kendini “toplum”a bırakması anlamına gelirdi, bu durumda da özel bir baskı erki olan devlet giderek yok olurdu, yani komünizm gelirdi. İşte ileride komünizmin geleceğine dair tüm bilimsel çıkarımlar bunlardır. Bu çıkarımlar çeşitli tarihsel olayların gözlemlenmesi sonucu oluşan deneysel bilgilere dayandığı gibi, öyle Poppercıların sandığının aksine de, o kadar kesin, dogmatik konuşmamakta. Üstelik de bu çıkarım, tüm o Marksizm biliminde, çok ufak bir yer kaplamaktaydı. Tarihsel materyalizmin basit bir çıkarımından başka bir şey değildi aslında. Basit bir çıkarımdı, genel bir çıkarımdı, ama bilimseldi. Zaten Marksizm geleceğe dair kehanetlerde bulunmak için ortaya atılan bir bilim değildir, asıl amacı toplumu, tarihi ekonomik etkenler altında incelemektir. Komünizmin ileride geleceğine dair öngörü ise, gayet bilimsel olmakla beraber, öyle tüm bilimin temel amacı da değildi. Buna en büyük kanıt, bu öngörüye rağmen, bugün bile Marksizm’in eski toplumlara ve bugünkü topluma dair analizlerinin sürekli devam etmesidir.
Marksizm Yanlışlanabilir Mi?
Marksizm yanlışlanmıştır zaten. Ama daha önce de değindiğimiz gibi, bu yanlışlamalar, Marksizm’in sadece belli kısımlarında olduğundan, tüm teorinin çöpe atılması ile sonuçlanmamıştır. Mesela, kapitalizmin emperyal çağa geçmesi ile, Marx ve Engels’in yazdıklarının bazıları eksik hale gelmişti. Bundan dolayı ortaya, özellikle emperyalizm, ulusal sorun, tekeller, savaşlar vb. alanlarda yeni teoriler ortaya atılmıştı. Lenin’in, Buharin’in, Troçki’nin teorileri bunlara örnektir. Mesela tarihsel materyalizm Marx ve Engels’teki haliyle eksiktir. Ancak Marksist bilim dogmatik değil sürekli genişlemeci olduğundan, Eşitsiz ve Bileşik Gelişim Yasası gibi çok kritik bir öneme sahip yasa, Marksizmin bilimine dahil edilmiştir. Bu yasanın dahil edilmesiyle beraber, eskiden doğruluğunu koruyan ama emperyal çağ kapitalizminde tamamen yanlış hale gelen Aşamalı Devrim teorisi yanlışlanmıştır, hem de Marksizm tarafından.
Tabii ki de Poppercıların bu yanlışlamalar ile tatmin olmadığını hepimiz biliyoruz. Onların asıl istedikleri tüm teoriyi çöpe atmamıza sebep olacak bir yanlışlama, böylece büyük bir siyasi rakiplerini elemiş olacaklar. Marksizm’in teorisini tamamen çökertecek bir yanlışlama da mümkündür. Yukarıda, komünizm öngörüsünü dayandırdığım belli varsayımlar mevcuttu. Mesela üretim biçimlerinin toplumun neredeyse her şeyini etkilediği, sınıfların sürekli bir savaşım halinde olduğu, sınıfların kendi çıkarlarına göre pratiği değiştirdiği vb. özel olarak kapitalizmde ele alacaksak, emeğin sermaye ile savaşımdan vazgeçmesi, emeğin ve sermayenin uzlaşması vb. durumlar, tüm Marksizm’i yanlışlardı. Ama böyle durumların gerçekleşmesi tam anlamıyla imkansızdır. İmkansızdır çünkü sınıflar üretimdeki rollerine göre sürekli kavga halindedirler, bu kavga onların ister istemez pratiği değiştirmelerine neden olur. Bu kavganın kapitalist sistem içinde çözümü ise haliyle imkansızdır. Çünkü özel mülkiyetten kaynaklanan bir durum, özel mülkiyet içinde kaldırılamaz. Tabii ki de belli başlı dönemlerde, sınıflar “uzlaşı” içine girebilir. Ama bu sadece görünüşte böyledir, zira işin özü aynıdır. Bu görünüşteki uzlaşının temelinde de, tavizler vardır. Mesela şuan Avrupa ülkelerinde emeğin eskisine göre daha “iyi” durumda olması, burjuvazinin emeğe tavizlerinden başka bir şey değildir. Eğer bu tavizler olmasaydı, o zaman sınıf savaşımı daha da hiddetlenirdi, bu uzlaşının temelinde dahi bir savaşım vardır yani. Ki genel olarak savaşımlar, emeğin bilince yaklaştığı dönemler vb. kriz dönemlerinde, kapitalizmin vazgeçilmezi olan dönemlerde hiddetlenir.
Marksizmin yanlışlanmasını kütle-çekim yasasının yanlışlanmasına benzetebiliriz. Kütle çekim de belli durumlar yanlışlanabilir, ama bu durumlar hiçbir zaman yaşanmayacaktır. Bu, kütle çekim yasasını bilimsel olmaktan alıkoymaz.
Marksizm Yanlışlandı Mı?
Popper’ın ne kadar iki yüzlü bir adam olduğunu buraya kadar çoğu yerde görmüşüzdür. Ama bu iki yüzlülük bambaşkadır. Popper Marksizm’in yanlışlanamadığını söylediği gibi, aynı küstahlıkla Marksizm’in yanlışlandığını da söylüyor. Bunu, komünist devrimin Marx’ın tahmin ettiği İngiltere’de olmayışına, emeğin durumun kötüleşmemesine dayandırıyor.
Her şeyden önce Marksizm bir kehanet uğraşısı değildir, ondan kehanetler bekleyip, kehanet sunmayınca ise onu bilimsel olmamakla suçlamak dünyanın en deli saçması işidir. Marksizmin geleceğe dair tek öngörüsü komünizm geleceğidir, o kadar. Bunun nerede, ne zaman, nasıl geleceği hiç ama hiç konuşulmamıştır. Belli tahminler tabii olmuştur ama bu tahminler de hiçbir zaman bilim olarak lanse edilmemiştir zaten. Hatta bunu şu şekilde bile kanıtlayabiliriz. Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto’nun 1872 tarihli Almanca baskısının önsözünde diyor ki;
“İlkelerin pratikteki uygulanışı, Manifesto’nun kendisinin de belirttiği gibi, her yerde ve her zaman o gün koşullarına bağlı olacaktır ve, bu nedenle, İkinci Bölümün sonunda önerilen devrimci önlemlere hiçbir özel ağırlık verilmemiştir…
“…bu program bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor.”
Marx ve Engels tarafından, dönemin şartlarına göre değişkenlik göstereceğinden dolayı, sosyalizmin ve komünizmin temelleri dahi o kadar kesinlikle belirtilmiyor, sadece birkaç eserde temel yapıya değiniliyor o kadar.
Onun dışında emeğin durumunun kötüleşmemesi durumu, dar kafalı burjuvazinin o dar kafasını Avrupa sınırları dışına çıkaramamasından kaynaklanır. Eğer tüm dünyaya bakılırsa, şuan, milyarlarca aç emekçi karşısında, sermaye, onların emeği ile, daha az kişinin elinde, daha çok olacak şekilde tekelleşiyor, verilen tüm tavizlere rağmen, kriz dönemlerinde de, refah dönemlerinde de, emeğin durumu daha da kötüleşiyor.
Sonuç
Tüm iftiralara yanıt vermiş bulunmaktayız. Marksizmin bilimsel karakteri bir yana, ona merhametsizce iftiralar atan o burjuvazi safsatasının da bilimsellikten uzaklığı ve ideolojik çabası gözler önüne serildi. Bundan sonra, tüm bu çürütmelere rağmen, hala daha Poppercı cephe ağzından salyalar aka aka havlamaya devam ediyorsa, bu onların felsefe yahut bilim aşkından değil, burjuvaziye olan göbekten bağımlı oluşundan kaynaklıdır.