Toplumumuzun burjuva muhalefet kanadının tesiri altına alınmış bireylerin günümüzde “progresif” olduğunu düşündüğü lakin progresiflikten çok uzak olan fikirlere sahip olduğu su götürmez bir gerçektir.
Bu tür fikirler genellikle kısa vaadede siyasilerin bir günah keçisi seçme ve gündemi değiştirme malzemesi olabilmekteyken, diğer yandan kapitalist sistemin çarklarının işleyişinin sağlama alınması adına çeşitli medya aygıtlarınca empoze edilebilmektedir.
Bu fikirler genellikle bir zümre, ırk üzerine atılan suçlamalar doğrultusunda ortaya çıkar. Hükümetin bir mazereti olan bu kitlelerin alenen hedef alınması ise halklar arasındaki çatışmayı tetikler ve ırkçılığı körükler. Başarısız iktisadi politikalar ve rezaletten ibaret olan ekonomik reformlar neticesiyle ortaya çıkan krizlerden yakınan halkın hak arayış sesleri hükümetin başını ağrıtmaktadır.
Günümüzde gerek internette gerekse televizyonda karşımıza çıkan basın organlarının hepsi hükümetin tekelindedir. Vaziyet böyle iken hükümet gündemi değiştirmek için kafasını pek yormaya gerek duymamakta, çünkü basına atfettiği vazifenin işleyişinden şüphe etmemektedir. AKP iktidarı bu tür konularda pek de yaratıcı değildir. Gündemin değişmesi gereken koşullarda bir zümre suçlanacaksa bu zümreyi ince eleyip sık dokuma zahmetini bile göstermez.
2013-2014 yıllarında bu zümre “gezicilerdi”. Türkiye tarihinin en ihtişamlı, en kitleselleşmiş direnişlerine destek gösteren belli bir kitleye hitap eden sanatçı, oyuncu vb. kişilere terörist damgası yapıştırılıp, muhafazakar-sağcı kitlenin önüne atılmış; eyleme gerek fiilen gerek manen destek gösteren “vatandaşlara” ise çapulcu denmiştir.
Gezi direnişinden önce 1 dolar 1,70-1,80 TL bandındayken ortaya çıkan zararın maaliyeti ise 67 milyar TL olarak kamuoyuna sunuldu. Direnişin ardından dolar 2,30 TL yi görmüş ve bu yükseliş karşısında iktidar çok da sorgulama eğilimi olmayan seçmenine kendini TL’nin  değer kaybı gerçeğiyle aklamış; geziye katılan halkların dertlerini, amaçlarını ve hak arayışlarını bu istatistiği bahane ederek kamuoyundan silip atıp kendini aklama çabasına girmiştir. 50 kuruşluk artış yüzünden yıllarca geziye katılan, hak arayan bir sürü insan terörist damgası yemiştir.
Peki bu denli “büyük bir tahribat” borsada dolar karşısında 50 kuruşluk bir değer kaybına yol açıyor ve bunun neticesiyle insanlar terörist damgası yiyorsa, günümüzde dolar grafiğinin tasmasından kurtulmuş bir köpekmişçesine dalgalanması ve günde 1 lira kadar değer kazanıp kaybetmesi kimin vebalidir? 50 kuruş zararın müsebbibi ilan edilen yığınlar terörist oluyorsa bu grafiğin sebebi olan kravatlı azınlıklara terörist demek hafif kalır mı kalmaz mı?  Dönem dönem gelişen olaylarda suçlanan birçok zümre oldu. Bunlar zaman zaman Amerika, fetöcüler, CHP’liler, Geziciler ve dış mihraklar olarak ardımızda bıraktığımız 10 senenin iktidar tarafından yaşanan her türlü rezaletin müsebbibi ilan edilmiştir. Muhalefet kanadı ise aynı tezatlıkla bu durumu mültecilere ve göçmenlere yıkmaktadır.
Mültecilere hazineden aylık para aktarımı olduğunu ve hiyerarşik tabloda ortalama Türkiye vatandaşından daha üstte yer aldığını iddia etmekte.
Sözde progresif kitlenin mültecilere tanınan imtiyazlar hakkında sürekli dile getirdiği iddialar tamamen asılsız olmakla birlikte bu kitle maksimum araştırmacı kimliğini kullanarak yine iktidarın medya tekelinden edindiği, ister istemez sürekli maruz kaldığı kaynaklar tarafından bu asılsız fikirleri el altından körüklenmektedir. Sunulan haberlerde olaylar çarpıtılmakta, olayın öznesi eğer mülteci veya sığınmacı ise üstüne basa basa bu dile getirilir.
Bu oluşturulmaya çalışılan algı doğrultusunda  Anadolu halkı arasında son zamanlarda inanılmaz bir ırkçılık söz konusu olmaya başlamıştır. 22 Aralık 2021 tarihinde İzmir Güzelbahçe’de 3 Suriyelinin barındığı harabe ev kundaklanmış, kamuoyuna sunulan bu olayın etkileşim aldığı yorumlar ise çok daha kan dondurucu olmuştur. Doğumu ile birlikte politize bir hal almak zorunda olan Z kuşağı ve Y kuşağı takındığı muhalif tavırlarının getirmesi gerektiği sorgulayıcı kimliğinin zerresini kullanmamakta, bu dehşet verici, korkunç olay neticesinde “iyi olmuş” diyebilecek kadar dejenere bir hal almaktadır.
Bu tür olaylar tezahür ederken muhalif kanadın siyasileri bahsini ettiğimiz progresif kitlenin desteğini almak için sunduğu vaatlerinde asla şaşmayan bir şekilde “oyunuzu bana verin bunları göndereyim” gibi insanlık dışı, ırkçı kelamlarda bulunmaktadırlar. Gerek muhalefet gerek iktidarın tutumlarından dolayı Türkiye “Cumhuriyeti” Nazi Almanya’sına, halkımız ise Nazi vatandaşı haline gelmiştir. Bu dönüşüm süreci alenen ırkçılık yapan MHP ve utangaç ırkçı ulusalcı Kemalist partilerin ekmeğine yağ sürmüştür.
Son 3-4 yıl boyunca bu kaosa maruz kalmış insanlar farkında olmadan nihilizme yönelmekte, yavaş yavaş dinî, milli, insani, yargılardan kendini arındırmaktadır. Okurken “ne güzel işte milli ve dinî yargılardan arınmışlar” diye düşünülse de durum göründüğü gibi pek iç açıcı değildir. Tek hayali rahat bir yaşam sürüp yaşam pahalılığından kurtulmak olan bu kitle dini, milli dogmatik normlardan arınmış olsa da sistemin tekeline sıkışmış, daha kötüsü bunu kabul edecek perspektiften olayları değerlendirecek nitelikte olmadıkları için bunu kabul etmemektedirler. İyi kötü bulduğu 100 lira ile hangi sosyal faaliyeti yapsam diye düşüneceğine bu parayı hangi hisseye versem, hangi dövize yatırsam diye düşünen bir nesilden doğaya, insanlara ve ezilenlere karşı duyarlı olabilmesini nasıl bekleyebiliriz ki? İşin kötüsü dövizden, hisseden 2 3 kuruş kazanan bu kitle, bunu gün sonunu getirme maksadıyla yapmamakta, bu yollar ile çok zengin olup rahat bir hayat sürebileceğine kendini inandırmakta ve böylelikle neo liberalizmin asılsız vaatlerine kanmaktadırlar.
Şimdi biraz bireylerin topluma karşı edinmesi gereken duyarlılığı ve sorumlulukları olan konular hakkında bu “progresif” kitle ne düşünmekte, bu konuları nasıl tahlil etmekte bunlardan bahsedelim. Neo-liberalizmin yozlaştırdığı günümüz toplumumuzun yapısı Marksist bilince sahip ideal toplum yapımıza yabancı kalmaktadır.
     Toplum yapısında sanayi devrimi ile alenen benimsenen ataerkil aile modeli neticesinde kadının metalaşması (objeleşmesi) ile birlikte yozlaşan kadın-erkek ilişkileri, günümüz neo-liberal toplum ilişkileri kapsamında bir hayli “modernleşmekte”, muhafazakârlıktan ve dinî normlardan uzaklaşarak olması gereken ahlâk normları ile şekil almaktadır (!).
Bu modernleşme ve katı ahlak ilkelerinden arınmış toplumsal ilişkileri değerlendirecek olursak öncelikle progresif (!) kitlelerin sözlük anlamından bağımsız bir şekilde benimsemiş olduğu laiklik ve sekülerlik dinî yozlaşmanın tezahürü neticesiyle ortaya çıkmış, dolayısıyla radikal muhafazakâr kesim kendi kendine bir antagonizma oluşturmuştur.
Günümüzde laiklik ve sekülerliğin kelime anlamı baştan yazılacak olsaydı muhtemelen “saygıya, etiğe, dindar kesime nefret besleme durumu” olarak yazılırdı. Bahsettiğimiz progresif kitlenin kadın bireyleri toplumdan dışlanma ve kendini var edebilme kaygısıyla kendini objeleştirmekten çekinmemektedir.
Anadolu halkının muhafazakarlığına ve saçma sapan normlarına karşın aynı saçmalıklar ve tezatlıklar ile kendi normlarını oluşturmaya çalışmaktadır. Anadolu halkının bu dejenere haline karşın kendi kafasında kurduğu Batı’yı örnek almakta ve o toplumun bir bireyiymiş gibi davranmaya çalışmaktadır. 2 tarafın da birbirinden dejenere hal aldığı bu antagonistik ilişkiyi değerlendirecek olursak: Dinin ahlaki emirlerini reddedip direkt ahlakı reddetmek. Radikal dindar kesimin saçma siyasi görüşlerine karşın kendi saçma siyasi görüşlerini oluşturmak. Bu durum bir kazığın iki ucundan farklı değildir. Ataerkil toplum yapısına karşı çıkıp biraz daha  pembe kapitalist tüketim toplumuna göre dizayn edilmiş bir ataerkil yapıyı benimsemek. Dinin tesettür anlayışına karşın moda sektörünün sermaye çarklarına sıkışmak. Anadolu’nun ortak dogmaları ve normları dolayısıyla ortaya çıkan bu antagonizma bize gösteriyor ki, antagonizmanın oluştuğu algı ne kadar tezat, absürd, dogmatik ise ortaya çıkan bu antagonizma da bir o kadar tezat, absürd ve dogmatik olacaktır.
Yukarıda reddedilen kavramların kadın-erkek ilişkilerinde ne tür sorunlar yarattığına ve toplumun dejenere olmasında nasıl bir rol oynadığını değerlendirelim. Ahlak hususuna değinecek olursak, savunduğumuz ahlak yapısı tabiki de muhafazakâr ve dinî normlar ile oluşturulmuş ahlak yapısı değildir. Öncelikle şunu kavrayabilmek lazımdır ki cinselliğin bastırılması, giyimde kuşamda belirli şeylere dikkat edilmesi, cinsiyetler arası mesafenin ve saygının korunmak istenmesi dinî normlarca şekillenmiş ahlak yapısının eseri değildir. Yüzyıllarca ezilmiş kadın modelinin dinin getirmiş olduğu absürd baskılardan, yine dinin kadına tahsis etmiş olduğu meta değeri vb. gibi saçmalıklardan arınabilmesi için vücudunun erkeklerin beğeni normlarına göre şekillendirmesi gerekmemektedir.
Çünkü kadının bir birey olabilmesi için kendini objeleştirmesi gerektiği bir toplum zaten başlı başına rezalet bir yapıdır ve biz bu toplumu reddetmekteyiz. Olması gereken ahlâkın var olabilmesi için, olması gereken toplum var edilmelidir.
Ve kapitalist toplumda kadın kendini maksimum bu yollar ile var edebilmektedir. Yoldaş Troçki bu konu hakkında şöyle diyor: “Temel ahlak kaideleri, demokratik kurumlar ve reformist yanılsamalardan da daha kırılgan bir haldeydi. Yalan, iftira, rüşvet, yolsuzluk, baskı, cinayet daha önce eşi görülmedik boyutlara ulaştı. Ham -salaklar- için tüm bu uğursuz gelişmeler savaşın geçici bir neticesiydi. Gerçekteyse bunlar emperyalist gerilemenin tezahürleriydi ve gelip geçici değildi.
Kapitalizmin çürümesi bugünkü toplumun tüm kanunları ve ahlak kurallarıyla birlikte çürümesini haber verir”
-Onların ahlakı ve bizim ahlakımız Syf 31-
Son olarak günümüz ahlak yapısının neden var olduğu, ne kadar var olduğu ve kimler için var olduğu hakkında konuşalım. Bahsettiğimiz üzere toplum değişmedikçe ahlak yapısı da değişemez.
Günümüz toplumumuzu şekillendiren düzenin neo- liberalizm olduğunu kabul ediyorsak -ki bu rasyonel bir gerçek olduğundan başka alternatifi varsayamayız- ahlak yapısı da buna göre şekillenmektedir. Neo-liberalizm topluma güç istenci, para istenci, hedonizm, sınıfsal üstünlük vb gibi kaygılar entegre etmiştir. Bu kaygılarda “amaçlar araçları haklı çıkarır” demiştir. Yani para kazanmayı ve toplumsal statüsünü arttırmayı isteyen her birey bu yolda her şeyi mübah görmektedir. Servet sahiplerine para yetmez, rant için doğayı katleder. İnsanlar para ister, patronunun gözüne girmek için birbirini çiğner. İnsanlar tüketim toplumuna entegre olur ve meta üretimi had safhaya ulaşır, adım başı denetimsiz fabrika açılır vb. birçok etik dışı unsurun barındığı genel geçer bir ahlâk yapısına sahibiz. İşin bir diğer garip yanı da şudur ki, bu ahlâk yapısının en büyük müttefiği de dindir. Dinin insanlara aşılamış olduğu metafizik düşünce tam anlamıyla günümüz ahlâk yapısının ekmeğine yağ sürmektedir. Eğer bir işçi günde 13 saat mesai yapıyor ve iyi kötü bir asgari ücret alıyorsa “buna da şükür” demektedir. İnsanların sınıf bilincinden arınmasını, emeğine yabancılaşmasını ve sömürüye tabii tutulmasını meşrulaştıran düşüncenin müsebbibi halka ahlak sisteminin ve dinin empoze etmiş olduğu metafizik düşünce yöntemidir. Troçki bu konu hakkında şöyle söylüyor: “Ezeli ahlâk kuramı hiçbir şekilde Tanrı olmadan hayatta kalamaz…
Sınıflarüstü ahlak kaçınılmaz olarak özel bir tözün bir ahlak duygusunun korkakça Tanrıya felsefi bir ad takmaktan başka bir şey olmayan bir tür mutlak vicdanın tanınmasına sürükler”
-Onların Ahlakı ve Bizim Ahlakımız Syf 22-

Siyasi görüşler hususuna değinecek olursak 20 seneyi aşkın AKP iktidarına destek halen azımsanmayacak kadar fazla olurken, buna karşı gelen kitle AKP seçmeninin muhafazakâr tutumuna karşın bahsettiğimiz sekülerlik ve laiklik bilinci ile siyasi görüşünü sekillendirmektedir. Burada değinecegimiz konu bu kitlenin hangi partiye oy vereceği değildir. Çünkü haklı olarak AKP karşısına kim gelirse gelsin oy vermeye hazır insanlardır. Lakin AKP’nin politikalarının tam zıttını doğru yanlış benimseyen bu kitlenin siyasi hususlarda çok yanlış fikirleri vardır. İlk bölümlerde bahsettiğimiz mülteci konusunu buna örnek olarak verilebilir. Siyasi tutumu muhalif olan bu kitlenin fikirlerinin pek teorik dayanağı yoktur ki bu konuya “Z kuşağının Z raporu” başlıklı yazımızda detaylıca değindik. Bunun yanı sıra birkaç ekleme daha yapacak olursak muhafazakar kitlenin dejenere ve çağ dışı görüşlerinin getirmiş olduğu homofobi, radikal dinî reformların savunulması gibi hususların reddedilip bahsettiğim antagonist ilişkinin doğrultusunda bu fikirlerin tam tersi “progresif” kitle tarafından benimsenmiştir. Benimsenen idelerin (fikirlerin) doğruluğu ve yanlışlığından ziyade bu ideler nasıl savunuluyor, savunulurken neler istismar ediliyor biraz da bundan bahsedelim. Muhafazakâr kitleye nazaran homofobiyi reddeden bu kitle cinsiyet eşitliğini, LGBTİ+ bireylerin haklarını savunmaktan geri durmazlar. Ancak neo- liberal düzen bu konuda tabiiki muhafazakâr kitlenin arkasında durmayacak kadar aptal değildir. Progresif kitlenin savunduğu bu hususlardan kâr gütmek amacıyla tekelinde tuttuğu sosyal mecralarda pozitif ayrımcılık doğrultusunda eşcinsel veya LGBTi bireyleri gözümüze gözümüze sokmaktadır. Bunda pek bir problem yok, lakin bu bireylerin üstünden akla hayale sığmayacak kadar fikri rantçıların cebine para girmektedir.
Ataerkil sistemin ve homofobinin baş nedeni olan bu sistem hem kendi kabahatini örtbas etmekte hem de parasını kazanmaktadır. Bu nedenledir ki LGBTi+lar ve cinsiyet eşitliği hareketlerinin de yozlaşma tehtidi altında ve sistem tarafından kendisine zararsız bir hâle getirilmeye çalışıldığını gözlemlemekteyiz.
Muhafazakâr kesim günümüze uygun olmayacak radikal dinî reformlar istemekte, taleplerini tek bir din üzerine oluşturmaktadır.
Burada progresif kitle ile muhafazakâr kitlenin el sıkıştığı tek nokta, her ikisi de kollektif düşünceden çok uzaktadır ve kendileri neyi benimsiyorlar ise taleplerini ve ideallerini ona göre şekillendirmektedir. Burjuva muhalefetinin tesiri olan kitle de aynı radikallikte din düşmanlığı yapmaktadır. Ancak bu düşmanlık salt dine yönelik değil daha çok dindarlara yöneliktir. Yani toplumun dejenere olmasına yol açan, insanları sisteme entegre etmek için bir araç olarak kullanılan din ile teorik bir mücadele vermeyip, dinin olduğu gibi dindarların da tasfiyesini istemektedirler. Marksist bilince sahip olan kitleler bu tezatlığa ancak acımaktadırlar. Çünkü Marksizmin din ile mücadelesi, dinin toplum üzerindeki etkisi yüzündendir ki reforme olmuş, bireyselleşebilmiş dinlere ve dindarlara hiçbir engel teşkil etmemektedir bu mücadele metodu. Bizim mücadelemiz toplum içindir ve bu mücadeleyi gerçekleştirirken ağzımızdan salyalar akmıyor. Dinin toplum üzerindeki etkisinden ve din ile gerçekleştirilen, esas alınması gereken hususlardan ve mücadelenin teorik dayanağından bahsedelim. Öncelikle din insanları metafizik düşünceye zorlar. Bu düşünce biçimi 21.yüzyıl için fazlasıyla eskidir. Hiçbir sorunun çözümü ve hiçbir gelişimin öncüsü olmamaktadır. Metafizikçi aklının almadığı konuyu Tanrıya bağlar ve gelişimin önünü kapar. Örneğin tarihin başlarında insanoğlu Dünya’nın bir öküzün boynuzları arasında olduğunu düşünmekteydi. Zamanla Dünya’nın düz olduğunu düşünmeye başladı. Daha sonra yuvarlak olduğunu anladı. Bütün bu gelişimi gösterdikten sonra metafizik düşüncenin tezatlığına kapıldı. Dünyayı boşlukta tutan, yerçekimini sağlayan, ekolojik sistemin işleyişini anlayan, fizik ve fen kanunları ile birçok doğa olayını, sıcaklığı, soğukluğu vb. birçok hususa cevap veren insanoğlu bütün bu buluşların ardından şunu söyledi “Tanrının düzeni işte!” Bu durum o kadar acınası ve trajikomiktir ki… Zaman ile birçok şeye cevap bulan, halen daha bulmaya devam eden insanoğlu, kendi çabasını ve gayretini yok sayıp olayı ne yapıp ne edip tekrardan Tanrıya bağlamayı başarmıştır. Politzer bu konu hakkında şöyle söylemektedir: “Kendi somut pratiği içinde, her iyi araştırmacı diyalektikçidir; gerçeği ancak kendi hareketi içinde kavrarsa anlayabilir. Ama pratikte diyalektikçi olan aynı araştırıcı tüm dünyayı düşündüğü zaman ya da dünya üzerindeki kendi öz eylemini düşündüğü zaman artık diyalektikçi değildir. Niçin? Çünkü o zaman yeniden bir metafizik dünya anlayışının (dinin ya da okulda öğrenilmiş felsefenin) otoritesi altına girer bu öyle bir dünya anlayışıdır ki bilim adamının hiç de kuşkulannmadan hatta düşüncesinin özgür olduğunu sandığı anda bile şu ya da bu biçimde teneffüs ettiği yaygın önyargıların karması olan geleneğin ağırlığını taşır. Deneysel olarak atomları incelerken pekala tanrısız da olabilen bir fizikçi laboratuvarından çıktığında tanrıyı yeniden bulur bu inanç onun için kendiliğinden gelme bir şeydir.”
-Felsefenin Temel İlkeleri Syf 61-

Toplumun bazı esasları olduğunu ve bunların değişmeyeceğini savunur. Örneğin bir metafizikçiden şu cümleyi kesinlikle duymuşsunuzdur “toplumda ezilen ve ezen kesim her zaman olacaktır, bu hem insanoğlunun hem de doğanın bir kanunudur”. Oksimorondan ibaret olan bu tezin çürütülmesi ve metafizikçiye ikna ettirilmeye uğraşılan gayret toplumsal gelişim hususunda muazzam geride olduğumuzun ispatıdır.
Bu düşünce işçi sınıfı her ne kadar ezilirse ezilsin “her şey tanrıdan” düşüncesiyle şükür ettirmeye zorlar. Sınıfımız sınıf bilincinden bir hayli uzaklaşarak kapitalizmin sömürüsüne tabii tutulmaya devam eder. Bu yüzden kapitalizm her ne kadar “dinsiz Batı’nın eseri” olarak görülse de, kapitalizmin en büyük kozlarından birisi haline gelmiştir. Bunun haricinde başta semavî dinler olmak üzere birçok dinin toplum üzerindeki etkisi, emirleri yozlaşmış ve çağımızın bir hayli gerisinde kalmıştır. Bu yüzden ideal topluma göre bir ahlâk yapısı oluşturulmalıdır. Bu ideal toplum ise ancak sosyalizm ile var olacaktır. Bireylerin arasına para, sınıf, kimlik girdiği müddetçe toplum gittikçe dejenere bir hal almaya devam edecektir. İslam dini Hristiyanlık dini gibi reforme olamamış ve toplum üzerinde inanılmaz bir tahakkümü halen daha süregelmektedir ki bunu da Ortadoğu ülkelerini inceleyerek gözlemlemek mümkündür. Hristiyanlık Batı’da toplum üzerinde çok katı kaygılar yaratmamaktadır ve genellikle bireyler dinini içinde yaşamaktadırlar. Dolayısıyla bu toplumların ahlaki kaideleri salt din üzerine inşa olmamıştır. Bu durum İslam’ın hüküm sürdüğü toplumlarda böyle değildir. Anadolu insanı müslüman olmayan herkese şeytan gözüyle bakmaktadır. Mücadelemizin temeli olan işçi sınıfı böyle böyle bölünmekte, enternasyonalizmden koparılmakta ve birbirine yabancılaştırılmaktadır. Karl Marx işçilere seslenirken dinini veya milletini gözetmemiştir. Din ile mücadelemizin esas sebepleri bunlardır. Kimseyi inandığı Tanrı ile yargılamak ne bizim ne de başkasının haddidir. Bizler inanç özgürlüğünü savunmaktayız, ancak bahsi geçen inanç topluma zarar veriyor, işçinin sınıf bilincini bastırıyor ve dejenere bir hal almaya başlıyor ise buna müdahale etmek devrimci bir vazifedir. Dünya üzerinde hiçbir din bahsettiğim kıstasları yerine getirmemektedir. Karşı çıkılmasına gerek duyulmayacak din anlayışı kapitalist düzende asla var olamayacak, sermayenin her zaman sınıf bilincini bastıran bir aygıt olarak kalacaktır. Kısa bir özet geçmek gerekirse din ile mücadelemiz teoriktir ve salt dini hedef alır. Din ile mücadele din mensupları ile yapılmaz bu kutuplaşmaya ve yabancılaşmaya yol açacaktır. Son olarak  özetleyecek olursak muhalif kanadın hedef tahtası olması gereken yapı iktidar değil, sistemdir. Sözde aydın, burjuva muhalefet kanadının muhalefeti toplumu kurtaracak nitelikte değildir, çözümlemeler Marksizmin diyalektik anlayışı ile yapılmadığı müddetçe değişen hiçbir şey olmayacaktır.