Türkiye yarın itibariyle tarihinin en önemli seçimlerinden birisine giriyor. İktidar ve muhalefetin çekişmesinin ne sonuç doğuracağının muamma olduğu bu seçimde Erdoğan rejiminin kaybetmesi senaryosunda iktidarını teslim etmeyeceğine dair endişeler İşçi sınıfının aklının bir köşesinde çoktan bulunmaktadır. Her şeye rağmen İşçi sınıfının kendi sınıfsal çıkarını az da olsa savunan kanadının ne tür bir bilinçsel durum içerisinde olduğunu anlamaz isek bu seçimin önemini ve Enternasyonal Komünist tutumun gerekliliğini de anlayamayız.

Erdoğan Rejiminin İşçi Sınıfına Yönelik Baskısı

Erdoğan rejimi, 20 yıllık iktidarı döneminde her yıl aynı tip eleştiriler ve kaygılara maruz kalmamıştır. Özellikle iktidara geldiği ilk dönemlerdeki vaatleri Türk lirasının değerini arttırmak, ekonomik refahı yükseltmek, demokratikleşmek, Avrupa ile olan ilişkileri düzeltmek olmaktaydı. Bir benzerlik fark ettiniz mi? Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Erdoğan rejimi, iktidara geldiğinde “biz bu ülkenin zencileriyiz” diyerek 1923’te başlayan Kemalist Cumhuriyet’in bitirmeye çalıştığını tersine çevirmeye; bürokraside muhafazakarlığı var etmeye çalışmıştır. Bu durum Türkiye’deki İşçilerin arasında bilinçsel bir kutuplaşma yaratarak konuyu sınıfsal olmaktan “laik ve muhafazakar” olmaya çekmişti. Bunun ile birlikte Tayyip rejimi, Ali Babacan’ı kullanarak batılı finans Burjuvazisinin ülkeye sıcak para sokmasını sağlamış; batılı finans Burjuvazisini tatmin edecek politikalar gütmüş ve 2010’lu yılların ilk yarısına kadar ekonomik refahı daha katlanılabilir bir hale getirmiştir. 2010 yılında Türk ordusunun siyasi işlere karışmasını engellemek adına bir referandum yapmış ve kendi rejimine olan askeri tehditi bertaraf etmiştir.

2010’lu yılların ilk yarısına kadar Tayyip rejiminin maruz kaldığı eleştiriler ekonomik vaziyetten ziyade devlet içerisindeki muhafazakarlık ve cemaatleşme durumları olmuştu. Batılı finans Burjuvazisi ile iyi ilişkiler kurabilmek adına ülkeyi “demokratikleştirmeye” çalışan Tayyip rejimi aynı süreçte “Çözüm Süreci” ile birlikte Kürt sorununa bir çözüm getirme vaadinde bulunmustu. Fakat tüm bu süreçler, sözde demokratikleşme ve ekonomik yükseliş, 2015’e doğru giderken kaybedilmeye başlamıştı bile. Türk lirası tekrar değer kaybetmeye başlamış, Kürt ulusuna yönelik sömürgeci imha savaşının ateşkesi sona ermiş, batılı finans Burjuvazisi ile olan güven ilişkileri azalmış ve zamanında devletin içerisine sokulan cemaatler (en tehlikelisi Fettullah Gülen cemaati) Erdoğan rejimine tehdit oluşturmaya başlamıştı.

2015’e gelindiğinde Erdoğan rejiminin batılı finans Burjuvazisine yönelik güveni büyük oranda azalmıştı. Bu durumla birlikte Türk lirasının değerini arttıracak bir ihracat yapamayan Türkiye ekonomisi eskiden yapılmış özelleştirme politikaları yüzünden yurtdışından gelecek olan dövize bağımlı hale gelmişti. Fakat batılı finans Burjuvazisine olan güvensizlik başka bir Burjuva kanadın doldurabileceği bir boşluk oluşturmuştu. Bu Burjuva kanat, bugün de bildiğimiz gibi, bürokrasiye entegre olacak yerel tekel Burjuvaziydi.

Tayyip’in yanına aldığı yerel tekel Burjuvazi, batı ile olan ilişkileri unutmaya başlamış ve Kürtlere yönelik sömürgeci imha savaşına hız kazandırmıştı. Sınır ötesi operasyonların gerçekleşmesinin sebebi hiçbir zaman “sınır güvenliği” olmadı. Türkiye’nin sınır ötesinde varlığının bulunduğu bölgelerde birçok şirketi bulunmaktadır ve burada işçileri Türkiye’den daha ucuza çalıştırmaktadırlar. Yalnızca bununla da kalmayan Erdoğan rejimi, savaştan dolayı göçmen statüsüne düşen Arap ve Kürtleri Türkiye’ye getirmiş ve onları Türkiye’de de ucuz işgücü olarak kullanmıştır. Bu durumu gören muhalefet, kendi Burjuva niteliğinden ödün vermeyerek bu göçmen krizinin sorumlusu olarak göçmenleri göstermiştir. Ucuz işgücüne aç olan Tayyip rejiminin karşısına alınan tutum göçmen karşıtlığı olmuştur. Bununla birlikte Kuzey Kürdistan’a yönelik saldırılar hız kazanmış, Çözüm Süreci bir kenara fırlatılmış ve iyi niyet taşları bizi cehenneme götürmeyi başarmıştır. Aynı zamanda yaklaşan seçimlerden önceki dönemde çeşitli terör saldırıları gerçekleşmiş, dönemin yetkili isimlerinin duruma “Oylarımız artıyor” söylemleriyle bu terör saldırılarının arkasında Erdoğan rejiminin olduğu anlaşılmıştır.

Yıl nihayet 2016’ya geldiğinde devletin içerisinde bulunan Fettullah Gülen cemaati yani FETÖ, 15-16 Temmuz tarihlerinde komik bir darbe girişiminde bulunmuş ve bunun sonucunda Erdoğan rejimi otoriterleşmesine hız kazandırmıştır. OHAL ilan edilmiş, 2017’de çok şaibeli bir referandum ile Başkanlık sistemine geçilmiştir.

Yıl 2020’ye geldiğinde dünya Covid-19 pandemisiyle karşı karşıya kalmıştı. Bu pandemi sürecinde tüm dünya ekonomileri derin bir krize girmiş ve dünya hükümetleri karantina ilan etmişti. Bu karantina sürecinde Tayyip rejimi kârları korumak adına tedbirlerden taviz vermiş ve tüm faturayı -her Burjuva devlet gibi- İşçi sınıfına ödetmiştir.

2020 ve sonrasındaki dönem, henüz taze olduğundan hepimizin bildiği gibi Erdoğan rejimi iyileşmeye ve “demokratikleşmeye” gitmemiştir. Gün geçtikçe daha da otoriterleşen Erdoğan rejimi hileli seçimleri ve sınırsıza yakın iktidarıyla kitleler üzerinde öyle bir izlenim bırakmıştır ki bu seçimle Tayyip’in gidip gitmeyeceği muammadır, kazansa da kaybetse de.

İşçi Sınıfının Bilinçsel Durumu

20 yıllık Erdoğan rejiminin yaptıklarına bakıldığı zaman yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki bir Komünist muhtemelen bunun devrimci bir ayaklanma için uygun koşulları doğurduğunu düşünürdü. Fakat bilinmeyen şudur ki İşçi sınıfının bilinci günümüzde o kadar düşük noktadadır ki Komünizmin ne demek olduğunu bile bilmemektedir. Hatta Komünizmin ne demek olduğundan da öte kendi sınıfının çıkarlarına uygun bir toplumun mümkün olduğuna dair bir inancı dahi bulunmamaktadır. Bunun Marksist literatürde birçok analizi olsa dahi geçtiğimiz yüzyıllardan farklı bir durumla karşı karşıya olmamız sorunun temel kaynağıdır.

İşçi sınıfı geçtiğimiz yüzyılda büyük bir yenilgiye uğramıştır. Bunun sorumlusu hem dejenerasyon geçirmiş SSCB hem de dünya Burjuvazisidir. Bu koşullar altında, İşçi sınıfı, maddi gerçeklikte kendi kurtuluşunun var olacağına dair umudunu yitirmişti. Bu nedenle maddi gerçekliğe yabancılaşmış ve çözümü idealar gerçekliğinde aramaya başlamıştı. Maddi gerçekliğe yabancılaşıp idealar gerçekliğine yabancılaşma yani Tinselleşme, İşçi sınıfı açısından çözümün daha tinsel yöntemlerde olduğunu göstermiştir. Çünkü “Dini ıstırap, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı bir protestodur.”. Böyle bir durumda İşçi sınıfının demokratik mistifikasyonlara, Burjuvazinin bilinç-saldırılarına maruz kalması olanaklıdan fazlası olduğundan Burjuva ortak-bilincinin İşçi sınıfına aşılanması kolaylaşmıştı. Burjuva ortak-bilincine sahip olmayan ve Tinselleşme etkisi altında olan kitleler ise “çözümü” “aidiyetsiz-kimliklerde” yani Nihilizm, Varoluşçuluk, Postmodernizm gibi idealist görüşlerde bulmuştur.

Burjuva ortak-bilincinin İşçi sınıfına aşılanması ile beraber İşçi sınıfı çözümün kendi kollarında olduğunu tamamen unutmuştur. Bu nedenle yaşadığı ıstırabın çözümünden ziyade onu azaltacak, gerçekleşmesi en olanaklı seçenek neyse ona yönelmiştir. 14 Mayıs’a uzanan süreçte gördüğümüz şey tam da budur. Geçtiğimiz yüzyıla kıyasla çok daha keskinleşen bu durum artık zaten devrime varamayan spontane ve kendiliğindenci İşçi hareketlerinin devrime varmada daha da olanaksız olduğunu gösterir.

Bilinçsel sorunun çözümü konusuna yazının sonunda değineceğiz.

14 Mayıs’a Uzanan Süreçte İşçi Sınıfının Tepkisi

Henüz Şubat ayında İşçi sınıfı Erdoğan rejimini göndermeye hevesliydi. 6 Şubat’ta olan deprem ile birlikte Erdoğan rejiminin skandallarını gören İşçi sınıfı Tayyip rejimine karşı daha büyük bir kin beslemeye başladı. Yerel tekel Burjuvazinin suçları, yolsuzluk, otoriterleşme, ekonomik sıkıntılar, devlet terörü, Kürtlere yönelik imha süreci gibi birçok şeyin üstüne eklenen 6 Şubat depremi ile beraber Tayyip rejiminin sonu yakın gözüküyordu.

İşçi sınıfı, Tayyip rejimi ve onun ıstıraplarından kurtulmak adına, ondan kurtulması en olanaklı olan seçenek neyse onu talep etmeye başladı. Devrim gibi bir seçeneğin varlığından haberdar olmaması bir kenara, yapıldığı surette Erdoğan rejiminden daha kötü bir durum olacağını düşündüğünden buna hiç yanaşmadı. Devrimin Tayyip rejiminden daha iyi ve kesin bir seçenek olduğunu düşünen kitleler ise devrimin olma olasılığının, muhalefetin kazanması olasılığından daha düşük olduğunu düşündüğünden aynı sonuca vardı.

Kazanması en muhtemel olarak görülen muhalif kanat, Kılıçdaroğlu koalisyonu olmaktaydı. Bu nedenle İşçi sınıfının muhalif kesimlerinin büyük bir kısmı Kılıçdaroğlu koalisyonunu destekledi. Ancak Kılıçdaroğlu’nun aday olmasına yönelik büyük bir tepki vardı, çünkü Kılıçdaroğlu’nun seçimi “kesin ihtimalle” kazanamayacağı düşünülüyordu. Fakat Mayıs ayı itibariyle görüyoruz ki Kılıçdaroğlu’ndan başka bir seçeneğin olmadığının kanaatiyle birlikte Kılıçdaroğlu geniş bir destek toplamayı başarmıştır.

Aslında İşçi sınıfı Kılıçdaroğlu ile birlikte “her şeyin çok güzel olacağını” düşünmemektedir. Düşündüğü şey Kapitalist sistemin krizlerinin Kılıçdaroğlu koalisyonunun gelmesiyle çözüleceği değil, Tayyip rejiminin gitmesiyle hafifleyeceğidir. Fakat İşçi sınıfının Kılıçdaroğlu dışında bir çarenin olmadığına dair düşüncesi nedeniyle Kılıçdaroğlu’na en azından şimdilik desteği bulunmaktadır.

Oportünist Yaklaşım

Bu seçim sürecinde İşçi sınıfının yaşadığı bilinçsel durumun hemen hemen aynısını yaşayan sözde devrimciler de bulunmaktadır. Kılıçdaroğlu arkasında toplanan bu kanat, Kılıçdaroğlu’nun “demokratikleşme”, Avrupa ile olan ilişkileri düzeltme, ekonomik refahı arttırma ve Türk lirasının değerini arttırma vaatlerinin arkasına toplanarak “Tayyip rejiminin faşistleşme tehditine karşı” Kılıçdaroğlu’nu destekleme kararı almıştır. Böylece bu sözde devrimciler, Burjuva devlete ve demokratik mistifikasyona muhalif tavır almayı seçimden sonraya ertelemiştir. İyi niyet taşları bizleri cehenneme götürdüğü vakit, bu sözde devrimcilerden aynı davranışı gelecek seçimlerden de bekliyoruz.

Devrimciler Ne Yaptı?

Tüm bu oportünist yaklaşımın mevcut olmasının yanı sıra bu oportünizme karşı “Sınıf İşbirlikçiliği Değil Sınıf Savaşı” tutumu alan devrimciler de mevcut idi. Henüz seçime aylar varken ESİBA kampanyası başlatıldı. Birçok sosyalist örgüte çağrı yapılan bu kampanyaya yalnızca EKİB olarak biz ve kampanyayı başlatan Köz katıldı. Bu ESİBA sürecinde “İki turda da Burjuva adaylara oy yok!” diyerek devrimci alternatifin propagandası yapıldı. Kısıtlı imkanlar dahilinde yapılan bu propaganda, Türkiye ve Kuzey Kürdistan sosyalistleri tarafından yeterince desteklenmediğinden, İşçi sınıfının gündemine hiç gelmedi. Bu durum bize yalnızca İşçi sınıfının değil, sosyalist örgütlerin de sınıf bilincinin düşük olduğunu kanıtlıyor.

Öncelikle, her seçim sürecinde veba ile sıtma arasında bir seçim yapmamız gerektiğinde sağlıklı olma seçeneğini ilan etmemek kendimizi hastalığa mahkum etmektir. Bu süreçte bizlere “muhalefete muhalefet” olduğumuz gerekçesiyle çokça eleştiri geldi. Unuttukları nokta, devrimci olmanın aynı zamanda mevcut Burjuva siyasetinin akıntısına karşı olmak olduğudur. Sınıf çıkarını gözeten devrimci tutumun ne zaman yapılacağının bir kararına varmak en basit tabiriyle oportünizmdir. Bu coğrafyanın sosyalistleri, 14 Mayıs’a uzanan süreçte devrimci tutum alma konusunda sınıfta kalmıştır.

Bilinçsel Sorunun Çözümü

İşçi sınıfının durmaksızın maruz kaldığı bilinç-saldırısının nelere yol açtığını görmüş olmakla beraber aslında temel sorunun İşçi sınıfının çaresizliği olduğunu da anlamış bulunmaktayız. Kapitalist sistemin lağvedilmesinin toplumsal polemiğinin olmaması nedeniyle İşçi sınıfı bu seçeneğin var olduğundan habersiz olduğu gibi haberdar olan kesimlerinin de dikkati bu seçenek üzerinde değildir. Bu durumun çözülmesi adına, Kapitalist sistem kaynaklı krizin sebebinin Tayyip değil; Tayyip ve benzerlerinin, aynı zamanda Kapitalist sistemin krizlerinin sebebinin Kapitalizm olduğunun bilinci aşılanmalıdır.

Sınıf bilincinin aşılanması yalnızca ekonomik koşulların İşçi sınıfı üzerine baskı uygulamasıyla gerçekleşmez. Ekonomik koşulların İşçi sınıfı üzerine baskısı, İşçi sınıfının ıstırabının bireyler olarak ele almasına neden olduğundan tüm sorun bireysel bir soruna indirgenir. Bu nedenle bu baskı ile birlikte sınıf bilinci ancak bir yere kadar yükselebilir. Sınıf bilincine saldırı yapan Burjuvazinin kendi ortak-bilinç aygıtlarının bulunması, bunların örgütlü ve sistematik aygıtlar olması, bireysel soruna indirgenen sınıf bilincinin baltalanması için gerekli koşulları oluşturur. Çünkü bireysel soruna indirgenmiş problemler, toplumsal sorun olarak gösterilen problemlerin karşısında toplumsal bir taban bulup toplumsal dönüşümü sağlayamaz. En nihayetinde, bunun bir mantıksal uzantısını yaptığımızda, İşçi sınıfının bilincini yükseltmek için örgütlü ve sistematik Proleter bilinç aygıtları gerekir sonucuna varırız.

Örgütlü ve sistematik bir Proleter bilinç aygıtları, içeriğinde sınıf bilinci yüksek kümeleri bulunduracağından, sınıf bilincini yükseltmesi bireysel bir soruna indirgenemez. Bu aygıtlar yani diğer adıyla Devrimci Parti, İşçi sınıfına yönelik bilinç-saldırısıyla aktif olarak mücadele edecektir. Böylece sınıf bilinci yüksek kümeler, ekonomik koşulların bireysel soruna indirgenerek yarattığı sınıf bilincinin dışında bir bilinç olarak; dışarıdan-bilinç aşılamış olurlar. İşçi sınıfının kurtuluşu sorunu, Devrimci Parti sorununa indirgenmiştir.