Bu yazı, Patronsuz Dünya’nın ‘’Kızıl Üniversite Programı’’nın 1 Ağustos 2024 tarihinde gerçekleşen ilk konferansının özet niteliğini taşımaktadır

Leninist parti anlayışı denildiğinde akla ilk devreye giren “Ne Yapmalı?” kitabı oluyor. “Ne Yapmalı?”yı günümüzde okurken birçok örgüt, zamanı donuklaştırma eğilimi gösterip hiçbir şeyi değiştirmeden uygulanması gerektiği söyleyebilme eğilimlerine sahip. Oysa kitabın yazılma amacı, dönemin Marksist hareketinin sorunlarını çözmekti. O dönemde Rusya’da, yerel düzeyde bağımsız çalışan ve devlet baskısı altında amatör mücadeleler yürüten Marksist hareketin merkezileşme sorunu, Lenin’in eleştirisinin temelini oluşturuyordu. Bu sorunlara çözüm olarak ortaya atılmış bir modeldi.

Dönemin işçi hareketi içinde sendikalizm, reformizm gibi devrimci perspektiften epey uzak akımlarla birlikte; Rusya’nın geri kalmış koşulları nedeniyle proletarya devriminin mümkün olmadığını savunuyor, işçi haklarının ve burjuva demokrasisinin gelişmesi gerektiğini ileri süren ekonomist görüşler de vardı. Bu görüş, işçilerin ekonomik mücadele vermesi ve burjuvazinin liberal kanadının güçlenmesi gerektiğini öne sürüyordu. Diğer yandan, Narodnikler, dar grup eylemliliklerinin sonucu olarak, sınıfı veya emekçi kitleleri silahlı mücadeleyle tasfiye edebileceklerine inanıyorlardı. Onlara göre, devrimci bir azınlığın silahlı mücadelesi halkın otokrasiye karşı korkusu yenecek ve bunun sonucunda Çarlık rejimi devrilebilecekti. Bu bağlamda, Bolşevizm üçüncü bir akım olarak ortaya çıktı ve ilk hesaplaşmasını işçi sınıfının içerisinde bulundukları için ekonomist/reformist akımlarla yaptı. Diğer bir mücadele alanı ise küçük burjuva aktivizmiyle oldu.

1905’ten sonra, mücadeleler siyasal bir karakter kazandı. Ekonomik temelli başlayan bu mücadeleler, kitle eylemlerine dönüşerek Çarlık otokrasisini yıkmak için politik bir harekete evrildi. Bu süreç, işçi sınıfının sadece ekonomik mücadelelerle sınırlı kalmayıp, daha geniş siyasal mücadelelere de girebileceğini gösterdi. İçgüdüsel olarak, işçi sınıfı Marksizme yatkındır ve partinin bu süreçte kitlelerle nasıl bağ kurması gerektiği üzerine düşünülmeye başlandı. Parti-sınıf, parti-kitle ilişkileri bu dönemde ortaya çıktı. 1905 sonrasında işçi sınıfı, ilk kez en büyük sanayi kentlerinde Sovyet organlarını oluşturmaya başladı. Bu, Leninist parti anlayışının gelişimi için yeni bir açılım sağladı. Kitlesel işçi örgütlerinin nasıl kurulması gerektiği, kitleler içinde nasıl çalışılması gerektiği gibi sorunlar gündeme geldi ve demokratik merkeziyetçilik, Leninist örgüt modelinin temelini oluşturan bir çözüm olarak ortaya çıktı.

Demokratik merkeziyetçilik, parti işleyişinin demokratik olması ve eylemlerde homojenlik göstermesi prensibine dayanır. Bu model, Birinci Enternasyonal’deki işçi demokrasisi mantığını yansıtan bir yaklaşımdır. 1905’te işçi sınıfı için legal ve kitlesel alanlar açıldı; sendika kurma gibi olanaklar ortaya çıktı. Bu durum, devlet baskısı altında yeraltında çalışan bir partinin, legal alanda nasıl faaliyet gösterebileceği ve illegal çalışmalarla nasıl birleştirilebileceği sorunsalını doğurdu. Bu noktada, taktik esnekliklerin ön plana çıktığı ve net bir kurallar sistematiğine bürünmemiş, ancak tüm legal alanları sonuna kadar kullanabilen, özgür propagandasını yapabilen ve baskı durumunda yeraltına çekilebilen bir parti modeli inşa etme gerekliliği ortaya çıktı. Bu parti, kitleler içinde çalışmalı ve aynı zamanda devlet baskısından kendini koruyabilmeliydi. İşçi kitle örgütleri, milyonlarca insanın greve çıktığı, yatay ve doğrudan demokrasiye dayanan, işçi olmanın dışında bir koşul aranmayan geniş kitle örgütleri olarak gelişti. Bu örgütlerin oluşturulması ve geliştirilmesi, partinin ana hedefleri arasına girdi. Bu süreçte parti, kitleler arasında gizlenerek, onlara karışarak çalışacak bir model geliştirdi.

Parti, işçi sınıfının sürekli hareket halinde olup kendine yeni örgütlenme havuzları yarattığı bir alanda faaliyet gösterdi. Bu, emekçi kitlelere politik bilinç taşımak ve bu bilinci geliştirmek için büyük bir olanaktı. Parti, işçi sınıfının en bilinçli ve militan kesimi olarak görev alsa da, sınıftan kopuk olamazdı. Öncü parti anlayışı da buradan doğdu. Salt ajitasyon, propaganda ve politik bilinç taşımak yeterli değil; kitlelerin eylem ve hareket içerisinde en iyi şekilde öğrendiğini bilmek gerekiyor. 20-30 yılda oluşacak bilinç, 10-20 günde oluşabilir. 1905 sonrasında Ne Yapmalı? anlayışı mevcut koşullara göre evrim geçirmeye başladı. Tarihsel koşullardan bağımsız ele alındığında, Lenin’in ifadeleri çelişik görünebilir. Ancak o dönemde Ne Yapmalı? yalnızca devrimci parti teorisi konusunda bir önsöz niteliğindeydi ve dönemin koşullarına ve ihtiyaçlarına yanıt arayan bir teoriydi. O dönemde ağır devlet baskısı altında çelik bir partinin inşa edilmesi, gerekli çekirdeğin oluşturulması gerektiği bir sorunsaldı. İşçi kitlelerini kazanmak o dönemin ana hedefi değildi. Öncü parti, kitleleri dönüştürdüğü gibi, kitlelerden öğrenerek kendini dönüştüren bir diyalektik ve kolektif ilişki içinde olmalıydı.

1917’ye geldiğimizde, 4 Ağustos 1914’te İkinci Enternasyonal’in savaş kredilerini onaylama cüretini göstermesinden sonra, İkinci Enternasyonal’in öldüğü ve Üçüncü Enternasyonal’in kurulması gerektiği fikri ağırlık kazandı. Almanya’daki Spartakistler, Rusya’daki Bolşevikler gibi dünya çapında bir azınlık bu görüşü savunuyordu. 1917 sonrasında, proletaryanın iktidarı ele geçirmesiyle birlikte İkinci Enternasyonal’in fikirlerinin tarihin tozlu raflarına kaldırılmış ve Bolşevizmin uluslararası anlamda evrensel bir dünya partisi kurma olanağı ortaya çıkmıştı. Artık Ekim Devrimi’nin yarattığı popülariteyle, kendini komünist/sosyalist olarak tanımlayan akımların uğrak noktası Komintern olmuştu. Ulusal düzeyde homojen bir partinin, uluslararası düzeyde politik bir homojenliğe evrilmesi gerekiyordu. Bolşevik Parti’nin, İkinci Enternasyonal’in sosyal şoven, reformist ve merkezci geleneklerinden arınamamış akımlarının Komintern’e katılımını düzenlemek için 21 koşul belirlendi. Bu koşullar, bir tüzük olmanın ötesinde, dönemin zaaflarının da bir ürünüydü. Ekim Devrimi’nin popülaritesiyle herkes Komintern’e katılmaya çalışıyordu ve bu süreçte reformist revizyonist kanatların dağılması için teker teker ilgilenilmek zorunda kalınmıştı.

Soru-Cevap ve Katkılar

-Azınlık eğilimlerinin bastırıldığı bir çizgi Komintern’in ilk dört kongresinden sonra gözlemlenebilir. Parti içindeki azınlık eğilimleri nasıl yorumlanmalı?

Kendini Leninist olarak tanımlayan Stalinist partiler, demokratik merkeziyetçiliği hizip oluşturan her şeyin bastırılması olarak anlamıştır. Ancak, gerçek bir Leninist parti yapısında azınlıklar kendilerini ifade edebilir ve propagandalarını yapabilir. Leninist partide kişi değil, organ hiyerarşisi vardır. Yerel örgütlerin belirli bir düzeyde kendi inisiyatiflerini alma hakları bulunur. Aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya işleyen bir politika düzenlenmesi konusunda özne olma durumu söz konusudur. Partinin en üst organı kongredir. Eğer farklı azınlık eğilimleri varsa, bu eğilimler bir sonraki kongreye kadar kendilerini ifade edebilir ve parti içinde farklı görüşleri dile getirebilir. Ancak, bu azınlıklar partinin tüm görev ve sorumluluklarını yerine getirmek zorundadırlar. Bunu yapmayanların eleştiri veya görüş beyan etme hakkı yoktur; bu durumda yolların ayrılması gündeme gelir. Demokratik merkeziyetçiliğin temel ilkesi, kararların demokratik bir şekilde alınması, işçi demokrasisi temelinde kararların verilmesi ve eylemde tam bir birlik sağlanması gerektiğidir.

Farklı fikirlerin yasaklanması, parti içinde yeni entrika alanlarının oluşmasına neden olur. Bu durum, ayak oyunlarının nesnel koşullarını hazırlar. Marksistler ve devrimciler olarak şunu iyi biliriz: Yasaklayarak bir şeyi yok edemezsiniz. İlk ortaya çıktığı günden bu yana yasaklarla mücadele eden Marksist hareket, farklı eğilimlerin varlığını yok saymanın, parti içinde politik birliğin kaybolmasına ve apolitizme kaymaya neden olacağını bilir. Türkiye soluna baktığımızda, gruplar arasında sürekli ayrışmalar olduğunu görürüz, ancak bu ayrılıklar çoğunlukla politik düzeyde değildir.

– Parti içinde azınlık eğilimlerinden söz ettik. Buna bir örnek verebilir misiniz?

Tüm bu konular uzun tartışmalar sonucunda karara bağlanmıştır. Rosa Luxemburg ve Lenin arasındaki ulusal sorun üzerine tartışmalar, Alman Spartakistleri ile Bolşevikler arasındaki Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) tartışmaları, Lenin ile İtalyan Komünist Solu’nun (Bordigalar) arasındaki farklılıklar, Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı kitabının yazılmasına yol açmıştır. İtalyan Komünist Solu, işçi sınıfının güncel mücadelelerine katılmayı sendikalizm olarak değerlendirip, sadece soyut bir devrim ve komünizm bilinci taşımaya çalışacağını söyleyerek Komintern’den kopmuştur. Bu görüş, parti içinde temel taktiksel bir sorun değil, aksine programatik bir ayrımı temsil ediyordu ve partinin temel görüşleriyle taban tabana zıt bir sürece evrilmişti. Lenin sonrası, 1924’ten itibaren, 1928 Kongresi ile birlikte Komintern’in programı çöpe atılarak, devrim öncesi İkinci Enternasyonal programının farklı bir varyantı getirilmiştir.

-Günümüzde öğrenci hareketlerinin görünürlüğü arttı. Bu öğrenci hareketleri nasıl yorumlanmalı?

Öğrenci gençlik ayaklanmaları bazen ilk fikirlerin ateşlenmesine yol açabilir. Örneğin, 19. yüzyılın sonlarına doğru Plehanov ve çevresindeki Marksist fikirler, öğrenci ve gençlik hareketleri arasında gelişmiş, bu hareketler içinde teoriler üretilmiş ve kendilerini göstermiştir. 1905 Devrimi gerçekleştiğinde, Çarlık Rusyası’ndaki Bolşevik Partisi üyelerinin %80’i aydınlar ve öğrencilerden oluşuyordu. Parti kongresi içinde işçi sınıfı pek yer almıyordu. Ancak, işçi sınıfına nasıl yönelinebileceği üzerine düşünceler gelişti ve işçi sınıfının kendiliğinden eylemleri ortaya çıkınca, çoğunluğu öğrenci olan bu parti içinde işçi sınıfı da yer almaya başladı. Bugünkü koşullarda, öğrenci hareketlerinde homojenlik olmadığını ve farklı sınıflardan insanların bir araya geldiğini görüyoruz. Marksistler olarak, sınıflarüstü bir eylemliliğin olmadığını bilir ve işçi sınıfı saflarında yer alırız. Bu durum, her hareket için geçerlidir. Ana hedef, burjuvazi ve kapitalizm karşıtlığıdır ve bu mücadelenin işçi sınıfı saflarında yer alması gerekir. Tek gerçek devrimci güç, işçi sınıfıdır.