ben karı iki beş de çocuk yedi bir de tanrı sekiz
kim ısıtacak bizi kim doyuracak bizi
inandığımız tanrı da yalnız bıraktı bizi
Dışarda Béla Tarr rüzgarı esiyor. Yağmur yüklü bir bulutu şehrin tepesinde, peşinden gezdirecek kadar sert değil ama hiç değilse sonbaharın ayak seslerini dinletecek kadar tatlı. Hoş yeleleri savrulan bir atı görmeyi tercih ederdim fakat otomobil icat olunalı onları sadece savaş filmlerinde görebiliyoruz ancak. Benim gibi bir ayağı köyünde, şehrin asfaltlarını lastikli ayakkabısının altına yapışan çamurla kirletenler biraz daha şanslı gerçi bu konuda. Biraz daha mesaimiz olmuştur at mevzunda. Béla Tarr’ın The Turin Horse filmini bilmeyenler için üç beş cümlelik kısa bir özet geçeyim. Nietzche, Torino sokaklarında dolanırken kırbaçlanan bir at görür ve atın boynuna sarılır koşarak. Söylentiye göre atın kulağına bir şeyler fısıldar. Bazıları tüm insanlık adına attan özür dilediğini söyler Nietzche’nin. Nietzche bu olaydan sonra zihinsel bir çöküş yaşar ve bir daha toparlanamaz. Peki ya o ata ne oldu? Yönetmen bu soru üzerinden yola çıkarak atın ve sahibinin bu olaydan sonraki günlerini kameraya alır. Zamanda ve mekanda bazı şeyleri, olayları, kişileri değiştirecek gücüm olsaydı eğer, Nietzche’yi Adana sokaklarına getirir ve bir kaza sonucu ölen atın trajedisine tanıklık etmek isterdim. Acaba o atın da boynuna sarılır mıydı Nietzche?
her şeyin sonunda ölüm
atları ortalığa saçıyorum
hiç ışık kalmadı
5000 yıllık bir geçmişi var neredeyse atın evcilleştirilmesinin. 5000 yıl boyunca arkalarında kah araba çektiler, kah bir pulluğu; toprağı sürdüler. Piyadelerin önünde, düşman hatlarını yardılar. İnsanlığın soyut bir şekilde düşünmeye başladığı o ilk günlerden beri yanlarında atları vardı. Yazık ki sanayi devrimi, atın insanlık için olan önemini 200 yıl içinde tarumar etti. Önce savaş sahnesinden çekildiler, sonra sokaklardan, tarlalardan… Bir zaman sonra o kadar önemsizleştiler ki yoksulun sofrasında et bile oldular. Kandırıldılar.
kör bir ozan anlattı bunları
atların da ruhu vardır Troya önünde
ta Hades’ten duyulurdu kişnemeleri
Zengin kızla fakir oğlanın ya da nadiren de olsa bunun tersinin oynatıldığı, cici jönlerin –h harfi yerine –n harfini sıkça tercih ettiği, kötülerin sonunda yenildiği masalsı filmlerin suratında patlayan bir tokat oldu Umut.
umut, gerek benim sinema hayatımda
gerekse Türk sinemasının hayatında
dönemeç niteliği taşıyan,
dönüm noktası olma niteliği taşıyan bir film.
umut aslında bir başkaldırının adıdır.
umut o güne kadar yeşilçam sinemasının basma kalıp, yoz,
halktan kopuk işleyişine bir başkaldırı niteliğindedir.
Kabadayılığın defterinin dürüldüğü, İnce Memed’lerin dağların anahtarlarını kaybettikleri günlerde, bireysel mücadele kendini rafa kaldırmak zorunda kalıyor ve örgütlü mücadele çağı başlıyordu. Umut böyle bir zamanda ortaya çıkıyor, Türkiye sinemasında pek alışık olmadığı bir filmle karşılaşıyor otoriteler ve apar topar film için yasak getiriyorlardı. Öyle ya, yılın dört mevsimi vardı ama yoksulların üzerine hep kar yağıyordu ve bu sınıfsal adaletsizlik artık beyaz perdedeydi.
Yılmaz Güney’in öcülüğü başlıyor, sinemanın tarihi yeniden yazılıyor, toplumcu gerçekçi sanat anlayışı bir silah gibi doğruluyordu egemenlerin üzerine. Çirkin Kralın politik kimliği biçimleniyor, kavuşmuş olduğu ünü işçi sınıfının lehine kullanmaya başlıyordu.
Herkesin sinemayı kullanma biçimi ve amacı farklıdır. Yılmaz Güney çıtayı öyle bir yere koydu ki, ilk politik filmlerinin üzerinden neredeyse 55 yıl geçti ama henüz kimse onun yakınına bile yaklaşamadı. Çünkü bir derdi vardı. Mesela bir dönem ve hatta hâlâ onu taklit etmeye çalışan, sete dışardan kürtçe sesler gelirse karışmayız diyen lütufkar Yılmaz Erdoğan, yani bizim Yılo’nun derdiyle Yılmaz Güney’in derdi aynı olabilir mi? Üstelik bizim Yılo’nun Azem’inde şapkalı a harfi de yok. 10 Ekim katliamından sakat çıkan bir kadını, 10 Ekimi hiç anmadan, konuya değinmeden sunan yönetmenlerle Yılmaz’ın derdi aynı olabilir mi?
iyi at iyi araba işi gardaş. Paran olunca her bir iş iyi olur.
paran olunca kebap yen, paran olunca tatlı yen, şarap içen,
paran olunca iyi yataklarda yatarsın.
parası olunca adamın evi, avradı olur,
evinde tenceresi kaynar.
paran olmadı mı iyi değil,
dünyada senden kötüsü yoktur
senden pisi yoktur,
her yerden kovarlar seni.
fakirin yüzü soğuktur,
niye soğuktur Cabbar gardaş?
Parası yoktur da ondan.
Daha filmin açılış sahnesinde bizi neyin beklediğini görür gibi olduk. Bir yanda Garanti Bankasının levhası, ortada Sümerbank, altında ‘Birikmiş paranızın teminatıdır’ yazılı reklam ve Yılmaz, yani Cabbar, bu levhaya işiyor. Yoksulluğun çerçevesi çizilirken kapitalizmin reklamlarına işemesin de ne yapsın Cabbar. Atların tarih sahnesinden yavaş yavaş çekildiği, insanlar tarafında artık pek tercih edilmediği, yerini taksilerin aldığı bir ortamda Cabbar, hayata yine de, her şeye rağmen tutunmaya çaılışıyordu ama sıkı ama gevşek. Bir umudu vardı. Piyango biletleri alıyor, çekiliş sonuçlarını kovalıyordu. Yoksulun amortisi park halinde iken başına gelen beladır herhalde. Belediyenin atları şehirden kaldırmaya çalıştığı günlerin birinde Cabbar’ın atına bir araba çarpar. At ölür, içi paramparça, Rüveyda kimbilir ne halde, yoksulun cenazesi erken kokar. Atı belki de son nefesini verirken bizim burjuva arabasının boyasının derdine düşmüştür, karakolluk olur Cabbar. Ne ettiyse olmaz, karakol amiri Cabbar’ın şikayetini devreye koymaz, üstüne suçlu çıkar Cabbar. Arabanın sahibi bir lütuf gibi şikayetçi olmaz Cabbar’dan, heyhat. Acır herhalde haline. Ama benim atım öldü kardeşim, nafile. Sınıfsal eşitsizlik ağlarını örüyordu bir kez daha.
atı ölmüş bir arabacı borcunu ödeyemez arkadaşlar
atı ölmüş bir arabacı kolu kesilmiş bir adama benzer.
şimdi Cabbar ne yapar? Parası yok ki yeni bir at satın alsın.
atını ve arabasını satalım, parayı bölüşelim, Cabbar’ın hepimize borcu var.
Annelerinin bakkaldan tuz alsın diye para verdiği çocukları gider bir tur bisiklete binmek için harcarlar. Hepimizin, bütün yoksulların benzer hikayelerinden biri, veryansın eder anaları, peşine okkalı bir dayak.
Hasan, Hamal Hasan, o da bir garip, kafayı definelerle bozmuş. Cabbar’a çok yanaşır ama ikna edemez başta bir define macerasına. Burjuva semtlerinde birilerini gasp etmek isterler, onu da ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Zenginden çalmak kolay mı öyle. Bir zaman sonra Hasan, allem eder kallem eder girer Cabbar’ın kafasına. Neden ikna olur Cabbar, çünkü başka çaresi yok bir umuda tutunmaktan.
aldatıcı bir umudu anlatmak istedim.
umut, bizim hayatımızın bir parçasıdır.
ayağı yere basan bir insan,
boş şeyleri hayal edip de umutlanmaz.
toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman,
insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar.
umut, düzen bozukluğunun bir simgesidir.
Hasan, Cabbar bir de nefesi kuvvetli bir hoca, düşerler bir definenin peşine. Düşerler düşmesine ya, evde beş çocuk bir karı bir ana, ne yer ne içerler Cabbar’ın yokluğunda. Hoş varlığında gören de sofraya her gün et geliyor sanır ama gene de baba hani. Olmayınca daha beter. O dağ senin bu tepe benim, bir umudun peşinde… Dokunulmazlığına inanınca yoksullar düşlerin, her türlü umudun peşinden koşabilirler.
eve kırk lira bırakmıştım çıkarken, çoluk çocuk açtır şimdi.
1 aydan fazla süren bir maceranın sonunda defineden yana herhangi bir iz bulunamaz ve Cabbar aklını oynatır. Makineleşme ile olan kavgasını kaybeden Cabbar’ın olan aklı da bir parça umudun peşinde yitmiştir. Peki arkasında bıraktığı beş çocuğuna, karısına, anasına ne oldu? Belki bir gün birileri onların da hikayesini yazar.