Türkiye’nin son yıllarda gördüğü en büyük isyan olan Gezi’nin üzerinden yedi koca sene geçmişken şu soruları sormamız gerekmez miydi?
Gezi en güzel anılarımızda mı kalsın istiyoruz? Yoksa yeni Geziler mi? Eğer Geziye katılmış insanlara bu soruda bir anket yapılsa, ikinci opsiyonun ezici çoğunlukla kazanacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok. Fakat mesele bunun daha ötesinde. Gezi’yi sahiplenme duygusu o kadar sardı ki, Gezi solun romantik tarihinin bir kesitine indirgendi. Ne hatalardan ders çıkartıldı ne eksik yanların yeterince üstüne gidebildik, her şeyden önce kazanımlarımızı elde tutamadık. Gezi, “Bu topraklarda devrim olmaz” diyenlere en büyük tokatı attı. Apolitik, lümpen denilen bir neslin bile mevcut iktidarı nasıl köşeye sıkıştırabileceğini gösterdi. Ne yazık ki bir kuşağın, sisteme olmasa da AKP’ye karşı diğer düzen partileriyle sandığa güvenmeden başlattığı ilk mücadelesi başarısızlığa uğradı. O dalga geri çekilirken ardında çok az deniz yıldızı bıraktı.
Hatalarımız Nelerdi?
“İnsanlık tarihinin krizi, devrimci önderliğin krizine indirgenmiştir” der yoldaş Troçki. Gezi’de bunu acı bir şekilde tecrübe ettik. Gerçek bir öncü parti ve birleşik işçi cephesi kuramayışımız, bu başarısızlığın ilk sebebiydi. Gezi’den önce gerçek bir sınıf partisi kuramayışımız, Gezi başladıktan sonra hareketi işçi sınıfı ile buluşturamamamız, hareketi işçi sınıfı ile buluşturacak talep ve kitlesel hareket platformlarımızı inşa edemememiz, bu jenerasyonun düzen harici bir alternatif gösterememesi eylemler sönümlenince normal gündelik hayata geri dönülmesine yol açtı. Gezi döneminde mücadele parkı korumaya, polisle kimin daha iyi çatıştığına indirgendi. Bu isyan ile fabrikalara, işçi semtlerine devrimci ve uzlaşmaz taleplerimiz taşınmadı ama bu sendikal bürokrasiden beklendi. Sendikalardan genel grev bekleyip gelmeyince de sendikaları yerden yere vurmakla yetinildi. Tarihsel olarak sendika bürokrasisi her zaman işçi sınıfının mücadelesini sekteye uğratmıştır. Eğer işçi sınıfının içinde devrimci bir örgütlenme varsa sendikal bürokrasi bertaraf olur. Kendisine işçi partisi diyenler, bu görevi yerine getirecek işçi örgütlenmesinden yoksun oldukları için devrimci olamadılar. Kendi eksikliklerini sendikal bürokraside aradılar.
Gezi’nin başarısızlığının ikinci büyük sebebi ise öğrenci ve beyaz yakalıların hakimiyetinde olan bu hareketin, mavi yakalılar yani işçi dediklerimizin sektörlerinde, ağır sanayi, tekstil, inşaat gibi can alıcı alanlarda grev ve işgallerle taçlanmamasıdır.
Peki Neler Yapabilirdik?
Gezi Eylemlerini yad etme üzerine geçen onlarca süslü ve edebi konuşmadan ziyade, yeni bir dalga ile karşılaştığımızda bu sefer neler yapacağız? Daha doğrusu böyle bir dalga gelene kadar nasıl bir hazırlık süreci yaşayacağız?
Metal Fırtına olarak adlandırılan Renault’ta başlayıp, birçok fabrikaya yayılan bu direniş dalgasını “sosyalist” örgütler desteklemeyi reddettiyse, dışarıdan bakıp yorum yapan eleştirmenleri aşamadıysa, bu durumu aşmak için bir gayretleri yoksa, yeni Gezilerin vakti gelince kaybetmeye mahkumdurlar.
Son olarak; Teorik ve politik mirasımızın bize öğrettikleri doğrultusunda, şunu çok iyi biliyoruz ki bizleri bir üst topluma taşıyacak yegane dinamik işçi sınıfıdır. Devrimin öznesi bir avuç entel değil her gün ezilip baskı altında tutulan işçi sınıfıdır. Yüzümüzü işçi sınıfına dönmeden geçirdiğimiz her gün, insanlığa ve gelecek kuşaklara karşı işlediğimiz kara bir günah olarak tarih kitaplarında yer alacaktır. İnsanlık tarihinin kara günahlar kitabında yer almamak için tüm gücümüzle tarihsel teorik mirasımız olan Devrimci Marksizmin sönmeyen ışığını, işçi sınıfının içinde yaşatmalıyız!